Patriyarka, kapitalizm ve ortak öfkemiz

“Korkuyu Ateşe Vermek”, öncelikle ortaklaşan öfkenin nedenlerinden bahsediyor. Öfkeliler, öfkeliyiz çünkü taciz sürekli görünmez kılınıyor, patriyarkanın, devletin, polisin, kapitalizmin işbirliğiyle haklarımız gasp ediliyor, emeğimiz sömürülüyor, beyanımız sürekli sorgulanıyor, katillerimiz cezasız bırakılıyor, maaşlar eşitsiz, bize, “akademik bir mevzuyu kendilerinden aşağı olan birine anlatıyormuş gibi” anlatıyorlar, tecavüze uğrayan kadınların hikâyelerini biliyoruz.

LASTESİS Kolektifi, Şili’de kadına yönelik şiddeti protesto etmek için 2019 yılında “Yoluna Çıkan Tecavüzcü” isimli bir performans gerçekleştirmişti. Performans dünyanın her yerine yayılarak meydanlarda, kadınların ve LGBTİ+ların bedenlerini ortaklaştıran bir protestoya dönüştü. Coğrafyamızda da pek çok kentte bu performans sokaklarda sergilenmiş, feministlere davalar da açılmıştı.

“Yoluna Çıkan Tecavüzcü”nün bir hareket olarak tüm dünyada yayılması ve karşılık bulması aslında çok fazla mesaj içeriyordu. Maruz kaldığımız patriyarkal şiddet biçimleri münferit değil, sistematik olarak neredeyse her gün yaşadıklarımızdı ve şiirde bahsedilen hikâye ortaktı. Bu nedenle performansın bir marş hâline gelmesi, müşterek bir öfkenin farklı diller ve bedenler tarafından sahiplenilmesi sürpriz değildi fikrimce. Şiiri de kısaca hatırlayalım:

“Suç bende değil,

Her neredeysem, her ne giydiysem.

Tecavüzcü sendin.

Tecavüzcü sensin.”

Performans, bir kadınlar hikâyesi yazmış ve onların bedenlerini ortak bir duyguda buluşturmuştu ve bu bir tesadüf olmaktan çok patriyarkal politikaların tüm coğrafyalarda benzer biçimlerde işletildiğinin de göstergesi olmuştu.

LASTESİS Kolektifi’nin yazdığı ve Otonom Yayıncılık tarafından, Bilge Tanrısever çevirisiyle basılan, “Korkuyu Ateşe Vermek” adlı metin, bu performansın dünyada neden yankılandığına değiniyor. Ayrıca kolektif, öfkelerinin nedenlerini, patriyarka ile sermaye arasındaki işbirliğini, kapitalist beden politikalarının ata-erkiye eklenen biçimlerini ve baskıcı devlet politikalarının yaşamlarımızı nasıl gasp ettiğini bir manifesto biçiminde, metne şiirler de ekleyerek anlatıyor. Kolektifin amacı, örgün eğitimde rastlamadığımız feminist teoriyi yaymak ve direnişi ortaklaştırmak. Bu durum şu cümlelerde ifadesini buluyor: “Bu uzun bir mücadele, biz ise mücadeleye devam etmeye hazırız. Tek dileğimiz, bu feminist ağ, bizim kontrolümüzün kesinlikle ötesindeki bu kıtalararası canavar daha da büyüsün, öyle kocaman olsun ki onu görmezden gelmek, gözünü ondan kaçırmak, ona kulak tıkamak mümkün olmasın. Öyle bir haykırsın ki sesi bütün dünyada yankılansın.”

Kolektif amacına ulaşmak için sanatı devreye sokuyor, şiiri, duyguları harekete geçirerek bedenlerde sese dönüştürüyor. İçinde bulunduğumuz durumun sebebi ise kitabın başında şöyle açıklanıyor: “Depresyon değil bu, kapitalizm ve patriyarkanın ta kendisi.” Tespit edilen soruna karşı direnmenin yolu, “birimizin deneyimi hepimizin deneyimidir” cümlesinden yola çıkarak oluşturuluyor. Böylece, dünyadaki kadınlarla ve LGBTİ+larla mücadeleyi ortaklaştırma, “Korkuyu Ateşe Vermek” metninin ve kolektifin temel meselesi diyebiliriz.

Öfkeliyiz Neden?

