Kurmaca yazarları için kendi zamanını anlatıya taşımak zor bir yan içeriyor. Çünkü bu, hem okuru başka bir dünyaya götürmek için çabalamayı gerektiriyor hem de anlatılan okurun yaşadığı gerçeklikle kesiştiği için anlatmanın imkânını zorlamayı getiriyor. Böyle bir durumda yazar, bir taraftan okuru zamanın içinde tutmak diğer taraftan onun dışında düşündürmenin yolunu bulmak gibi zorlu bir işe soyunuyor. Bu nedenle yaşadığı dönemin içinden seslenen yazarın okurla ilişkisi, bir sesler karşılaşması anlamına gelebiliyor, yazarın ve okurun ortaklaştığı konularda birlikte ses çıkarması, düşünmesi olarak da tarif edilebilir belki bu.
Terry Eagleton toplumların kriz dönemlerinde edebiyattan bahsederken, Geç Viktorya Döneminde İngiltere’de, Charlotte Brontë gibi birkaç kadın yazar haricinde -kötü sonla bitmesi anlamında- neredeyse hiç trajik romana rastlanmamasını dikkat çekici buluyordu. Edebiyat metinleri üzerinden konuyu tartışırken bu durumun sebebinin bu çağda sanatın asli amaçlarından birisinin “ahlâki terbiye” olmasının, konuyla ilişkili olabileceğine işaret ediyor ve şöyle söylüyordu; “Freud’un genel anlamda fantezi için savunduğu gibi, kurmacanın amacı, tatmin edicilikten uzak bir gerçekliğin hatalı yanlarını düzeltmekti. İngiliz romanı sadece sosyal statü, itibar veya toplumsal düzene gösterdiği itibarla değil, iyimser sonlar konusundaki bu ödün vermez ısrarıyla da statükoyu destekledi.”
Bu anlamda Eagleton’ın cümleleri, edebiyat metinlerinin toplumların içinde bulundukları durumun nasıl yansıtıldığıyla ilgili sorumlu olabileceklerini düşündürüyor. Çünkü olumsuz bir dünyada veya coğrafyada yaşarken bu metinler “gerçekliğin hatalı yanlarını düzeltmek” gibi bir işlev üstlendiğinde, düşünürün söylediği gibi, “statükoyu” desteklemek gibi bir duruma düşebiliyor. Elbette, burada ahlâk belirlemek gibi bir dert içinde değiliz. Yazarlar farklı tekniklerde, farklı şekillerde yazabilirler, bir dert anlatma kaygısı da gütmeyebilirler bu ortaya konmak istenene bağlı olarak değişecektir. Ancak zamanının içinden konuşan yazarların bir tür tanıklık sorumluluğu üstlendiğini, zor olsa da bunun için çabaladıklarını göz ardı etmemek gerekiyor bana kalırsa.
MEKÂN, İNSAN ORTAK BELLEK
Varmak istediğim yer, Türkçe edebiyattan son yıllarda okuduğum üç öykü kitabından bu bağlamda bahsedebilmek. Nurhan Suerdem’in ikinci kitabı, “Duyuyor musun?” bunlardan ilki.
Suerdem, bu metninde zamanının seslerini duyuyor ve onları kendi sesiyle birleştirerek yazısını dert ortaklığı yaratmak için işlevselleştiriyor. Kadınlar, yaşlılar, kent sorunları, gitmek zorunda kalmak, savaş gibi güncel temaları, yarattığı karakterlere işleyerek onlara zamanlarının ruhunu katıyor ve anlatıya yerleştiriyor.
Örneğin: “Kırkımı Uçurmaya Geldim” adlı öyküsünde bir mahallede, yükselen binaların ortasında direnmeye çalışan bir mekânı anlatıya taşıyor. Bir lokanta hissi veren bu yer, daha çok belli bir yaşın üstünde oldukları anlaşılan karakterlerin uğrak yeri olarak canlanıyor zihinde. Öykü, mekânı yaşatma hevesiyle karakterlerin yaşam hevesini kesiştiriyor.
