“Yolun iki kenarında, ekin tarlalarının şurasında burasında, ters yüz olmuş otomobiller, terk edilmiş tanklar seçiliyordu, hepsi patlamalarda hurdaya dönmüştü. Ancak tek bir insan yoktu, canlı hiçbir şey yoktu, ceset bile yoktu, at leşi bile. Miller ve millerce çevrede ölü demirden başka bir şey yoktu. Makine leşleri, yüzler ve yüzlerce sersefil çelik leş. Tarlalardan ve bataklıklardan çürümüş demir kokusu yükseliyordu. Bir bataklığın ortasında bir uçağın gövdesi yükseliyordu çamurdan. Üzerinde Alman haçı açıkça seçiliyordu, bir Messerschmidt’ti. Çürümüş çeliğin kokusu insan kokusunu, at kokusunu (hani şu eski savaşların kokusu) bastırıyordu; o acı o iğrenç yanmış demir, kokuşmuş çelik, ölü makine kokusunda buğdayların kokusu ve ayçiçeklerinin o delici tatlı kokusu bile yok oluyordu. Uçsuz bucaksız düzlüğün en son sınırlarından rüzgarın kaldırdığı toz bulutları her hangi bir organik madde kokusu taşımıyorlardı, demir tozu kokusu taşıyorlardı ve giderek ovanın bağrına daldıkça, Nemrowskoye’ye yaklaştıkça otlarda bile benzinin o belirsiz, sert, sarhoş edici kokusu vardı; sanki insanların ve hayvanların kokusu bitkilerin otların ve balçığın kokusu o benzin ve kavrulmuş demir kokusuna yenik düşmüştü.”
Curzio Malaparte, 2. Dünya Savaşı sırasında Ukrayna’da otomobiliyle yol alırken gördüklerini böyle anlatır. Malaparte’nin ‘Kaputt’ adlı romanı (Çev: Neyyire Gül Işık) savaşın korkunçluğu ve başta yönetici sınıflar olmak üzere insanlığın çürümüşlüğü üstüne epik, etkileyici bir anlatı. Demir ve çelik enkazlarının oluşturduğu dehşet verici görüntü ve onu simgeleyen, insanın ve doğanın kokusu yerine her yeri kaplayan çürümüş demir kokusu, sanıyorum bu kitabın en etkileyici yerlerinden biri. Mallaparte dönemin kıyıcılığını coşturan sanayi ve teknoloji düşkünlüğünün sonucu olan ölüm makinalarına bakıyor uzun uzun; onların enkazlarından oluşan bir savaş atmosferi aktarıyor bize. Şimdi düşünüyorum, acaba 70 yıl sonra Ukrayna ovaları yine böyle mi görünüyor, yine kavrulmuş demir ve benzin mi kokuyor? diye. Büyük ihtimalle evet, öyle...
Amerika’ya göre, Rusya-Ukrayna Savaşı’nda bugüne kadar 200 bin asker öldü ya da yaralandı. Bu muazzam rakam, bize orada yaşanan dehşetin boyutunu gösteriyor. Ukrayna’da dünyanın en büyük askeri güçleri doğrudan ve dolaylı olarak karşı karşıya gelmiş, öldürüyor, yakıyor, yıkıyor. Haberlere yansıyan bina yıkıntıları ya da uzaktan bombardıman görüntülerinin bizden sakındığı vahşet, hiç şüphesiz savaş alanına zoom yapmak mümkün olduğunda görünecektir. İşte iki üç gün önce ‘garip ama gerçek’ haberi olarak verilen bir gelişme. Rus doktorlar, askerin göğüs kafesine sıkışan el bombasını koruyucu kıyafetler giyerek çıkartmış… Bir insanın göğsüne patlamamış bir el bombası nasıl saplanır? Büyük bir patlamayla mı, hemen karşısındaki insanın göğsüne doğrultulmuş bir bomba atıcısıyla mı? Bu nasıl bir vahşettir! Bu vahşete her defasında şaşırmak bizim insanlığa borcumuz. Ama aslında birbirini paramparça etmek üzere boğaz boğaza gelmiş insanlar nasıl da bir şiddet fırtınasına kapılır, bunu hepimiz bal gibi biliyoruz. Yaşamasak da bize yüz yıldır bütün bunları anlatıp duran yazarlar, sinemacılar var…
Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerine girenlerden hiçbiri bir daha eskisi gibi olmadı. O zaman da gazetelerde yer alan haberler büyük haritalar üstünde, devasa orduların hareketlerini ve imparatorların, generallerin sözlerini aktarıyordu. Savaşı yaşayanlar ise gerçekleri asla unutmadı. Bizim de Çanakkale Cephesi’nde başımıza gelen siper savaşlarının en fenası Fransa-Almanya cephesinde gerçekleşti. O dönem yaşanan şiddet o kadar büyüktü ki bundan insanlığın vicdanı da hasar gördü. ‘Mağluplar’ adlı kitabında Robert Gerwarth (Çev: Yüksel Taşkın) Birinci Dünya Savaşı’nın bitmeyip sürdüğünü, sonraki yıllarda Avrupayı kasıp kavuran katliamlar ve sivil ölümlerinde savaş sırasında toplumlara sirayet eden acımasızlığın etkili olduğunu anlatır. İnsanlığı sakatlayan o vahşeti anlatan sayısız eserden biri de Erich Maria Remarque’ın romanı ‘Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok’. Sinemanın çok sevdiği bu romanın 1930’daki ilk uyarlamasını Atatürk’ün de Elhamra sinemasında izlediği bilinir. Geçenlerde Netflix’de romanın üçüncü uyarlaması gösterime girdi. Savaşın korkunçluğunu, güle oynaya kahraman olmaya giden gençlerin daha ilk dakikada kapıldıkları dehşeti, hayatın kısa sürede anlamını nasıl yitirdiğini, makineli tüfeklere doğru koşan binlerce insanın nasıl ölüp gittiğini ve bütün bunları generallerin nasıl da umursamadıklarını anlatan filmi izleyip de etkilenmemek mümkün değil. Savaştan sadece bir dizi kahramanlık ya da ulusal mesele gibi bahsedenlere karşı işin gerçeğini anlatan görkemli bir yapım Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok. Filmde anlatılan Birinci Dünya Savaşı’ndaki şiddetin daha fazlası İkinci Dünya Savaşı’nda yaşandı. Teknoloji daha da gelişmişti, insanları yakıp parçalayıp öldürmek daha da kolaylaşmıştı. Ama belki de hiçbir savaş 19. Yüzyılın görece sükuneti üstüne gelen 1914 kadar insanlığı şoke etmedi. Belki de Avrupa’nın kolektif bilinci 1. Dünya Savaşı’nın acımasızlığı üstüne ikincisini daha kolay göğüsleyebildi. Nitekim bize 2. Dünya Savaşı’nın yıkıcılığından geriye, kötülüğün simgesi olarak Nazi anlatısı kaldı. Biraz da o vahşeti Nazilere yükleyip kolektif kabahati hafifletmeyi tercih ettik.
İki büyük savaşa katılıp o etkili romanları yazan Mallaparte ve Remarque’dan çok başka bir yazar, Jean Christoqhe Grange de savaş yıllarına gidiyor yeni kitabında. ‘Mermer Adam’ (Çev: Tankut Gökçe), Nazi Berlini’nde işlenen bir dizi cinayeti anlatıyor. Romanın finalinde kahramanlarımız karlarla kaplı Ukrayna’da uzun bir yolculuğa çıkıyor. Grange bize Nazi Almanyası’nın zenginleri, işbirlikçileri, yoksulları ve her tür zulme maruz kalanlarıyla birlikte renkli bir panoramasını sunuyor. Nazilerin düşünce ve yönetim sisteminin detaylarına inmeye gayret ediyor. Bir kötülük kültürü olarak Nazizmin işlediği insanlık suçlarını, bireylere hatta kitlelere deney hayvanı kadar bile değer vermeyen delirmiş şiddeti konu ediniyor. Savaşın cephe gerisinde bile acımasızlığı sıradanlaştıran halini hatırlatıyor Grange. Sakat bırakılan, kısırlaştırılan, organları kesilip yakılıp, zehirlenip, yakılıp yok edilen Çingenelerden, savaş esirlerinden, Ukraynalı sivillerden söz ediyor…
Ukrayna’da bir kez daha insanlar en gelişmiş makinalar, bilgisayarlar, silahlar yardımıyla birbirini öldürüyor. Ölü ve yaralıların yüzbinlerle ölçüldüğü, on binlerce sivili de içine alan bu katliamın tüyler ürpertici yanı korkarım yine her şey bitince ortaya çıkacak. Savaşın perde arkası diye anlatacaklar parçalanmış, yanmış bedenleri, her tür aşağılamayı, tecavüzü, yağmayı ve diğer kötülükleri… Savaşın perde arkasından bahsedenler ilk baktıklarında perdenin önünde haklı ve seyre değer bir şeyler görüyor olmalı ki perdeyi aralamak için her şeyin olup bitmesini bekliyorlar. Her defasında yeniden…