Kitabı bir arkadaşım tavsiye etti. Yakın dönem Osmanlı-Türkiye tarihine ve popüler tarih kitaplarına meraklı biri olduğumu bildiği için seveceğimi düşünmüş. Alfa Yayınları’nın bastığı kitabı alırken fark ettim ki aslında daha önce basılmış, muhtemelen daha önce de elime geçmiştir, ama kıymetini bilememişim.
Kitabı hemen satın aldım (tabii ki internetten, kitapçıları neden terk ettiğimiz bir başka yazının konusu). O sıralar kitapla aynı adı taşıyan Netflix dizisi de yayına girmişti, onu da izledim. Yeri gelmişken söyleyeyim, dizinin her ne kadar Charles King’in aynı adlı kitabından uyarlandığı söyleniyorsa da ben fazla bir alaka göremedim. Ya da bu bir uyarlamaysa, gördüğüm en serbest uyarlama diyebilirim. Her şeyden önce King’in kitabı bir tarih kitabı. Yani içinde dizideki gibi bir gizem, entrika ve tabii ki kurgu karakterler yok. İki eser arasındaki benzerlik Pera Palas’ı merkezine alarak Osmanlı’nın son yıllarını anlatmasından ibaret. Yani ünlü Woody Allen esprisinde olduğu gibi iki eserin ortak yanı ancak ‘Olay 1920 İstanbulu’nda geçiyor’ diye özetlenebilir. Dolayısıyla Netflix’teki dizi benim hayatımda seyrettiğim en serbest uyarlamalardan biri oldu.
Aslında hiç fena bir dizi değil. 1920’lerin İstanbulu’na ve dönemin mekanlarına epey emek verilmiş. Kirli pasaklı bir Beyoğlu, kalabalık eğlence mekanları, göz kamaştırıcı konaklar detayları düşünülerek yeniden yaratılmış. Bu nedenle seyretmesi zevk ve heyecan veriyor. Kostümler, eğlence biçimleri, konuşmalar, hal ve tavırlar bizi o çok merak ettiğimiz 20. yüzyılın başına götürüyor.
Osmanlı’nın yıkılıp yerine Cumhuriyet’in kurulduğu 1900’lerin ilk 30-40 yılı sadece içerdiği politik değişimlerin gücü nedeniyle değil ama bambaşka bir yaşam biçiminin sürdürüldüğü bir dönem olarak da ilginçtir. Son yıllarda bu dönemin siyasi kişilikleri kadar popüler kültürü, İmparatorluklar çağından kalan çok kültürlü gündelik yaşamı da ilgi çekiyor.
Dizinin konu aldığı işgal İstanbul'u ise Türkiye’de üstünde fazla durulmamış, çok ilginç bir dönem. Sebebi malum, pek de gurur duyulacak bir yanı yok. Ama bir yandan da ilginç, çünkü sözünü ettiğim o çok kültürlü ortama Batılı askerlerin ve Sovyet Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar’ın da katılmasıyla emsalsiz bir çeşitlilik ortaya çıkıyor. Tabii ki bu çeşitliliği oluşturan hemen herkes pek çok zorluk ve acı çekmiş, ama Amerika’daki Caz Çağı’nın etkisi, 20 ve 30’lu yılların ilginç eğlence ve müzik hayatı da İstanbul’da kendine yer bulmuş. Tabii dizideki gibi sahnede Tarkan şarkıları söylenmemiştir eminim, ama o müzikli sahnelerin, gazino gecelerinin, siyahi caz orkestralarının bir aslı astarı olduğu muhakkak. Bir de tabii, gururlu Osmanlı subaylarının kibirli işgal askerleriyle, kırgın Rus göçmenlerle, Müslüman ya da değil, işbirlikçi ya da direnişçi Osmanlı vatandaşlarıyla hep birlikte Pera Palas’ın salonlarını doldurduğu da bir gerçek.
Evet bu atmosferi çok iyi yansıtıyor ama Pera Palas’ta Gece Yarısı iddialı bir Netflix dizisi olarak çok da beğenilmedi. Bunun sebebi Ahmet Hakan’ın yazdığı gibi Hazal Kaya oyunculuğu değil tabii ki. Hazal Kaya’nın o uçarı genç gazeteci kadını gayet de hakkıyla oynadığını düşünüyorum. Ama senaryo o kadar çocuksu ki, başından beri anlattığım o tarihi/siyasi/kültürel atmosfere merak duyacak izleyicinin böyle bir hikayeyi zevkle takip edebilmesi pek mümkün değil. Sanki Türkiyeli değil de dünyalı başka izleyicilere buralardan birtakım lezzetler sunmak öncelikli meseleymiş gibi. Ya da kahramanın aslında Atatürk’ü kurtarmak istemesi hepimizi heyecanla ekrana bağlarmış gibi… Ama işte olmuyor, hepsi pek şablon iyiler ve kötülerle dolu, hiç ikna etmeyen ilişkiler ve olaylarla akıp giden bir diziyi izlemek içinizden gelmiyor. Mümkünse ne karakterlerde ne başka bir şeyde fazla derinleşmeden, köpük köpük anlatalım gitsin yaklaşımıyla çekilmiş bu Netflix yapımına ben de ancak beş bölüm dayanabildim.