“Korkuyu Ateşe Vermek”, öncelikle ortaklaşan öfkenin nedenlerinden bahsediyor. Öfkeliler, öfkeliyiz çünkü taciz sürekli görünmez kılınıyor, patriyarkanın, devletin, polisin, kapitalizmin işbirliğiyle haklarımız gasp ediliyor, şiddeti bedenimizde her gün duyuyoruz, emeğimiz sömürülüyor, beyanımız sürekli sorgulanıyor, katillerimiz cezasız bırakılıyor, maaşlar eşitsiz, bize, “akademik bir mevzuyu kendilerinden aşağı olan birine anlatıyormuş gibi” anlatıyorlar, tecavüze uğrayan kadınların hikâyelerini biliyoruz.

“Patriyarka dokunduğu her şeyi vahşete dönüştürüyor. Ve bizi öldürmek için daha acımasız yöntemler bulmaya devam edebileceklerini biliyoruz” bunun somut örneklerini görüyoruz metinde çünkü bu bir cümle değil, yaşayarak öğrenmek zorunda kaldığımız. Mesela, “Lucía Pérez, 16 yaşında Arjantinli bir kız bunu tecavüze uğradığında, kazığa oturtulduğunda, uyuşturucu verilerek, işkence edilerek öldürüldüğünde öğreniyor.” “Brenda Micaela Gordillo bunu 24 yaşında, partneri Nairn Vera, Arjantin’in Catamara kentinde onu sırf hamile olduğu için öldürdüğünde öğreniyor.” “Lezbiyen Nicole Saavedra bunu Şili, Limache’de öğreniyor. Victor Pulgar onu kaçırıp tecavüz ettiğinde, işkence ederek öldürdüğünde 23 yaşında.” Yüzlerce hikâyemiz var, Arjantin’den Türkiye’ye uzanan ve dünyanın tüm ülkelerinde görebileceğiniz. İsimler değişse de öfkemizin ortak olmasının nedenini açıkça ortaya koyan tek tek çalınmış yaşamlar var ve biz her gün buna şahit oluyoruz.

Bundan dolayı, neden öfkeliyiz sorusunun cevabını çok da aramaya gerek yok. Çünkü bildiğimiz, yaşadığımız çok şey, sayılara sığmayacak deneyimimiz var. Kitabın cümleleriyle söyleyelim: “Biz, dünyanın bütün kadınları bunu biliyoruz çünkü sokaklarda huzur içinde dolaşamıyoruz. Çünkü bize tecavüz ederlerse bizi suçlu gösterirler. Çünkü hukuk işlemiyor ve saldırgana karşı aldıkları güvenilmez koruma tedbirleri asla yeterli olmuyor. Çünkü hükümete aday olanlar ağızlarından eşitlik sloganlarını hiç düşürmeseler de kadın cinayetlerini durdurmak için devlet düzeyinde hiçbir çözüm önermiyorlar.”

Patriyarka, Kapitalizm ve Suç Ortaklığı

Kitabın önemli bulduğum bölümlerinden biri de patriyarka ve kapitalizmin işbirliğinin adeta ifşa edildiği bölüm. Bu iki sistemin suç ortaklığı bitmeden ezilmekten, sömürülmekten kurtulamayacağımız gibi, adaletten ve özgürlükten de söz edilemez ki metinde bunun apaçık bir ifadesiyle karşılaşıyoruz. Patriyarkaya eklenen kapitalizm, konu kadınların bedeni olduğunda farklı tahakküm biçimleriyle karşı karşıya bırakıyor bizi.

Örneğin, kitapta Silvia Federici’den yola çıkılarak kurulan şu cümleler pek çok şeyi açık ediyor, Federici; “kapitalizmin emeğin cinsel yeniden üretimine ve karşılığı ödenmeyen emeğe dayandırıldığını savunuyor. Yeni işçiler doğurma, çocuk yetiştirme ve ev işleri gibi yeniden üretim işleri, bizi sosyal ve ekonomik olarak hiç tanımayarak marjinalleştiren piramidin temelini oluşturuyor. Ailenin bakımı ve ev işleriyle ilgilenme, bugüne kadar hep kadının görevi, daha doğrusu hep kadının doğal görevi kabul edildi…” Kadınlar işçiler doğurup büyütmek gibi bir role sabitleniyor değişmiş gibi görünse de bu durumun halen birçok kadının yaşamını belirlediğini ve sistemi yeniden ürettiğini biliyoruz. “Doğal görev” olarak bedene yapıştırılan roller kadınların emeğini karşılıksız hale getirerek onları, varlıklarının “sosyal ve ekonomik olarak hiç tanınmadığı” bir yaşama yerleştiriyor. Ve bunu kitapta işaret edildiği gibi, “sevgiyle bağlantılı duygulanımsal” bir boyuta taşıyarak sömürüyü doğallaştırıyor.

