Türkiye’nin iç ve dış siyaset gündemi ülke meselelerine kafa yoranlar açısından aslında hep hareketli ve yoğundur. Ancak son bir ay içinde seçim sürecine girildiğini iyiden iyiye gösteren gelişmeler, benim gibi iki haftada bir yazanlar için konu seçimini doğrusu çok zorlaştırıyor. Bir kaç hafta önce Ümit Özdağ’ın önce Mansur Yavaş’ın adaylığı ve sonra da ‘Sessiz İstila’ filmi ile ateşlediği milliyetçilik fişeği siyasal gündemi oldukça hareketlendirmişti. Neredeyse milliyetçiliğin temas etmediği bir tek bir toplumsal sorunumuz olmadığından yazılacak/ söylenecek çok şey vardı. Demeye kalmadı; İç İşleri Bakanı’nın açıklamaları, Özdağ/Soylu karşılaşması, Gezi Davası kararları, Canan Kaftancıoğlu’na getirilen siyaset yasağı, yine elbette seçimlerle ilgili olarak kadınları hedef alan eril siyaset cambazlıkları ve bu arada da Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine karşı çıkması ile hareketlenen dış politika ile birlikte gündem iyice karmaşıklaştı. Ve hep olduğu gibi bu karmaşıklık içinde meseleler doğru dürüst ele alınmadı; kafası karışık erkek siyaset erbabının gündelik yorumlarıyla geçiştirilmeye devam edildi.
Özdağ Etkisi
Bu yüzeysellik veya bilinçli körlük durumundan tenzih edilebilecek, meselelere daha derinlikli bir şekilde yaklaşmaya çalışan siyasiler elbette var; ancak Ümit Özdağ’ın şu etkiyi yaratabildiği söylemek gerekiyor: Özdağ yüzünden, giderek yakıcı bir hal alan ve toplumsal alanda birden fazla fay hattını tetikleyebilecek sığınmacı meselesi demografik ve sosyo-ekonomik bir soruna ve adeta bir ‘En hızlı ben çözerim’ yarışının konusu olmaya indirgendi. Partilerin liderleri ve önde gelen siyasetçileri birbirlerini bir göçmen politikası geliştirmemekle eleştirdiler. Herkes göçün tekil bir mesele olarak hızla çözülmesi gereken bir ‘‘sorun’’ hatta bir ‘‘tehdit’’ olduğu konusunda adeta hemfikir. Kimse göçün toplum üzerinde yarattığı etkilere, yani esas soruna, yani ülkede endişe verici bir şekilde yükselişe geçen ayrımcılık, ötekileştirme, nefret dili ve hatta faşizan eğilimlere işaret etmemeye özen gösteriyor. Bu esas sorun bir yandan üstü örtük bir şekilde kabul edilmekle birlikte, olabildiğince çok sayıda göçmenin geri gönderilmesiyle toparlanabilecek geçici bir patoloji olarak görülüyor. Diğer bir deyişle, mevcut siyaset erbabının bu konudaki bilinçli çabası, seçimler yaklaşırken oylarına talip oldukları geniş kesimlerin ‘‘hassasiyetlerini’’ dikkate alma yönünde. Topluma ayna tutmaktansa, giderek yükselen göçmen karşıtlığı ve ayırımcılığı dillendirmeyen ya da dar bir kesimin hastalıklı hali olarak geçiştiren bir söylem ve anlayış ön plana çıkmış görünüyor.
AB’den Açıklamalar
Türkiye’de yaşayan milyonlarca sığınmacı, göçmen ve düzensiz/ kaçak göçmen konusu bu şekilde özü itibarıyla tartışılmayıp, bu insanları en hızlı şekilde nasıl geri gönderebiliriz bağlamında idare edilirken tartışmaya ilginç bir şekilde AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Nikolaus Meyer-Landrut da dahil oldu. Meyer-Landrut sadece Türkiye’den değil Ürdün’den, Lübnan’dan, Mısır’dan ve Avrupa’dan Suriyeli mültecilerin ülkelerine onurlu bir şekilde geri dönmesinin herkesi mutlu edecek çözüm olduğunu belirtti. Şu anda koşullar uygun olmadığı için bunun yapılamadığını, özellikle büyük çaplı bir geri dönüş için gerekli koşulların henüz oluşmadığını ifade etti. Tersten okuyacak olursak, tüm ülkeleri rahatlatabilecek büyük çaplı bir geri dönüşün tek çözüm olduğunu belirtmiş oldu. İlk bakışta çok basit olan bu ifadeler ve Özdağ’ın çizmeyi başardığı tartışma çerçevesi, sığınmacı meselesinde Türkiye ile AB’deki siyaset yapıcıların nasıl ortak ama göründüğünden çok daha sıkıntılı bir zeminde bulunduklarını bize gösteriyor. Her iki tarafın da sığınmacı meselesine bakışı aynılaşmış durumda. Buna göre savaştan kaçmış bu insanları ülkelerine en kısa zamanda geri göndermek tek çare.
