Bundan tam 15 yıl önce Münih’te yapılan bir konuşma hem salonda hem de küresel gündemde üstüne konuşulması gereken bir etki yarattı. Söz konusu konuşmayı yapan, 24 Şubat (bugün) Türkiye saatiyle 05.45’te ulusa seslenen, aslında dünyaya mesaj veren Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den başkası değildi.
Putin sabah saatlerinde yaptığı açıklamada Donbas bölgesine özel bir operasyon başlattıklarını duyurdu, aynı anda New York’ta BM binasında Güvenlik Konseyi acil çağrıyla Ukrayna’daki durumu görüşüyordu. Elbette Putin, Güvenlik Konseyi toplantısıyla ulusa seslenişin aynı zamana denk gelmesine özen göstermişti. Putin’in konuşmasındaki meydan okuma ve söylediklerini anlamak için yeniden dünyada soğuk duş etkisi yaratan konuşmasına dönelim.
2007’DE SİNYALİ VERİLEN SAVAŞ: MÜNİH’TE NE OLMUŞTU?
Münih güne telaşla başlıyor. Tarih 10 Mart 2007. Güvenlik Konferansı başlıyor. Ve sahneye Putin çıkıyor. Yaklaşık yarım saat süren konuşmasında Putin temelde iki konudan şikayetçi. NATO genişlemesi ve tek kutupluluk - ABD’nin başına buyruk hareket etmesi. Irak’ın 2003’te ABD tarafından işgal edilişi dikkate alındığında 2007’deki sözlerin odağında tek kutupluluk olması anlaşılır. Nitekim Rusya bu konuşmadan çok önce 1996’dan bu yana dış politikasında tek kutupluluk yerine çok kutupluluğu temel alan bir ilkeyle hareket ediyor.
NATO genişlemesi Putin’in Münih’teki konuşmasının ana konularından biriydi. Şöyle diyordu: “NATO genişlemesi, ittifakın modernizasyonundan ziyade karşılıklı güveni azaltan bir provokasyon hamlesidir.” Aslında Putin açıkça şunu soruyordu: NATO ne için genişliyor, NATO kime karşı genişliyor?
Bu konuşmadan sonra da NATO genişlemeye devam etti. Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Hırvatistan ve Karadağ NATO şemsiyesi altına girdi. NATO bir yandan üye alımına devam ederken üyeleri içinde de dışarıda da “Genişleme gerekli mi?” sorusu akıllardaydı.
1997’de NATO ile Rusya arasında Kalıcı Ortaklık Konseyi’nin kurulması için imzalar atıldı, ertesi yıl dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Soğuk Savaş sonrası ilk genişleme dalgasında Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın NATO üyeliğini eleştirmişti. Yeltsin’in de Putin’in de eleştirileri daha sıklaşacaktı. Üstelik bu konuda tek değillerdi. SSCB’yi çevreleme politikasının mimarları arasında sayılan George F. Kennan, hem o dönemde hem de sonrasında NATO genişlemesinin Rusya tarafından tehdit olarak görüldüğünü ve bu genişlemenin doğru olmadığını söyleyecekti. Ancak Kennan’ın sözleri duyulmadı, dinlenmedi. Nihayetinde 2008’de Almanya ve Fransa’nın itirazlarına karşın Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği için kapının açılabileceği belirtildi. Bu NATO’nun Budapeşte’deki zirvesi sonrasındaki açıklamasında da yer aldı.