Bu bağlamda kitabın şu cümlelerine bakabiliriz: “Sevgi adeta sömürüyü gizlemeye yarayan bir ödeme biçimidir. Hayatı boyunca evde gece gündüz çalışan bir büyük anne, bazen de anne figürüyle birlikte büyüdük. Bizim için yemek pişirdi, bizi eğitti, hastalandığımızda bize baktı, okul gömleklerimizi elde fırçalaya fırçalaya yıkadı… Ailenin gözünde bütün bunlar, annenin veya büyükannenin sevgisindendi, bunlar onun göreviydi, oysa gerçekte hiçbir ücret almadan çalışan ev işçisiydi.” Kadınların ev-içi emeğinin görünmezliği, yapılanın iş kategorisinde değerlendirilmemesi kapitalist sömürünün ve patriyarkanın işbirliğinin en önemli göstergelerinden ve bu hâlâ öyle. Çok uzaklarda örnek aramaya da gerek yok, yaşadığımız deprem felaketi nedeniyle bir kez daha bu gerçekle karşılaştık, sahada dayanışma için bulunan feministler bu duruma sıklıkla dikkat çekti. Mesela, Afet İçin Feminist Dayanışma’dan Selin Tok şöyle anlatıyor durumu: “ Kadının orada en çok düşündüğü şey çadırı nasıl temiz tutacağı. Çadırlara gittiğimizde kadınlar hep bir meşgale içinde oluyor, yemek yapıyorlar mesela. Bakım emeğinin yükü bir yana, duygusal yük de büyük. Küçük çocuğa depremi nasıl anlatacaksın? Çocuklar sürekli “anne, biz neden eve gitmiyoruz” diye soruyorlar.”

Şartlar ne olursa olsun kadının bedenine doğalmış gibi yapıştırılan roller aşınmıyor, karşılıksız, görünmez bir işçilik olarak var ediyor kendini. Bu nedenle bakımın bireysel değil kolektif ve toplumsal bir sorun olarak ele alınması, aile kurumunun tekrar düşünülmesi, kadınların bedenine olması gerekenmiş gibi yüklenen rollerin yıkılması ve feminist bir perspektiften yeniden yorumlanması zorunluluk. Çünkü “Neoliberal kapitalizmle patriyarkayı eklemleme paradigması altında yaşamaya devam ettiğimiz sürece, birçok açıdan bazen hâlâ ihtiyaç duysak da yeterli olmaktan kesinlikle uzak münferit “iyileştirmeler”, yama çözümlerden başka bir yere varamayız.” Yani “yama çözümlerin” ötesine geçerek -kitapta da devamlı vurgulandığı gibi- yıkılıp yeniden inşa edilmesi gereken sistemlerin tahakkümüne ortak direnme biçimleri bulmamız gerekiyor. Kolektifin sanatı devreye sokarak geliştirmeye çalıştığı, sınırlar ötesi direnme pratiği ve ortaklaşma çabası da biraz bununla ilgili.

“Korkuyu Ateşe Vermek” kitabı; patriyarkanın, kapitalizmin, polisin, devletin işbirliğine karşı kadınların mücadelesinin neden tüm dünyada benzer anlamlara geldiğini, ortak bir direnişte tüm bedenleri buluşturabildiğini ifade eden bir metin. Kitap boyunca, kürtaj hakkından, aşka, bakım emeğinden, gündelik yaşamın her yerine sızmış ayrımcılığa, sevginin nasıl bir sömürü biçimi olarak işletildiğine, cinselliğin ve hazların denetimine, aile kurumuna bir de kolektifin gözünden bakma şansı buluyoruz. Tüm bunlarla mücadelenin müşterek zeminini yaratmanın, birlikte başarmanın imkânını da düşünüyoruz. Kitabın “birlikte” adlı bölümünden birkaç cümleyle bitirelim:

“Birlikte patriyarka ile kapitalizm arasındaki işbirliğine son veriyoruz.”

“Birlikte, cezasızlığı ateşe veriyoruz.”

“Birlikte, heteronormativiteyi ateşe veriyoruz.”

“Birlikte zorunlu anneliği ateşe veriyoruz.”

“Birlikte” çünkü tüm bunlarla baş etmek ancak mücadeleyi ortaklaştırmakla mümkün.

Yazıda bahsedilen söyleşi için tıklayın.

Kültür Sanat Haberleri