Yıl 1992. Tarih 30-31 Ekim. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) dağılmasının üzerinden henüz tam olarak bir yıl dahi geçmemiş. Ankara önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhurbaşkanları bir araya geliyorlar ve ortak tarih, köken, dil, kültür gibi kendilerini birbirlerine bağlayan değerlerin meyvelerini vermesi için güçlü bir adım atıyorlar. Aradan geçen bir kaç yıl içinde bu altı ülke bir araya geldikleri toplantılar sürecine "Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi" adını vererek yavaş yavaş kurumsallaşma adımlarını atmaya başlıyorlar. Kolay ilerlemiyor süreç. 2000 yılına kadar altı ülkenin birlikte katıldıkları toplantılar, o yıldan sonra kah birinin kah diğerinin katılmaktan imtina etmesi ya da katılım düzeyini düşürmesi nedeniyle bir türlü sürdürülebilir bir bütünlük kazanamıyor.
2009 yılında, yani başlangıcından 17 yıl sonra, bu defa Nahçıvan'da Azerbaycan'ın ev sahipliğinde gerçekleşen toplantı kurumsallaşma açısından önemli bir gelişmeye sahne oluyor ve ülkeler "Türk Keneşi" adı altındaki konseyin kurulmasına karar veriyorlar. Artık Türk Dili Konuşan Ülkeler kurumsal yapısı olan bir kuruluş haline gelmiştir. Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) olarak anılmaya başlayan bu kuruluş yıllık zirve toplantılarının yanı sıra bağlı kuruluşlar, parlamenter yapılanması, üye ülkelerin bakanlarının da ayrı toplantılar yapmalarıyla tam anlamıyla olgun bir uluslararası kuruluş haline geliyor ve üye ülkeler arasındaki işbirliği günden güne gelişiyor.
Tüm dünyanın dikkatini çeken gelişme
Yıl 2022. Tarih 11 Kasım. Bu defa üye ülkeler Özbekistan'ın Semerkand kentinde bir araya gelerek önemli bir adım daha atıyorlar. İlk kez Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) teşkilatın gözlemci üyesi olarak kabul ediliyor. KKTC'nin bu statüyü Türkmenistan ve Macaristan gibi ülkelerle paylaşması ise KKTC'nin tanınırlığı ve uluslararası olgunluğu açısından tüm dünyanın dikkatini çekecek bir gelişme oluyor.
Elbette bu ilerleme kolay olmadı. Kıbrıs Türklerinin egemenlik mücadelesi ve Kıbrıs Rumları ile eşit statü sahibi olma uğraşı 2017 yılında İsviçre'nin Crans Montana kentinde yapılan son toplantıdan sonuç alınamayınca yeni bir safhaya girmiş, Türkiye ve KKTC bu yeni safhanın yeni bir sayfa olması gerektiğini açıklamışlar ve o günden itibaren de Kıbrıs adasında "iki devletli çözüm" fikri dile getirilmeye başlamıştı. Kıbrıs Türklerinin haklı davasının ısrarlı takibi sonunda TDT'nın 2024 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te yapılan zirveye KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar'ın "onur konuğu" olarak davet edilmesi ise bu kararlılığın güçlendiğinin kanıtı olmuştu.
4 Nisan 2025 tarihinde ilmek ilmek dokunmuş olan gergef yırtılıverdi. KKTC'nin gözlemci üye olarak TDT zirvelerine katılma hakkı elde ettiği Özbekistan'ın Semerkand kenti bu defa Avrupa Birliği (AB) ile Orta Asya Cumhuriyetleri arasında yapılan bir zirve toplantısına ev sahipliği yaptı. Bu toplantıda üç yıl önce KKTC için atılmış olan adımlar ve verilmiş olan sözler bir çırpıda siliniverdi. Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan Güney Kıbrıs'ı tanıma ve bu ülke ile diplomatik ilişki kurma kararı aldılar.
AB ise Orta Asya'daki kardeş cumhuriyetler ile ilk kez böyle kapsamlı bir zirve toplantısı yapmış oldu ve "stratejik işbirliği" başlattı.
