“Haber alma değil, haber olma hakkının da önüne geçilebilecek”, “yurttaş yorum yaptığında kendini savcı karşısında bulabilir”, “sivil toplum rapor yayımlayamayabilir”…
Bu yorumlar, Gazeteci Dayanışma Ağı’nın Basın Özgürlüğü’nün Türkiye Sorunu Çalıştayı’ndaki “Sosyal medya yasası” başlıklı ilk oturumundan. Medyanın “dezenformasyon yasası”, basın meslek örgütlerinin “sansür yasası” olarak andığı ve internet haber sitelerinin basın kanunu kapsamına alınmasını hedefleyen yasa teklifi, TİP Milletvekili Ahmet Şık ve Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği Eş Direktörü, Avukat Veysel Ok ile katıldığımız oturumda etraflıca tartışıldı. Gözüken o ki konu şimdilik sadece gazetecilerin gündeminde.
Oysa internette bir muhalif siyasetçinin yorumlarını, sivil toplum örgütünün verilerini ya da iktidar bloğuyla arasına kara kedi girmiş bir suç örgütü liderinin ifşa videosunu paylaşan ya da yorum yapan kendi halinde bir yurttaş, kendini savcının önünde bulabilir. Ya da enflasyonu TÜİK’e göre değil kendi güvendiği fiyatlara göre hesaplayan bir iktisatçı, yangına zamanında müdahale edilmediğini söyleyen komedyen, 3 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanabilir. “Resmî hakikati” sorgulayanları yakından ilgilendiren yasa teklifi, 1 Ekim’de Meclis açıldıktan sonra her an yasalaşabilir.
40 Maddelik teklifin en tartışmalı maddesi 29. Madde. Buna göre endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak. Buna dair yükselen itiraz, yargıyı kontrol eden iradenin tüm bu alanlarda “hakikatin” tekelini elinde tuttuğu yönündeki endişeden kaynaklanıyor haliyle.
Bu endişeyi şimdilik neden yüksek sesle sadece gazeteciler dillendiriyor?
Siyasetçiler sosyal medyadan seçmene eskisi gibi erişemeyebileceklerinin farkında değiller mi?
Resmi verilerle çelişen veriler üreten sivil toplum kuruluşları internette seslerinin kısılabileceğini görmüyorlar mı?
Ya yurttaşlar? Bir süre sonra hakikati aradıkları platformların kapalı mesajlaşma uygulamaları olabileceğini? Bunların da “kriz” anlarında engellenebileceğini görmüyorlar mı?
Hem de tam kritik bir seçim öncesinde…
“HABER ALMA” HAKKI GİBİ “HABER OLMA” HAKKI DA RİSK ALTINDA
Çalıştayda salonda da çok geniş bir gazeteci çeşitliliğinden söz edilemezdi. Habercilik görünümü altında propaganda yapan kuruluşlardan kimsenin olmamasını yadırgayan olmadı, ya da haber kuruluşu gibi gözüküp, resmi basın bültenlerini süslü mizanpajlar veya pırıl pırıl stüdyolarda yeniden üreten medya çalışanlarının eksikliğini hisseden de yoktu. Ahmet Şık, eleştirel medya kuruluşlarından da az sayıda gazeteci olduğuna dikkat çekti. Oysa teklifin gazetecilerin ötesinde herkesi etkilediğini, aslında haber alma hakkı kadar, haber olma hakkını da tehdit ettiğini duyuracak daha fazla sayıda mikrofon, kamera, kaleme ihtiyaç vardı.
Medya ve Hukuk Çalışmaları eş direktörü avukat Veysel Ok, yasa teklifinin sivil topluma yansımasını şöyle anlattı: “Türkiye’deki tüm ifade özgürlüğü davalarını izliyoruz ve raporlar yayınlıyoruz. Bu raporların yayınlanması bile dezenformasyon yasasına tabi olacak. Bizim uluslararası standartlar uyarınca taşıdığımız verilerle hazırlanıyor bu raporlar. Adalet Bakanlığı bize şunu söyleyebilir: ‘Siz kamuoyuna yanlış bilgi veriyorsunuz. Siz Türk yargısını aşağılayıcı itibarsızlaştırıcı rapor yayınlıyorsunuz diyebilir. Bu bizim web sitesinin kapatılmasına sebep olabilir. Raporumuzun kamuoyuna yansımasını etkileyebilir.”.
Hem Ok, hem de Şık yasanın seçime gidilen yolda alternatif haber, bilgi kaynakları ve muhalif seslere yönelik bir “mıntıka temizliği” girişimi olduğu konusunda hemfikirdi. Hatta Şık, seçim akşamı 2019 yerel seçimlerindeki gibi muhalefet adaylarının seslerini duyurabilecekleri bir “Halk TV’nin” yayında olup olamayacağını da sorguladı. Kanala verilen cezaların sıklığı ve ağırlığına bakınca ve diğer eleştirel kanalların da benzer şekilde yaptırımlara uğradığını gözetince artık kimsenin “yok canım o kadar da olmaz” diyemediği bir seçenek bu.
SENİN DEZENFORMASYONUN, BENİM DEZENFORMASYONUM…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Elazığ’a gitmeden kentteki reklam panolarına asılan isimsiz bir afiş tartışma yaratmıştı. Afişte Kılıçdaroğlu söylemiş gibi tırnak içinde “Selahattin Demirtaş’ın göğsüne şeref madalyası takacağım” ifadesi yer alıyordu. Bu isimsiz afiş uygulamasını özellikle Ankaralılar iyi hatırlayacaktır. 2009 seçimleri öncesi sağ oyların bölünebileceği yolunda tartışmalar sürerken kentte “Gökçek gidecek sol gelecek” afişleri çıkmış, 2014’te de “Solun tek adresi Mansur Yavaş” afişleriyle yine Yavaş’a oy verebilecek sağ eğilimli seçmen hedef alınmıştı. Bu isimsiz afişlerde bile en azından kimseye söylemediği bir söz atfedilmiyor daha dolaylı bir algı mühendisliği yapılıyordu. Bu kez Elazığ’da Kılıçdaroğlu’nun 2020’de gazetecilerin sorularına yanıt olarak “Sanıyor ki Osman Kavala da Selahattin Demirtaş da ‘ben ettim sen etme’ diyecekler. Asla demezler. Haksız yere içeride tutulanlar içeride kaldıkları süreyi göğüslerinde hep bir şeref madalyası olarak taşıyacaklardır” sözleri doğrudan çarpıtılarak kullanılmıştı. Diyelim ki olağan şüphelilerin yaptığı bu afişlemede fail bulunamadı. Peki ya bu afişleri “Kendi sözlerinin yer aldığı afişler Kılıçdaroğlu’nu rahatsız etti”, “Kılıçdaroğlu’na sürpriz!”, “Kılıçdaroğlu’na afiş şoku!” diye haber yapan iktidara bağlı medya kuruluşları yasa çıkarsa bu tutumlarından vazgeçecek mi? Bu sorunun yanıtı, bu satırları okuyan herkesin malumu. Aynı teklif yasalaşırsa kimlerin troller tarafından haber gösterilip, hakkında haber yaptırılıp, resmi açıklamalarda kınanıp, soruşturma geçireceğinin bilinmesi gibi…