Pierre Bayard ve metni yazardan özgürleştirmek

Pierre Bayard, “Ya Eserler Yazar Değiştirseydi?” kitabında meselesini, felsefe, sinema gibi farklı disiplinlere de taşıyor. Peki, Bayard’ın çabasını nasıl yorumlamalı derseniz, bence düşünür kullandığı yöntemlerle, hakkında düşündüğü “hayali yazar”, “seyyar atıf”, “sabit atıf” gibi pek çok farklı kavramla hem metni hem de yazarı özgürleştiriyor.

Metinleri yazarıyla birlikte düşünmek veya metni yazardan bağımsız ele almak edebiyat eleştirisi bağlamında çok tartışılan konulardan. Yazarın biyografisini metni anlamak için işe dahil etmek, onu esere yapıştırmak, yazarlığı değişmez bir kimlik olarak görmenin önünü açabiliyor.

Bu çetrefilli mesele ile ilgili Foucault ve Barthes’ın yaklaşımlarını da hatırlayabiliriz. Barthes “Yazarın Ölümü” (2013) metninde yazarın metinden çekilmesinden, yazdığı eser üzerindeki hâkimiyetini yitirmesinden dem vurur, artık metinlerarası bağlantıların olduğu eserde, yazar tek başına sözün hâkimi değildir, okurun devreye girişiyle de yazar bir şekilde metninin dışına itilir. Bir şekilde yapıt, okurunun doğumuyla yazarın ölümünü ilan eder çünkü okura göre değişecek pek çok yorum ortaya çıkar ve yazar artık metnin öznesi olmaktan çıkar.

Foucault ise “Yazar Nedir” adlı metninde, eserde kimin konuştuğunun önemsizleştiğini düşünür, yazarı söylemin düzeni içinde bir özne olarak ele alır ve onun her söylem türünde hangi işlevi yerine getirdiği sorusunu sorar. Ona göre; “bütün söylemler, statüleri, biçimleri, değerleri ne olursa olsun ne tür muameleye maruz bırakılırsa bırakılsın, mırıldanmanın anonimliği içinde cereyan eder”(2006: 249). Bu da eserde kimin konuştuğunun çok da önemli olmadığını gösterir. Kısaca, Barthes gibi Foucault da yazarın sözünü bir çeşit tanrısal söz olmaktan çıkarır.

Tüm bunların yanında Şestov gibi eleştirmenler de vardır ki yazarın yaşamından doğan felsefeleri olduğunu iddia ederler. Örneğin Şestov, “Dostoyevski ve Nietzsche: Trajedinin Felsefesi” (2017) kitabında konuyu tartışır. Dostoyevski’nin kürek cezasına çarptırılıp, haksız yere mahkûm edildiğinde, kendisini cezasının biteceğine ve iyi günlerin geleceğine inandırmaya çalıştığından bahseder. Yaşamının sonrasında bu “iyi günlere” kavuşamamasının, onun iyilik, kötülük, yücelik, suç gibi kavramları sorgulamasına neden olduğunu, eserlerinde de bunun yansımasının görüldüğünü savunur. Ayrıca, Nietzsche’nin de Lutherci bir papaz ailesinden gelmesinin onun yılmaz bir kuşkucu olmasında payı olduğunu, bu umutsuzluk vaat eden öğretinin onun yaşamında iz bıraktığını, yakalandığı amansız hastalığın da rolüyle kendi trajedisinden doğan bir felsefe ortaya çıkardığını düşünür.

Kısacası, yazarları eserleriyle birlikte düşünmek veya tam tersi yazarın ölümünü ilan etmek farklı tartışmaları beraberinde getiriyor. Bu konuda bir taraf tutmam gerekirse; metni yazarı olmadan düşünmenin özgürleştirici olabileceğine inandığım zamanlar daha sık oluyor ama bazı metinleri yazarının yaşamı olmadan düşününce eksik kalacağına inanıyorum, özellikle de yaşadığı çağın üzerindeki etkisini yadsıyamayacağımız yazarlar için bu yaklaşımın geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum.

Sanırım okura sunulan yolları aşındırmak, bu konudaki tartışmaları aklının bir köşesinde tutup, metinlere yaklaşırken kendi yolunu icat etmek mantıklı bir yaklaşım. Yazarı nasıl sabit bir kategori olarak düşünemiyorsak, okur için de benzer bir bakış benimsenebilir, neden olmasın?