Bu ortaklık bir çok açıdan oldukça enteresan sayılabilecek bir durum. Çünkü her ne kadar Türkiye 18 Mart 2016 Mutabakatı ile AB’nin göç krizinin yönetiminde kilit bir rol oynuyor olsa da, özellikle Suriye savaşı ile tetiklenen göç aslında taraflar arasında bir ihtilaf konusu. AB Orta Doğu’dan daha fazla göçmen kabul etmek istemiyor. Sadece Suriye’den değil Türkiye’nin güney ve doğusundaki geniş bir coğrafyadan Avrupa’ya geçmek isteyen on binlerce insanı Türkiye tutsun, yani süresi belli olmayan bir şekilde ülkesine kabul etsin diyor. Türkiye bunu şimdilik yapıyor ama yapmayabilir; çünkü bu politika nereye gideceği belirsiz bir şekilde sığınmacı sayısının hızla artmasına yol açtı. Son örnekte gördüğümüz gibi, seçim sürecinde toplumsal gerilimleri tetiklemede kullanılabilecek bir araca dönüştü. Bu nedenle meselenin özü itibarıyla tartışılmaması konusundaki uzlaşmaya herhalde şaşırmamak lazım. Son tahlilde neredeyse tüm siyasal partiler açık ya da örtük bir şekilde geri gönderme vaadinde bulunarak belli bir pozisyon almış oldular. Peki Türkiye ve AB arasındaki bu ortak zemin tam olarak nedir ve AB halen geri göndermeyi fiilen yapabiliyorken Türkiye’nin abartılı rakamlara göre 8 milyonu bulan ama anladığımız kadarıyla bundan çok da az olmayan bir sığınmacı nüfusun büyük kısmını geri göndermesi ne kadar mümkün olabilir?
Sığınmacılar Ontolojik Bir Güvenlik Sorunu mu?
İlk sorunun yanıtını hemen verebiliriz. AB ve Türkiye arasındaki yeni ortak zemin şudur: Hem AB hem de Türkiye’deki siyaset seçkinlerinin zihinlerinde sığınmacılar ontolojik bir güvenlik sorunu olarak kodlanmış durumda. Ümit Özdağ’ın bu zorlu konuyu siyasete taşımasının ardından yükselişe geçen göçmen karşıtı tutum, Türkiye siyasetinde bir ‘‘geri gönderme uzlaşısı’’ yaratmış görünüyor ki, bu uzlaşı sığınmacıların AB için olduğu gibi Türkiye için de bir ontolojik güvenlik sorununa dönüştüğünü göstermekte. Nedir bu ontolojik güvenlik? Bu kavrama göre, devletler de insanlar gibi istikrarlı ve devamlı bir benliğe ihtiyaç duyarlar. Bu benlik kimlik ile doğrudan ilişkilidir ama ona indirgenemeyecek temel bir değerdir. Ortada devletin varlığına dönük açık bir tehdit olmamasına rağmen, benliğin kaybedilmesi düşüncesi derin bir varoluşsal kaygıya dönüşebilir. Tekrar vurgulamak gerekirse ontolojik güvenlik benliğe dönük açık bir tehdidin tanımlanmasına ve bu tehditten korunmaya dayalı, akılcı bir politikaya dayanmaz. Tanımlı bir dış tehditten çok içerden kaynaklanan, içerde ötekileştirilen kimliklere atfedilen ve benliğin devamlılığına dayalı korkulardan beslenir. Dolayısıyla devletler bu devamlılığı sağlayacak öz anlatılar oluştururlar ve ontolojik yani varlıksal olarak güvende hissetmek isterler. Bu durumun Türkiye siyasetindeki tipik örneği ünlü beka söylemidir. Devletin varlığına yönelik, somut olarak işaret edilebilecek, açık bir tehdit olmasa da, her sorun beka söyleminin içine alınabilir; devletin devamlılığı için sürekli yeniden üretilebilir ve toplumda da bir karşılık bulur. Çünkü ontolojik güvenlik hem devlet hem de toplumun, özel olarak da kültürel kimliğin devamlılığına dair temel bir güvenlik anlayışıdır.
