Toplumsal Cinsiyet karşıtı (anti-gender) hareketler deyince, dünyanın pek çok farklı ülkesinde 2010 sonrasında güçlenmeye başlayan ve “toplumsal cinsiyet ideolojisi” (gender ideology) dedikleri şeye karşı çıkan trans-nasyonel bir hareketi kastediyoruz. Aslında karşımızda küresel çapta örgütlenen bir “karşı-hareket” var. Karşı-hareket dememizin nedeni de bu hareketin küresel kadın hareketine ve onun son elli yıllık kazanımlarına karşı çıkmak için örgütleniyor olması.
Bu karşı-hareketin “toplumsal cinsiyet ideolojisi” dedikleri bir şeye karşı savaş açtıklarını söyledik. Bu kavram ilk kez Vatikan tarafından 1990’lardan itibaren kullanılmaya başlanmıştı. 1994 BM Nüfus ve Kalkınma Konferansı ile 1995 BM Pekin Kadın Konferansında dile getirilen cinsel sağlık ve üreme sağlığıyla ilgili bazı taleplere ve yine küresel kadın hareketinin ileri sürdüğü “toplumsal cinsiyet” kavramına karşı Vatikan‘ın tepkisini yansıtıyordu.
Vatikan o tarihten itibaren bu “ideolojiye” karşı savaş açmış bulunuyor. Demek ki toplumsal cinsiyet karşıtı hareketi Vatikan başlatmış diyebiliriz. Öte yandan, bu söylem etrafında kitlesel bir hareketin oluşmasının ancak 2010 sırasında yükselen milliyetçi sağ popülist hareketler ve otoriter rejimler bağlamında mümkün olduğunu da eklemeliyiz.
“TOPLUMSAL CİNSİYET İDEOLOJİSİ” NEDİR?
Günümüzde bu karşı-hareket tarafından kullanıldığı haliyle “toplumsal cinsiyet ideolojisi” kavramı şöyle tanımlanıyor:
“Toplumsal cinsiyet ideolojisi” terimi, hem kadın ve LGBT hakları aktivizmine karşı çıkmak hem de toplumsal cinsiyet ve cinselliğe dair doğalcı ve özcü varsayımları sorgulayan akademik çalışmalara meydan okumak için ortaya atılmıştır. Buna göre “toplumsal cinsiyet”, cinsellik ve üreme hakları, eşcinsel evlilik ve evlat edinme, yeni üreme teknolojileri, cinsel eğitim, toplumsal cinsiyetin ana-akımlaştırılması, şiddete karşı koruma vb gibi bir dizi iğrenç etik ve sosyal reformların genel çerçevesini (matrix) çizen bir ideolojiye işaret eder”
Bugün pek çok ülkede, bu tür itirazlar üzerinden yükselen ve dinci gruplar ile seküler grupları birleştiren geniş koalisyonların oluştuğunu ve bunların siyasi etkilerinin giderek arttığını görüyoruz. Ancak elbette hareket içinde yer alan farklı aktörlerin söz konusu “ideolojiye” karşıtlık gerekçeleri ve seviyelerinin farklı olduğu söylenebilir. En fanatik olanların söylemine bakarsak, “toplumsal cinsiyet ideolojisi”, akla, bilime, sağduyuya, tanrının ve doğanın düzenine aykırı bir aşırılık ideolojisidir. Dolayısıyla sadece dini-milli yerel kültüre yabancı bir dışsal dayatma olmakla kalmayıp (küresel elitler, BM, AB, büyük şirketler, Soros vb eliyle), aynı zamanda ve daha önemlisi ailenin ve toplumun temellerine yöneltilmiş bir imha harekatıdır. Ve nihayet bu tehdit algısı, bir tür-olarak-insan’ın devamına yönelik bir nüfus problemi olarak da görülmektedir. Nitekim, yeni üreme teknolojileri ve eşcinsel evlilikler, karşı-hareketin en korkulu fantezi nesneleri durumuna gelmişlerdir.
KARŞI-HAREKET NEDEN 2015 SONRASINDA GÜÇLENDİ?
Bu hareket özellikle 2015 sonrasında güçlenerek günümüzde tam bir trans-nasyonel mahiyet kazandı. Günümüzde başta Hindistan, Rusya, Türkiye, Polonya, Macaristan, Brezilya ve ABD olmak üzere pek çok ülkede çok benzer bir retorikle harekete geçen ve birbiriyle temas halinde bulunan bir hareket söz konusu.
Peki karşı-hareketin bu kadar farklı ülkede bu kadar benzer bir içerikle öne çıkıyor olmasını nasıl açıklayabiliriz? Bu hareketler neden ve nasıl bu kadar hızlı küreselleşebildi?
Elbette bu küresel yayılmada Katolik ülkeleri etkisi altına alan Vatikan’ın rolü büyük; ayrıca otoriter sağ popülist hareketlerin hamisi Rusya’nın Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisinden ve Dünya Aileler Kongresi gibi örgütlerin faaliyetlerinden de söz edebiliriz. Ama bunlar, hareketin küresel mahiyetini ve etkisini açıklamaya yeterli değil. Bu durumu açıklamak için küresel olarak içinde bulunduğumuz tarihsel durumun özelliğine bakmamızı öneriyorum. Nasıl ki küresel kadın hareketinin büyüyüp güçlenmesi belirli bir uluslararası atmosferde gerçekleştiyse, bu karşı-hareket de günümüzün çok farklılaşan küresel bağlamında filizlendi ve güçlendi.
SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ VE KÜRESEL KADIN HAREKETİ
Öyleyse nedir bu küresel durumun belirleyenleri? Bunu anlamak için 2010-2011 civarında olup bitenlere dönmek gerekiyor. 2008’deki büyük ekonomik krizin ardından, kırk yıldır ciddi bir tahribat yaratmış olan neo-liberalizme yönelik hoşnutsuzluklar ve itirazlar güçlenmeye başladı. 2010-2011’de dünyanın pek çok ülkesinde patlak veren kitlesel gösteriler, (Occupy hareketlerinden Arap Baharı’na kadar) hem neoliberalizme karşı itirazları dile getirdi hem de liberal demokrasilerin krizinin göstergesi oldu. Türkiye’de de biraz gecikmeyle 2013’te Gezi Direnişi ile benzer bir şey yaşadık.
2010-2011 dönümü önemli bir evreyi işaret ediyordu çünkü bu demokratik-popüler hareketlerin geri çekilişi sonrasında bunların yerini bir tepki olarak aşırı sağ popülizmlerin yükselişi aldı. Böylece küresel neo-liberalizmin ve liberal demokrasinin çifte krizine dair sorunlar sağ popülizmler tarafından eklemlenmeye ve ifade edilmeye başladı.
2011 yılı küresel kadın hareketi açısından da bir dönüm noktası oluşturdu. O yıl imzalanan İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) 1970’lerden itibaren güçlenerek gelen küresel kadın hareketinin zirveye çıktığı bir miladı temsil ediyordu.
Ne yazık ki 2011 aynı zamanda küresel siyasal ortamın radikal olarak dönüşmeye başladığı ve karşı-hareketin de atağa geçtiği bir sürecin başlangıcı oldu. Bu andan itibaren kadın hareketleri giderek daha büyük engellerle karşılaşmaya başladı, giderek şiddetlenen saldırılar karşısında afalladı ve bu süreçte hareketin mevcut yapı, söylem ve kurumlarının sınırları ve zaafları da görünür olmaya başladı. Karşı-hareketler de yükselen milliyetçi sağ dalganın ve otoriterliğin bir parçası olarak güç kazandılar. Bu süreçler elbette ki her ülkede somut ve özgül gelişme dinamiklerine ve siyasal dengelere bağlı olarak farklı biçimler aldı.
YENİ OTORİTERLİK VE CİNSİYET SİYASETİ
Peki bu milliyetçi otoriter popülizmler dalgası ile cinsiyet siyaseti arasında tam olarak nasıl bir ilişki var acaba? Neden ve nasıl oluyor da hem küreselleşmeye (kısmen de neo-liberalizme karşı) itirazlar hem liberal demokrasiye karşı tepkiler, cinsiyet siyaseti üzerinden ifade buluyor? Bu bazılarının düşündüğü gibi otoriter popülist rejimlerin daha kolay yönetmek için başvurdukları bir araç mı? Başka bir ifadeyle söylersek daha önemli sorunların üzerine örtmeye yarayan bir gündem değiştirme aracı mı? Yoksa cinsiyetin bu şekilde politikleşmesi bize yeni tür otoriter rejimlerin mahiyetini anlamak için kritik bir anahtar mı sunuyor? Toplumsal cinsiyet sorunu yeni otoriterlik için çok özel bir işlev mi görüyor?
Bu sorular şimdiden geniş bir literatür doğurmuş durumda ama tartışmalı olmaya da devam ediyor. Tartışmaların derinine girmeden şimdilik şunu söylemekle yetineyim: Genel olarak cinsiyet siyaseti ve karşı-hareketin kullandığı “toplumsal cinsiyet ideolojisi” retoriği siyasal alan içinde birçok farklı işlev görüyor elbette ama esasen tek başına iş görmüyor ve yabancı düşmanı, göçmen-karşıtı, ırkçı, anti-liberal, anti-küresel, yerli-milliyetçi, otoriter ve popülist temalarla iç içe geçerek, onlarla en yüksek düzeyde eklemlenerek anlam kazanıyor. Yani cinsiyet siyaseti bir gündem değiştirme ya da kaydırma yansıtma alanı değil ama kendi başına da iş görmüyor.
Karşı-hareketin temel dinamiklerini anlamak için küresel dinamiklere dikkat çekmenin önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü söz konusu bağlam, neo-liberalizm ve onun krizi, liberal demokrasinin sıkıntıları ve kadın hareketinin elli yıllık varlığı ve etkileri gibi küresel olgular tüm ülkeler için ortak bir bağlam oluşturuyor.
Öte yandan söz konusu etkilerin ancak özgül bağlamlarda somut bir anlam ve biçim kazandığını ve farklılaştığını da unutmamak gerek. O nedenle ülke deneyimlerine bakmak mücadele stratejileri geliştirmek açısından da kritik bir önem taşıyor.
Bu yüzden bir sonraki yazıda Türkiye deneyimine bakmak istiyorum. Ülkelerin somut farklarını anlamak için karşılaştırmalı bakışın çok önemli olduğunu düşündüğüm için özellikle Doğu Avrupa ülkeleriyle Türkiye arasındaki bazı benzerlik ve farklara işaret edeceğim.
Yazı dizisinin 2. bölümünü 16 Nisan Cumartesi günü okuyabilirsiniz