“PEKİ, YA ESERLER YAZAR DEĞİŞTİRSEYDİ?”

Tüm bu tartışmayı hatırlamama vesile olan ise, Pierre Bayard’ın, “Peki, Ya Eserler Yazar Değiştirseydi?” adlı kitabı. Metin, Murat Erşen çevirisiyle, Everest Yayınları tarafından basıldı. Bayard yukarıda bahsettiğimiz tartışmalardan, Foucault ve Barthes çizgisine daha yakın bir eleştirmen olduğunu metin boyunca sezdiriyor. Onun yapmaya çalıştığı şey belki metni yazardan tamamen özgürleştirerek, farklı şekillerde onu değerlendirme ve dönüştürme imkânı yaratmak. Yazarı başka coğrafyalarla, başka yazarlarla birlikte düşünerek aralarında diyalojik bir ilişki başlatmak. Bayard için aşina olduğumuz ya da olmadığımız yazarları başka şekillerde nasıl düşünebiliriz sorusu önemli görünüyor. O bir “hata” olarak da görülebilecek yaklaşımını üstleniyor, yazarları tamamen tanımak imkânsızsa o zaman hayal gücünü devreye sokarak, bunun getireceği imkânları kullanabileceğimizi hatırlatıyor.

Bu nedenle eserlerin yazarlarını kısmen ya da tamamen değiştirmenin bir okuma ve eleştiri biçimi olarak işe koşulabileceğini bunun okur veya eleştirmen için farklı yollar bulmak anlamına gelebileceğini savunuyor. Fikrini gerekçelendirirken, yazarların başka isimle yazabildiklerini veya biyografik yalanlar söyleyebildiklerini hatırlatıyor, eleştirmenin buna cesaret edememesinin nedeninin ise, yazarın hâlâ bir mit ve tabu gibi ele alınmasıyla ilgili edebiyat geleneğinin yansıması olabileceğine dikkat çekiyor.

YAZAR KİMLİĞİNİN KESİNLİĞİ

Bayard, yazar kimliğinin ne kadar kesinlikten uzak olabileceğine dikkat çekerken, ilk olarak, Odysseia’nın Yunanlı bir kadın yazar tarafından yazıldığını savunan, Samuel Butler’ın “Odysseus’un Kadın Yazarı” adlı metninden yola çıkıyor. Butler, İlyada ile Odysseia’nın ton farklılıklarından, metnin bir kadın tarafından yazılmış olabileceğini gösteren alıntılardan ve metnin çeşitli yorumlarından yola çıkarak tezini kanıtlamaya çalışıyor ki yer yer bu fikre katılmanın mümkün olabileceği bir inandırıcılık sergiliyor. Çünkü Bayard’ın söylediği gibi; “Butler, İlyada’da olup bitenlerin aksine, Odysseia’da erkekleri koruyanların kadınlar olduğunun altını çizer, insani varlıklar arasındaki ilişkilere hâkim olan bu anaç anlayışın bir kadına atfedilmesi akıl çelicidir.”

Ancak Bayard’ın buradaki derdi, Odysseia’nın kimin tarafından yazılmış olabileceğine dair kesin bir kanaate varmak değil. Onun bu örnekle yapmaya çalıştığı şey bir eseri tek başına bir yazara atfetmenin ne kadar zor olabileceğini göstermek. Homeros ismi bilinmezin alanında yer tutar, yazarın isminin de bir kurgu olduğu düşünülürse aslında Butler’ın bir çeşit yazar ismi kurguladığından söz edilebilir sanıyorum. Burada gerçekleşen şey yazarın “hayali yazar” dediği durumla ilişkileniyor. Bunun anlamı, “okuyucuların bir eserin yazarı hakkında kafalarında oluşan tasavvur.”

Okuma edimin hayal gücüyle yan yana işlediği düşünülürse yazarın kafamızda kendi imgelerimizle yarattığımız bir yere sahip olduğu söylenebilir. Bu her okur için farklı anlama gelecek bir yazar kurgusu oluşması anlamına gelir.