KKTC'nin uluslararası toplumla kucaklaşma süreci darbe alacak
Şimdi ne olacak? Sanırım bundan sonra KKTC'nin TDT zirvelerinde gözlemci statüde yer bulması zorlaşacak. Yoksa Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan bunu Kıbrıs Rumlarına, Yunanistan'a, hele hele AB'ye nasıl anlatırlar? Dolayısıyla KKTC'nin uluslararası toplumla kucaklaşma süreci de ciddi bir darbe alacak.
Diyeceksiniz ki, bayram değil seyran değil, AB Orta Asya'yı niye öptü? Şöyle diyelim: AB küresel dengelerde irtifa kaybediyor da ondan. Dünya yeniden şekilleniyor, kartlar yeniden dağıtılıyor, yeni bir "Büyük Oyun" sahneleniyor, üstelik yeni aktörlerle. Şimdi tüm dünyanın endişesi gümrük tarifeleri üzerinden başlayan ticaret savaşlarının nereye varacağını kestirebilmek ve ona göre gereken önlemleri almak. İçinde yuvarlandığımız sisteme "çok kutuplu" değil de "çok merkezli" sistem denmesinin daha doğru olacağını bu köşede haftalardır dile getiriyorum. Öyle bakıldığında, zaten asla bir "kutup" olabilme yetenek ve olanaklarına sahip olmayan AB'nin asıl derdi hiç olmazsa o çok merkezlerden biri olmak. Yoksa, Orta Asya ülkeleri 1991'den beri bağımsız ve egemen devlet yapılarıyla yerlerinde dururken bu coğrafyayı 35 yıl sonra keşfetmelerinin başka açıklaması olabilir mi?
Bir yandan ABD-Çin gerginliği ufak ufak tırmanırken, bir yandan Trump'ın AB'ye uyguladığı tarifelere nasıl cevap verileceği düşünülürken, bir yandan ABD'nin NATO ile başlatması beklenen gerginliğin ön adımları atılırken, küresel ekonomik dengelerin alt-üst olduğu, tedarik zincirinin sarsıldığı bu ortamda AB'nin kendine yeni pazar arayışlarına girmesini normal karşılamak gerekiyor. Ancak, AB'nin asıl yapması gereken kendine uzak coğrafyalarda maceralar aramak yerine, öncelikle kendine yakın coğrafyalarla bütünleşmek, üyelik müzakerelerini askıya aldığı Türkiye ile ilişkilerini düzenlemek olmalıydı.
AB Türkiye'ye hep kompleks içinde bakmaya alıştı. Bu kompleksin arka planında birliğin topyekun kompleksinden çok bazı üyelerin ulusal kompleksleri rol oynuyor. O kadar ki, örneğin tüm dünyada küresel bir gerginlik ve çatışma endişesinin arttığı bir dönemde güvenlik açığını kapatmak için Türkiye'ye göz kırparken dahi samimi davranmıyor. Orta Asya ülkeleri ile atılan adım da, niyet bu olmasa bile, Türkiye ile kardeş ülkeler arasında gelişen işbirliğini baltalamak için kimi AB üyelerine fırsat penceresi açmaya aday görünüyor. Balkanlarda öyle olmadı mı?
Hal böyle olunca ister istemez akla şu soru geliyor: Bütün kabahat AB'de mi? Madalyonun diğer yüzüne baktığınızda her şey dört dörtlük, mükemmel ve kusursuz bir şekilde devam ediyor mu? Yoksa atılan bazı adımlar çıkarlarımızı olumsuz etkileyen geri dönüşlere mi yol açıyor? Türkiye dış politikada gerçekçi bir dış politika izlemeyeli yirmi yılı geçti. Kayıplarımız da oldu kazançlarımız da, lakin bilançonun artı değer gösterdiğini ileri sürmek oldukça zor. Bu durumda enseyi karartmamak da oldukça zor. Ama bir soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Sahi, biz sarı öküzü ne zaman verdik?