Putin’in Kış Olimpiyatları öncesinde 4 Şubat 2022’de Şi ile yaptığı görüşme sonrasında yayınlanan “Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uluslararası İlişkilerin Yeni Bir Döneme Girmesi ve Küresel Sürdürülebilir Gelişme üzerine Ortak Açıklama” resmi başlığıyla yayınlanan bildirileri küresel siyasette bir dönüm noktası olarak alındı.
Bu zirve Rusya’nın Ukrayna sınırına asker yığması, Çin’in ise Tayvan üzerindeki baskısını artırdığı bir döneme denk geldi ve ABD’li stratejistlerin 1990’lardan beri kafa yordukları ya da kaygılandıkları “iki cepheli savaş” ihtimaline en çok yaklaşılan bir dönemde gerçekleşti. Bu yazıda söz konusu bildirinin içeriğinden yola çıkarak, Rusya-Çin yakınlaşmasının dinamikleri üzerinde durup, bu iki gücün bize önerdikleri yeni dünya düzenin gerçekçiliği, moral değeri, varolan sorunları çözme potansiyelini tartışacağım.
Çok Kutupluluk Talebi Yeni Değil
Rusya’nın Çin’e yanaşması, Çin’in Rusya’dan destek alarak Batı’ya daha çok kafa tutması, Şubat başında yayınlanan bildirinin dünya sisteminde dönüşüm yarattığı algılamasına yol açtı. Ne var ki, iki ülkenin bu türden çıkışları yeni değil. Bunlardan ilki Nisan 1997’de dönemin Çin lideri Ziyang Zemin’in Moskova ziyaretinde Boris Yeltsin ile yaptığı görüşme sonrası yayınlanmıştı. Burada her iki bildirinin detaylı bir karşılaştırmasını yapmak mümkün değil ama temel talep ve konu başlıklarının 25 yıldır değişmeden kaldığı görülüyor.
Örneğin, yeni bir uluslararası düzen, BM’nin güçlendirilmesi ve yetkilerinin artırılması, çok kutupluluğa karşı duruş son çeyrek yüzyıldır iki ülke arasındaki bütün görüşme, bildiri ve ortak açıklamaların değişmeyen teması olarak yer alıyor. Her iki lider de yaptıkları açıklamalarda dünyanın tek kutuplu olmasından duydukları rahatsızlığı dile getirip, bazı ülke ya da ülke gruplarının (ABD ve Batı’yı kastediyor) hegemonya arayışlarına ve uluslararası ilişkileri tekeline alma çabalarına karşı çıktıklarını kendilerine özgü dilleriyle itiraz ediyorlardı.
ABD’nin Gücü Hepsine Yetmiyor
Ana ilkeler ve çıkış noktası aynı kalmakla birlikte hem son 25 yılda uluslararası sistemin yapısında önemli dönüşümler yaşandı, hem de bunlar metne bazı yenilikler olarak yansıdı. Örneğin, Çin, ABD’nin tahmininden hem hızlı büyüdü, hem de ABD’nin tanımladığı şekliyle “liberal uluslararası düzeninin” parçası olmayı reddetti. İktisadi olarak Batı kapitalizmine eklemlenirken, siyasal olarak onun dışında kaldı. Rusya ise Çin’in yükselişi, yüksek enerji fiyatları, coğrafi konumu ve akılcı diplomasi gibi avantajlarını kullanarak ABD’ye bölgesel bir rakip olarak yükseldi. ABD günümüzde bu iki güç ile mücadele etmekte zorlanmaya başladı.
ABD aynı anda, Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’ya askeri operasyonları, Çin’in Karadağ Belgrad otoyolu, Sri Lanka’da Hambantota, Pakistan’da Gwardar limanı, Belgrad Budapeşte otoyolu yatırımları, Cibuti’de askeri üs kurması, İtalya’nın Bir Yol Bir Kuşak projesine dahil olması gibi gelişmelerin hepsiyle başedemiyor. Bu yüzden ağırlığını bu tür altyapı yatırımlarını engellemek ya da Rusya’nın askeri hamlelerine askeri karşılık vermek yerine, enerjisini, Çin’in müttefiklerine 5G gibi teknolojik yatırımlar yapmasını engellemeye harcıyor, Rusya’ya sınırlı yaptırım uyguluyor, Kuzey Akım 2’de olduğu gibi en yakın müttefikini ikna etmede zorlanıyor.