Bayard şunu söylüyor: “Yazarı bir eserin okunmasına dahil ettiğimiz an oyuna sokulan kurgu payı ihmal edilemez ve gerçek yazarlar üzerine çalıştığımız düşüncesine takılıp kalırsak, hem tarihe yeniden can verme kapasitemiz konusunda kendimizi kandırma hem de yaratıcılık ve hayal kurmanın okumaya kazandırabileceği faydaları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.” Yazarı gerçekliğinin dışında ele almak hayal kurmayı teşvik ederken, daha yaratıcı okumaların ortaya çıkmasının aracıdır ki zaten yazarın kim olduğunu metinden yola çıkarak tamamen bilmek imkânsız değil mi?

YAZARLAR KISMEN DEĞİŞİRSE

Peki, yazarlar kısmen değiştiğinde ne oluyor? Bayard’ın bir meselesi de bu ve konuyla ilgili Roman Gary’nin, Emile Ajar olarak kendini sunmasını ilk örnek olarak gösteriyor. Başka bir isimle yazmak, biyografisiyle oynamak, edebiyat dünyasında yazarların başvurduğu bir yöntem peki, neden? Düşününce ilk bakışta bu yöntemin yazarı eleştirmenlerden, okur görüşlerinden koruyabileceği söylenebilir. Kendini başka biri olarak sunmanın getirdiği benlik yarılmasını kabul edebildiği sürece tabii.

Bayard bunu, bir perspektife yerleşmek olarak adlandırıyor ve bunun getirebileceği sonuç hakkında şunu söylüyor: “Yazarın imajı ve perspektife yerleşmesine dayanan bu çift boyutun önemini takdir etmek için, bilinmeyen bir ressama ait olduğu düşündüğümüz bir tabloya, onun ünlü bir ressamın elinden çıktığını öğrendikten sonra nasıl da farklı baktığımızı veya tam tersi durumu incelemek yeterlidir.”

Bayard’a hak vermek gerekiyor burada; sevdiğimiz, takip ettiğimiz bir yazara bakışımızla, ilk karşılaştığımız yazara bakışımız arasındaki farkı düşündüğümüzde bile aşina olunana bakışın, o an için yabancı olana bakıştan farklı olabileceğini sezeriz. Ayrıca, başka bir isimle yazan yazar açısından bakınca bu durumun epey özgürleştirici olabileceğini de inkâr edemeyiz. Çünkü bu bir bakıma farklı kimlikle başka bir metin yazmanın yolunu açarak onu çoğaltabilir.

ESER BAŞKA BİR YAZARA ATFEDİLİRSE

Bayard’ın bir kitabın yazarını tamamen değiştirdiği örnekler ise kitabın en radikal kısmı olarak yorumlanabilir. Mesela, yazarın yaptığı gibi “Yabancı”yı Kafka’nın külliyatına ekleyip, kafkaesk metin özelliklerinin absürtlüğünü akılda tutarak, yazarın başka metinlerinin ve karakterlerinin devrede olduğu, karşılaştırıldığı bir bakışla yorumlasak, onu Kafka’ya atfetsek nasıl olurdu? Bayard bunu deniyor ve görüyoruz ki “Yabancı” böylece yerleştiği yerden -mesela karakteri Mersault’nun psikolojisine, varoluş sıkıntısına, yabancılığına indirgenmiş değerlendirmelerden uzaklaşan- çıkarak daha politik bir metne dönüşebiliyor.

Ancak şunu anımsatmak gerekir ki Bayard için bu her zaman uygulanabilecek, bir yazar bir metne yakışıyor diye işe girişilecek bir durum değil. Düşünür bunun sıkıntılarından, geliştirdiği eleştirel yöntemin ne zaman işlevsel olabileceğinden de bahsediyor.

Pierre Bayard, “Ya Eserler Yazar Değiştirseydi?” kitabında meselesini, felsefe, sinema gibi farklı disiplinlere de taşıyor. Peki, Bayard’ın çabasını nasıl yorumlamalı derseniz, bence düşünür kullandığı yöntemlerle, hakkında düşündüğü “hayali yazar”, “seyyar atıf”, “sabit atıf” gibi pek çok farklı kavramla hem metni hem de yazarı özgürleştiriyor. Yazarları kendi coğrafyalarından çıkarıp, onlara başka kültürlerle karşılaşma, sınırları aşma, imkânı veriyor. Karakterleri sıkışıp kaldığı yorumlardan kurtararak onları bambaşka şekillerde tahayyül etmenin olasılığını yaratıyor. Kısacası, yazarları ve metinleri yerlerinden ediyor, yıkıp yeniden yapıyor.

Köşe Yazıları Haberleri