Kentlerin bellek mekânları tek tek silinirken, öyküdeki “Küçük Ev”in korunmasının şöyle bir anlamı var sanırım. Burayı mekân yapmış, tanış oldukları insanlarla karşılaşarak hayata tutunan, iki lafın belini kırmaya alışan, hayattaki zamanlarının azlığının bilinciyle yaşama susamışçasına sarılan ve kendi sonlarına direnen karakterlerle; onların belleği olmuş, yükselen AVM’lerin, gittikçe betona dönüşen bir kentin ortasında sonu getirilmek istenen mekânın direnişi arasında bir bağ kurulmuş. Çünkü bir mekân bellek taşıyıcı olarak işlev görür, onunla aranızda bir ilişki oluşur, orada yaşadıklarınızla, karşılaştığınız insanlarla birlikte anılar kendine bir yer bulur. Bu da mekânın sizinle birlikte yaşaması ve varlık kazanması anlamına gelir. Bu nedenle kentlerde devamlı tanık olduğumuz yıkım görüntüleri sadece bir mekânı değil, yaşanmışlığı da siler.
Böylece Suerdem, şimdinin zamanında yaşayan, kente dair sorunlara tanıklık eden okuru, yarattığı karakterler ve mekânla ilişki içine sokmuş. Zamanının yok edilen belleğiyle, onlarla birlikte eksilen insanı anlatısının parçası hâline getirmiş.
BEDENİN HAFIZASI
Bu bağlamda bahsetmek istediğim bir diğer kitap Pınar Öğünç’ün “Beterotu” adlı kitabı, bu metin de zamanının içinden sesleniyordu okura. Kent sorunları, iş cinayetleri, yerinden edilenler, sınıfsal çelişkiler, hırslar, zamanına uygun olarak sınıf atlama telaşına düşenler, bir ileri iki keri gitmek zorunda kalanlar… Kısacası, dönemin insanı, şimdinin zamanı.
Bu kitaptaki “Ağrı Eşiği” adlı öyküsünde Öğünç’ün karakteri, sebebini bilemediği, yerini tespit edemediği, kas gevşeticilerin, ağrı kesicilerin, fizik tedavinin geçiremediği bir ağrıyla baş etmeye çalışıyor. Metinde “ağrı”; içimizde duran, canımızı yakan, küçük bir tebessüm ettiğimizde içimizde cız ederek ânı hiçleştiren, boğazımızda yutamadığımız bir yumru gibi duran yaşanmışlığın, yaşatılanın üzerimize yapışıp kalmasının temsiline dönüşüyor metinde.
Burada fiziksel olanı aşan bedenin tepkisini nereden vereceğini şaşırdığı nefessiz bırakan bir zamanın ağrısı anlatılmaya çalışılan. Yaşam devam ediyor gibi görünüyor, gündelik kaygılar yatıştırılıyor, aynanın karşısında ne giyeceğini düşünüp, işine gidiyor sonra devam ediyordun ama geçmeyen bir şeyler vardı, kabuğunu her kaşındığında kopardığın, her defasında aynı şevkle kanayan, bulunduğu yer gittikçe oyulan ve sonunda izi kalan bir yara gibi.
Çünkü içinde bulunduğun çağ yaşamdan parça parça, çimdik çimdik bir şeyleri koparıyor ve sen bir şeylerin geri dönüşünün olmadığını fark ediyordun. Geriye bir ağrı kalıyordu, yeri belirsiz, tedavisi yok. Öykünün karakterinin söylediği gibi; “aynı kalamayacağın bir şey oluyor” ve o şey bedeninin kıvrımlarında dolaşıp, çıkacağı ânı bekliyor çünkü onun da hafızası var, sızısı var bir yerlerinde gizlediği. Yazar böylece, zamanın beden üzerinde bıraktığını anlatıya taşırken, bu öyküde bedenin de bir hafızası olduğunu bu nedenle bazı ağrıların/yaşatılanın geçmeyecek kadar zihinde yer ettiğini hatırlatarak, anlatısını bu açıdan işlevselleştiriyordu.