RUSYA’NIN ARKA BAHÇESİ VE NATO’NUN HAMLELERİ
Rusya dış politika belgeleri, liderlerin söylemleri incelendiğinde özellikle 2004’teki renkli devrimler sonrası belirginleşecek şekilde 1993’te Karaganov Doktrini ile arka bahçe ilan edilen Eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri (ESBC) Rusya’nın ulusal güvenliğinde tampon bölgeler olarak görülüyor. Burada yaşanan bir değişim, buraya dönük bir müdahalenin Moskova’ya yayılma ve ulaşma hızı hesaplanıyor. Üstelik Soğuk Savaş’tan aşina olunan füzelerle sınırlı değil artık kaş kaldırmaya neden olan.. Bu bölgelerdeki seçimler, toplumsal ayaklanmalar, diğer ülkelerle yapılan görüşmeler Moskova’nın dikkatle takip edecekleri listesinde yer alıyor. Rusya’nın bu bölgelere gösterdiği önemin, hassasiyetin gerisindeyse, 1990’larda Batı’nın kendisini güdüme alma stratejisini tamamlama amacının olduğunu düşünüyor. 1990’lardaki yıkım ve uygulanan şok terapi modeli, yönetim şekline dönük dayatma, Rusya açısından dizginlenme, benzeştirilme ve asimile edilme adımları olarak görüldü. Bu nedenle Putin 2000’lerde başka bir modelle yola koyuldu. Ancak kötü haberi şimdiden verelim o yeni model, inatla sol nüveler aradığı bir yaklaşıma dayanmıyor. Rusya’daki gelir uçurumu ve gücüne güç katan oligarklara bakmak bile Putin’den bir devrimci sol lider çıkarmanın imkansızlığına karine. Putin’in Batı sistemini eleştirdiği, ABD’yi yerdiği açık, ancak yerine koymak istediği, konuşmalarında söylediği gibi eşitlikçi bir küresel düzen değil, Rusya’da sosyalizmi temel alan bir ideolojik yapılanma hiç değil.
Bu çerçevede 2005’te SSCB ile ilgili sözleri hatırlanabilir: SSCB yıkıldığında üzülmeyenin kalbi yoktur, bugün SSCB’yi yeniden kurmak isteyeninse aklı yoktur. Peki Putin ne istiyor?
PUTİN DÜNYADAN NE İSTİYOR?
Son bir haftada Ukrayna dönük Rusya’nın adımları Putin’in düşü konusunda soru işaretlerine neden oluyor. Bununla beraber yeniden Münih konuşması ve sonrasına dönmek durumu anlamaya katkı sunabilir.
Münih’te açıkça NATO’nun genişlemesini politikasını eleştiren Putin yönetimi, 2008’de Gürcistan’a müdahale etti. Gürcistan Rusya’ya karşı savunulmadı. Hatta kısa sürede gündemden düştü. Hem NATO hem de Rusya’nın odağında Zbigniew Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’nda önemli taşlardan biri olarak gördüğü Ukrayna olacaktı. Brzezinski ABD’nin Avrasya’da uygulaması gereken stratejisini aktarırken Ukrayna kısmına özel bir vurgu yapar. Rusya’nın imparatorluk olmasını engellemek için yapılacaklar listesinin başına Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaştırılmasını görür.
Öte yandan Rusya, Slav çekirdeğin üç halkasından (Rusya, Belarus, Ukrayna) biri olan Ukrayna’nın etki alanından çıkmasını kabul etmedi, etmiyor. Tam da bu nedenle Gürcistan’dan farklı olarak Rusya’nın dikkati Ukrayna’nın üzerinde oldu. Mümkün mertebe kendisine yakın yönetimlerin Ukrayna’da iş başında olmasını istedi, bazen başardı. Rusya, Ukrayna’nın NATO ve AB ile yakınlaşmasını, üyelik hayaline (maalesef bu bir hayal) kapılmasını, Ukrayna halkının iradesi olarak görmedi, görmüyor. Nitekim Putin’in bu hafta içinde 22 sayfalık konuşmasında anlaşıldığı üzere zaten Ukrayna’ya bir irade /karar verme alanının açılması hataydı. Bu konuda Lenin başta olmak üzere SSCB liderlerini eleştirmekten geri durmadı. Putin’in bu bakış açısından ciddi sorunlar var.