Göç hem AB düzeyinde hem de tek tek üye ülkelerde değişen düzeylerde güvenlikleştirilmiş bir meseledir. Çünkü göç temelde Avrupa kimliğinin devamlılığını tehdit edebilecek ontolojik bir güvenlik sorunu olarak görülmektedir. Bu temel anlayış AB’nin göçü kamusal bir sorun değil bir kriz olarak tanımlamasında ve bu krizi yönetmek için uyguladığı politikaların psikolojik altyapısında karşımıza çıkar. Sığınmacılar da, göçmenler de Avrupa’nın ötekisidir. AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Sayın Meyer- Landrut’un çok sayıda göçmenin geri gönderilmesini Birliğin temel perspektifi olarak tanımlaması da bu yüzdendir. Birlik düzeyinde daha insani, kapsamlı, katılımcı bir göç politikası tartışması devam etse de, AB’nin mevcut göç yönetişimi, dışsallaştırılarak yani Türkiye gibi transit ya da köken ülkelerle yapılan ve Birliği bu ülkelere bağımlı hale getiren istikrarsız anlaşmalarla yönetilmektedir. Bu göç ortaklıkları, AB’ye gelebilen göçmen sayısını oldukça sınırlı tutarken, Birlik içinde de geri göndermeleri kolaylaştıracak prosedürler arka arkaya uygulamaya konmaktadır. Göç AB düzeyinde ontolojik bir güvenlik sorunu, Avrupa kimliğinin devamlılığına yönelik bir sorun olarak görüldüğü için geri gönderme son derece istikrarlı bir politika olarak uygulanmaya devam edilmektedir.
Türkiye’de ise sığınmacıların ontolojik güvenliğe dair bir mesele haline gelmesi yeni bir durum. Ümit Özdağ’ın siyasette yarattığı etki oldukça olumsuz ve endişe verici olmakla birlikte maalesef bunu görmemizi sağladı. Dahası özellikle Suriyeli sığınmacıların açık bir biçimde ötekileştirildiğini ve hatta bazı kesimler tarafından tehdit olarak görüldüklerini de iyice anladık. Peki Türkiye’de de göçün bir ontolojik güvenlik sorunu olarak görülmeye başlanması, AB’ye benzer bir biçimde, hangi siyasal görüş iktidarda olursa olsun geri göndermenin temel bir politika olarak benimsemesine neden olabilir mi? Orta vadede kuşkusuz evet. Bu iyi bir şey midir ve mümkün müdür? Açıkça ifade etmek gerekirse hayır. Çünkü aslında ortada somut bir tehdit yokken, adil ve demokratik bir anlayışla yönetilebilecek toplumsal bir durumun, benliğin devamlılığına, varlığa dönük bir güvenlik kaygısına yol açması hiç bir toplum için sağlıklı bir şey değildir. Kaldı ki önemli bir kısmı on yılı aşkın bir süredir bu ülkede yaşayan, çocukları bu ülkede doğan ve Türkçe öğrenen, bu ülkede sosyalleşen insanları nasıl ve hangi gerekçe ile göndereceksiniz? Nasıl AB ülkeleri on yıllardır Avrupa’da yaşayan Türkiye vatandaşlarını geri gönderemezse, Türkiye de bu ülkede çalışan, düzen ve aile kuran insanları geri gönderemez. Elbette geri dönmek isteyenler olabilir; ancak büyük bir geri dönüş çok gerçekçi görünmemektedir. O nedenle muhalefetin ‘En hızlı ben geri gönderirim’ yarışını bir yana bırakıp, bu temel gerçekliği hazmederek insan onuruna yakışır bir bir arada yaşama politikasına kafa yorması çok daha yerinde olur.