Yeni Bir Dünyaya Yenilenmiş Bir Bildiri
Geçmişin artık ezberlenmiş ifadeleri yer alsa ve ruhu değişmeden kalsa da, son bildiri bazı şeyleri daha vurgulu söylüyor. Doğal olarak Arktik Denizi, Covid pandemisi gibi yeni konular da yer alıyor.
Bildiri öncelikle Ukrayna gibi sıcak bir konu gündemdeyken Ukrayna’dan bahsetmiyor ama ilginç bir şekilde Çin’in “Ukraynası” sayılabilecek Tayvan’dan adını vererek bahsediyor. Bir ihtimal, Çin öncesi ve sonraki açıklamalarda Moskova’ya destek açıklasa da, sonuçta Tayvan Çin’in varlığını kabul etmediği bir ülke iken, Ukrayna Rusya’nın tanıdığı, büyükelçi bulundurduğu BM üyesi bir ülke. Buradan, Çin’in açık bir işgale mesafeli olduğu çıkarımı yapılabilir.
Bildirinin en önemli kısmı, tarafların dünyada gücün yeniden dağıldığını vurgulamaları. Aralarındaki ilişkileri ve dostluğu da sınırsız olarak tanımlayıp, Soğuk Savaş askeri ittifaklarından daha üstün olduğunu söylüyorlar. Bu bir söylem olarak kalıyor ve içerik olarak birşey ifade etmiyor çünkü Rusya ve Çin’i birbirine stratejik olarak bağlayan ve teknik olarak ittifak denebilecek bir askeri antlaşma yok. Yani, birine yapılan saldırının diğerine yapılmış sayılması ve tarafların birbirine yardım etme yükümlülüğünü içeren bir anlaşma imzalamayı iki taraf da tercih etmiyor. Dolayısıyla, üstün olanın ne olduğu pek anlaşılmıyor. Ayrıca, aralarındaki ticaret hacmi çok düşük, insani temas vs düzeyi çok yetersiz. Rusya’nın NATO ve ABD ile ilgili yakınması olan güvenliğin bölünemezliği ve bir ülke ya da ülke grubunun güvenliği başka ülkelerin güvenliği aleyhine sağlanamaz gibi ifadeler de metinde yer bulmuş. Bu da Ukrayna adını zikretmeden Rusya’yı destekleme maddesi olarak dikkat çekiyor.
Avrasyacılığın Yükselişi Mi?
Bildiri, Avrasyacılık açısından bir zafer gibi algılansa da (Çin’in de dahil edildiği) Geniş Avrasya kavramı (Greater Eurasia), 5,300 kelimelik bildiride yalnızca bir kez geçiyor. Çin’in, Rusya ile ilişkilerini ve stratejik işbirliğini güçlendirdiği mesajını verirken, bunu Rusya’nın tercih ettiği türden bir Avrasyacılık içine yerleştirmekten kaçındığı belli oluyor. Çin kendisini Rusya merkezli bir kavram ve tanımın içine sokmak istemiyor, dış politikada elini ve seçeneklerini daha geniş tutmaya çalışıyor. Burada, Avrasya kıtasındaki Geniş Avrasya Ortaklığı’nın, Yol ve Kuşak inşasıyla paralel ve işbirliği içinde seyretmesinden bahsediliyor. Avrasya ve Yol ve Kuşak ifadelerinin tek geçtiği pasaj da burası. Çin için Avrasya bölgesi, bir arka cephe, bir yol ve enerji kaynağı olmanın ötesinde anlam taşımıyor. Tarihsel olarak Çin düşüncesine, Rusya’da olduğu gibi bir Avrasya ve Avrasyacılık fikri yok. Çin düşünce tarihinde, Rusya’da olduğu gibi modern(ist) Avrupa ve geleneksel Asya arasında bir bölünme, bunun bir sentezini oluşturma ve yeni bir kimlik inşa etme gibi kaygılar, çabalar olmadı. Çin kendi kimlik ve tarihinden son derece emin. Avrasya’ya ve Rusya ile ilişkilerine çok pragmatik yaklaşıyor, ABD ile gireceği mücadelede enerji kaynağını garantiye almaya çalışıyor. Çin’in derdi dünyanın üretim bandı haline gelmiş endüstrisini çalışır durumda tutmak ve ana kaygısı Avrupa pazarına hızlı ulaşım sağlamak, yani temelde Batı pazarına ulaşmak olan Yol ve Kuşak hattının sorunsuz işliyor kılmak.