Ukrayna’nın tarihsel geçmişi geleceği üzerinden bu kadar etkili olmamalı, Putin de bir başka ülke de kalkıp diğer bir egemen devlete ne yapacağını söylememeli. Ancak bugün canlı olarak bazılarımızın izlediği BM Güvenlik Konseyi’nde 15 üye varken hepimizin gözleri çifte veto yetkisine sahip 5 devlete (ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya) dönüyorsa, en kıymetli açıklamalardan birini yapan Kenya temsilcisine masadaki süs muamelesi yapılıyorsa egemen eşitliğine dayanan BM, küresel yapının eşitliğe dayanmadığını biliyor olmalıyız. O nedenledir ki Putin neredeyse Ukrayna’ya “sizin karar alabilecek bir iradeniz mi var!” diyebiliyor. Bunu dediğinde herkes “Ama olmaz ki böyle açıktan söylenmez ki” demekle yetiniyor. Yani Ukrayna halkının “NATO başta olmak üzere bir örgüte katılmak istiyorum” demeye hakkı var. Ancak daha eşit olanlardan Rusya’nın bunu engellemeye de. Bu çıkarım yazının yazarının değil, küresel sistemin işleyişinin bir sonucu. Bu durumun ayırdında olan Putin bu hamleyi engellemeye ve mümkünse buradan kazançla çıkmayı istiyor.
Ancak sorulması gereken bir soru daha var: Rusya’nın Ukrayna konusunda daha farklı bir tepki vermesi beklenebilir miydi? Buna karşın neden Ukrayna cesaretlendirildi?
RUSYA İRAN GİBİ OLUR MU?
Ukrayna’nın NATO üyeliğinin yakın zamanda olmayacağı aralık ayında kendisine iletildi. Ancak bu mesajı iletenler aynı zamanda uzun süredir Ukrayna’ya silah desteği sağlayanlar, işgal geliyor, asker yığılıyor diyerek alarm zilleri çalanlar. Ukrayna’nın NATO ile yan yana gelmesinin Rusya’da tepki yaratacağı açıktı. Ancak Trump sonrası ilişkileri onarma misyonu edinen Biden Yönetimi için Almanya-Rusya bağı başta olmak üzere Rusya’nın Avrupa’daki gücünün zayıflatılmasında Ukrayna kritik bir uğraktı. Örneğin Rusya ısrarla Minsk Anlaşması’nın hatırlatırken Washington’ın bir kez olsun “Bu anlaşmaya neden uyulmuyor, Fransa ve Almanya neden bu konuda sessiz” dediği görülmedi. Tam tersi bir politika ve dinamiğe yaslanıldı. Bunun yanı sıra medya başta olmak üzere pek çok yapı, organ kışkırtıcı bir dil kullanmaktan geri kalmadı. Ukrayna’ya silah sevkiyatının önündeki engeller kaldırıldı. Silah yollamakta isteksizlik gösteren Almanya parmakla işaret edilip, hizaya sokuldu.
Rusya bugün kendi saikleriyle Ukrayna’ya girdi. Nerede duracağına dönük tahminde bulunmak güç. ABD sert yaptırımlardan bahsediyor. AB, yine üzgün ve endişeli. Kiliselerde Ukrayna için dua ettikleri tahmin ediliyor. Rusya’ya ne kadar yaptırım uygulanırsa uygulansın bugün dünya ABD ile Avrupa’dan ibaret değil. BM Güvenlik Konseyi’nden kapsamlı yatırımlar çıkmadığı takdirde Rusya’nın sistemden dışlanamayacağı da. Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye (çifte veto yetkisi) olduğuna göre BM yaptırımları bir hayal. Dahası BM Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği korunmasında meşru şiddet tekeline sahip tek yetkili organ olduğuna göre Rusya’ya dönük kapsamlı bir askeri harekat da mümkün değil. Yani Rusya’dan bir İran çıkaramazsınız. Kaldı ki Hindistan ve Çin gibi Rusya ile yakın ilişkileri olan iki dev ekonominin Rusya’ya dönük eleştirisi dahi yok. Peki ne olacak?
Ukrayna savaşında kimin kazanacağını kestirmek güç. Ancak Batı blokunun Gürcistan’da, 2014’te Kırım’da olduğu gibi üç yaptırım beş azarla bu işi kurtarma, başına kuma gömme politikasının AB’nin kendi içinde dahil olmak üzere yıkıcı etkileri olacağı açık. Ancak savaşın açık kaybedenleri şimdiden belli. Tıpkı Afganistan’da, Suriye’de Libya’da, Irak’ta olduğu gibi burada da kaybeden, başka ülkelerde yaşama tutunmak için yola reva olacak olan masumlar, mazlumlar, yoksullar ve kaçacak yeri olmayanlar…