ŞİMDİNİN GEÇMİŞ BAĞI
Bu yazı bağlamında son olarak, Gaye Boralıoğlu’nun “Alâmetler Kitabı”ndan söz etmek istiyorum. Bu kitaptaki öyküler için de yazarın kendi zamanından izler taşıdığını söyleyebiliriz. Kötülüğün sıradanlaştığı, önceden inanamayacağınız her şeyin bir normalin parçası olduğu, yer yer distopik ögelere yer verilen ve her öyküye yerleştiren kıyamet göstergeleriyle, okura bir şey olacağını hissettiren, olasılığı da göz ardı etmeyen bir metin “Alametler Kitabı”.
Bu metinden seçtiğim öykü, “Eşyanın Tarihi”, böylece belleğin şehir, mekân, insan ve bedenin dışında eşyalardan da sürülebilen izine bakabileceğiz. Öyküde, Giray ve Mira adlı karakterler için normal sayılabilecek bir günün ortasında Giray’ın vergi borcu nedeniyle gelen icra memurları kapıyı çalar. Mira eşinin işlerinin kötü olduğundan habersizdir, Giray ise memurları bu kadar çabuk beklemiyordur. Görevlilerin elinde her eşyanın hem maddi hem manevi değerini ölçebilen bir alet vardır. Böylece Boralıoğlu, her şeyin ölçülebilir ve sayılabilir olduğu bir çağdan seslendiğini bu distopik denebilecek imgeyle sezdirir okura. Ölçüm yapılırken sıra çalışma odasına gelir ki Mira’nın dedesinden kalma olduğunu düşündüğü eski eşyalar vardır odada. Ancak ölçüm sırasında bu eşyaların manevi anlamı bozulur çünkü sanıldığı gibi eşyalar dedenin değildir.
Görevli eşyaların “Fedor Petridis” adlı bir Rum’a ait olduğunu söyler ve ekler: “Beyoğlu’nda oturuyormuş. Dedenizle kapı komşusuymuş.” Mira, “komşu olduklarına göre armağan etmiştir” diyecek olsa da, görevli, “olay 7 Eylül 1955’te Rum azınlığa karşı girişilen saldırı sırasında gerçekleşmiş. Fedor Petridis o gün öldürülmüş…” diye anlatmaya devam eder. Karakterler için bunun bir yıkım yarattığı öykünün sonrasında sezdiriliyor.
Boralıoğlu’nun bu metni “kötülüğün sıradanlığı” bahsini hatırlatırken, en sıradan görünenin, yani dedenin aslında bir fail olduğunu açığa çıkarır. Yazar böylece, hem şimdiki zamanda çok söz edilen bu meselenin çağından seslendiğini, “kötü” için çok uzaklara gitmemek gerektiğini hatırlatıyor hem de şimdide anlamlı bir varoluş için geçmişin acılarını tanımak gerektiğinin altını çizmiş oluyor. Kısacası, eşyalar üzerinden sürülen iz, zamanının sıkıntısının geçmişle bağını kuruyor.
Şimdilik bu üç metinden bahsedebilsek de Türkçe edebiyatta yaşadığımız zamanın anlatıya sızdığı çok fazla metin olduğunu söylemek gerekir. Başta da bahsettiğimiz gibi bu zorlu bir yan taşıyor. Ama bir yandan da tanıklığın anlatıya taşınması, güllük gülistanlık bir zamanda yaşamadığımızı anlatmanın imkânının yaratılması, hem şimdinin okuru hem de geleceğin okuru açısından önemli fikrimce.
Çünkü “keder gayret gerektirir” diye okumuştum bir yerde, üstümüze sinen kederin anlatılması gerekiyor sadece şimdi için değil geleceğe geçmişten bir bağ bırakmak, hatırlatmak ve başka türlüsünü var etme olasılığını canlı tutmak için de.