Bu iki gücün stratejik işbirliğinin bir sinerji yarattığı doğru ama bu henüz kriz anlarında tam olarak test edilmiş bir ittifak ilişkisi değil. Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik açıdan ne kadar derinleşeceği ucu açık bir konu.
Çok Kutupluluk Meselesi
Yukarıda değinildiği gibi bu iki ülke de ABD merkezli küresel sistemin kendisine ve işleyişine karşılar. Ama bu konu taraflar arasında ilginç bir şekilde ele alınmış. Öyle görünüyor ki, çok kutupluluk konusunda iki taraf arasında tam bir uyuşma sağlanamamış ve konu tarafların farklı pozisyonlarını karşılıklı destekleme şeklinde formüle edilmiş: “Rus tarafı, Çin tarafının önerdiği ‘insanlığın ortak geleceği için bir topluluk” (community of common destiny of mankind) oluşturulması kavramının önemini not eder...” derken, bunun karşılığında “Çin tarafı, Rusya tarafının uluslararası ilişkilerin adil bir çok kutupluluk kurulması için gösterdiği çabaların önemini not eder” demektedir. Yani, Çin çok kutupluluk yerine insanlığın ortak geleceği ve dayanışmayı öne çıkarmaktadır ve bu nokta önemlidir. Rusya ise çok kutupluluk istemektedir ve Çin, Rusya’nın bu hedeflerini not ettiğini belirtmekle yetinmektedir. Aslında ortak bir ifade yerine, tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin pozisyonlarını not etmeleri, küresel sistemin geleceğine dair iki ülkenin bakış açısındaki farklılığa işaret ediyor. Bu zirve ve bildiri bir bakıma iki gücün ABD karşıtlığında buluştuğu ama sonrasında nasıl bir uluslararası düzen istediklerine dair yaklaşımlarının ayrıştığını gösteren bir gelişme.
Uluslararası ilişkiler mantığı açısından bakıldığında “çok kutupluluğun” talep ediliyor olması başlı başına bir sorundur. Küresel hegemonik bir güçten dünyanın çok kutuplu olmasını istemek anlamlı değildir. Realizme ait bir kavram olan çok kutupluluk, uluslararası sistemi oluşturan aktörlerin gücündeki değişimin bir yansıması ve sistemdeki değişimin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Bu haliyle, yeni bir uluslararası sistem türü, çağrıda bulunarak, bildiriye madde koyarak gerçekleşemez, bunun dünya tarihinde bir örneği yok. Geçmişte Viyana Kongresi sonrası kurulan, çok kutuplu olarak tanımlanabilecek bir düzen vardır fakat orada bütün aktörler yer alır ve muhafazakar, statükocu bir düzen kurulur. O düzen, hakim bir ülkeden talep edilmez. Rusya’nın bu talebi uzun süredir dile getirdiği biliniyor ve 1997’deki bildirinin başlığına bunu koyulmuş. Ama muhtemelen, uzun vadede ABD’nin yerine göz koymuş olan Çin, çok kutupluluk çağrısının öne çıkmasını tercih etmemiş. Her ne kadar metinde çok kutupluluk kavramı geçse de, bu talebin Rusya’ya ait olduğunu göstermek istemiş. Çin zaten kendisini bir kutup başı olarak görüyor da olabilir, ki şu anki uluslararası sistemin yapısına bakıldığında öyle de kabul edilebilir. Kısacası, çok kutupluluk, bir talep değil düzenin kendisidir. Deneyimli Rus diplomasisinin 25 yıldır çok kutupluluk istiyor olmasını anlamak mümkün değil.