Kitabı ise sonuna kadar okudum. Siyaset bilimi ve tarih üstüne çalışan Amerikalı akademisyen Charles King çok akıcı bir dille yazmış kitabını. 19. yüzyılın sonlarından başlayıp 1950’lere kadar getirdiği anlatısında farklı olaylar, konular birbirine ustaca eklenerek bütünlüklü bir okuma imkanı veriyor. Kitabın alt başlığı aslında King’in de meselesini anlatıyor: Modern İstanbul’un Doğuşu. Savaşlar, politik gelişmeler ve gündelik hayata dair detaylarla İstanbul’da hayatın nasıl değişip, çok milletli Osmanlı İstanbulu’nun, Türk kimliğinin öne çıktığı Cumhuriyet İstanbulu’na nasıl dönüştüğünün hikayesi bu biraz da. Dolayısıyla King, Ankara’ya da uğruyor ama her küçük yolculuk İstanbul’da ve Pera Palas Oteli’nde son buluyor.
Bu kadar geniş bir zamanı 400 sayfada anlatan kitap tabii ki bizim iyi bildiğimiz önemli gelişmelere değiniyor. Ama Batılı okur için Batılı bir tarihçi tarafından yazılmış olması, pek dikkatimizi çekmeyen başka detayların da aktarıldığı ilginç bir kitap haline getiriyor Pera Palas’ta Gece Yarısı’nı. Mesela ünlü güzellik kraliçemiz Keriman Halis’in 1932 yılında Türkiye kamuoyu ve hatta devletin tam desteğini arkasına almak için Yunus Nadi tarafından özellikle yarışmaya dahil edildiğini anlatıyor. Çünkü önceki yılların yarışmacılarından farklı olarak Keriman Halis ailesinde bir şeyhülislam ve bir Osmanlı paşası bulunan, kimsenin itiraz etmeyeceği bir Cumhuriyet kızı…
Pera Palas’ın Osmanlı dönemindeki son sahibi Prodromos Bodosakis’e ne olduğunu da geniş anlatının bir parçası olarak öğreniyoruz. Bu, aslında İstanbul’da servetin el değiştirmesi, o zamanın tabiriyle millileştirilmesi hikayesinin de bir parçası. İşgal kuvvetleriyle arası pek iyi olan Bodosakis 1920’de Atina’ya kaçıyor. Sahibi yurt dışında yaşadığı için otel 1923’te devlet mülkü ilan ediliyor ve daha sonra Beyrutlu Müslüman bir tüccar Misbah Muhayyeş tarafından satın alınıyor. İleriki yıllarda Atina’da servetini daha da büyütüp Yunanistan’ın en büyük sanayicisi (silah üreticisi ve tüccarı) olacak Bodosakis, diğer başka azınlık mensupları gibi Türkiye’nin ticari hayatından dışlanırken Muhayyeş’in de Pera Palas patronluğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında epey zorlu sınavlar atlatacaktır.
Charles King, savaş yıllarında tarafsız bir kent olarak casus yuvasına dönüşen İstanbul’da İngiltere’nin Bulgaristan Büyükelçisi’ne düzenlenen büyük bombalı suikasti de detaylarıyla anlatıyor. Bulgaristan’dan elçilik mensuplarının bagajlarıyla birlikte yola çıkan bombalı bavullardan biri Pera Palas’ın lobisinde patladığında ölenler olacak, savaş alanına dönen lobide kocaman bir delik açılacaktı. İngiliz elçi bu saldırıdan kurtuldu, ama Pera Palas belki de günümüze kadar sürecek uzun gözden düşme dönemine girdi. Zaten tam da bu yıllarda artık Beyoğlu’nun merkezi Tünel Meydanı’ndan Cumhuriyet’in simgesi olan Taksim’e doğru kaymış ve Pera Palas da liderliği Park Otel’e kaptırmıştı…
Charles King’in kitabı bu ve benzeri pek çok hikayeyle bana televizyon dizisinden daha ilginç geldi. Dizi izlemek güzel, ama galiba kitap okumak hala daha güzel.