Çok Kutupluluk Adil Bir Düzen Mi?
Bu talebin ikinci bir boyutu, adil bir uluslararası düzen fikriyle ilgilidir. Her iki gücün de BM’yi güçlendirme, ABD hegemonyasının geri çekilerek, çok kutupluluğa, çok taraflılığa alan açma çağrısı sonuç verse bile bununla daha adil bir uluslararası sisteme ulaşılacağı iddiası çok tartışmalıdır. Öncelikle, bu iki ülke küresel sistemde ABD’nin hegemonyasına karşı çıkarken, bunun yerine, küresel iktidarın tepesinde kendilerine yer açılmasını talep ediyorlar. Rusya bunu kalıcı bir statü (kutup başı), Çin ise ABD’yi bulunduğu konumdan iterek yerine geçmeye yönelik bir geçiş süreci olarak görüyor. Bu iki ülke iktisadi, siyasal ve stratejik olarak özellikle 1990’dan itibaren yoğun bir hiyerarşi içeren küresel düzeni jeopolitik hamlelerle, kendilerine uygun hale getirmeye çalışıyorlar. Küresel sistemin tepesinde, ABD’nin kendilerine daha fazla yer vermesini ya da hakim gücün el değiştirmesini uluslararası sistemin adil hale gelmesi olarak sunuyorlar. Jeopolitik bir dönüşümü küresel adaletin sağlanması olarak görüyorlar. Bu son derece devlet merkezci, yukarıdan inmeci, dünyadaki milyarlarca insanın, toplumun, farklı sorunları bulunan halkların istek, ihtiyaç ve beklentilerini dikkate almayan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım uluslararası sistemindeki adaletsizliği, Çin ve Rusya’nın güçleri oranında küresel sistemin işleyişinden fayda sağlayamamasına indirgemektedir. Örneğin, küresel ölçekteki korkunç gelir dağılımı bozukluğun giderilmesi yerine, vurguyu devletlerin egemenliğine ve devletler arasındaki eşitsizliğe yapmayı tercih ediyorlar. Batı’nın küresel etkisinin azalmasının ve Rusya ve Çin’in etkisinin artmasının otomatik olarak dünyayı daha adil bir yer haline getireceği önermesi, kendi başına test edilmemiş, bu ülkelerin iç yapılarına ve özellikle demokrasi, içerideki gelir dağılım bozukluklarına bakıldığında umut verici gözükmemektedir.
ABD merkezli Batı sistemine karşı güç merkezi ya da merkezlerinin yükselmesi, bazı açılardan önemli olabilir. ABD’nin işgal, müdahale, darbe, halk hareketleri vs gibi yöntemlerle çevre ülkeler üzerinde baskı kurduğu, ekonomik bağımlılık ilişkileri geliştirdiği biliniyor. Bunun tümüne emperyalizm diyoruz. Eğer Çin ve Rusya’nın işbirliği ABD’yi bu tür müdahalelerden vazgeçiren bir etkiye sahip olursa, bu olumlu bir gelişme olabilir. Ama bu yalnızca bir imkan, bir başlangıç noktası olarak değerli olabilir. Bunu tek başına dünyadaki yerleşik sorunların nihai çözümü olarak alamayız.
Kaldı ki, iki ülke arasındaki söz konusu işbirliğinin hangi yöne doğru evrileceği, örneğin önümüzdeki dönemde birbirinden aldıkları güçle eş zamanlı bir Ukrayna ve Tayvan işgallerinin gerçekleşmesi durumunda bu işbirliğinin dünyaya ne fayda sağlayacağını daha çok düşünmek gerekecek. Ya da ABD, Rusya ve Çin ile kapalı kapılar ardında pazarlık yaparak, kendisine Afrika’da daha geniş hareket alanı sağlama karşılığında Ukrayna’yı askeri ve/veya siyasal olarak Rusya’ya bıraksa, Çin’in de Tayvan’ı ele geçirmesine göz yumsa, daha adil bir dünya düzeni kurulmuş mu olacak? Putin ve Şi’ye göre evet. Bize göre hayır olmalı!