SEDAT BOZKURT
Her türlü olumsuzluğa karşın şahane bir coğrafyada yaşıyoruz. Merak edip peşine düştüğünüzde dünyanın en eski ayak izlerini bu topraklarda buluyorsunuz. Dünyanın en eski yapısı Göbekli tepe milattan yaklaşık 10 bin yıl önce inşa edilmiş. 12 bin yaşında yani. Heyecanlandınız ama milyarlarca yıl yaşında olan dünyamız için bu sadece bir nefes alıp verme süresi. İnsan hayatı da öyle cümle içinde kolayca kurulduğu gibi uzun değil. Her baharı karşıladığımızda içimize doğan sevinç, bir anda aklımıza takılan “bu kaçıncı baharı hayatımın ve bundan sonra kaç bahar daha görebilir?” sorusu ile dağılır. Sanki binlerce bahara eşlik etmiş gibi içinize doğan o mutluluk hissi bir anda iki rakamlı sayılara iniyor ve hüzne dönüşüyor. Süresine baktığınız zaman insan hayatının çok kıymetli olduğunu görüyorsunuz. Bu kıymete uygun tüketmeli bu süresi belli hayatı insan. Ama yapmıyor.
Memleket olarak keyifle kutladığımız bir bayramın daha son günündeyiz. Siyasi gerginliğe en azından bireysel temaslarla, ziyaretlerle 3 günlük ara verdik. (Umarım öyle olmuştur) Büyükler ziyaret edildi, küçükler ziyarete geldi. Farkındasınız değil mi yaşlılar ile gençleri, torun ile dedeyi buluşturan tek etkinlik artık bayram kutlamaları. Ve siyasetin elinde bu da aşınıyor. Politikanın merkezine konulan ve araçsallaştırılan din, bayramı anlamından uzaklaştırıyor. Ekonomik nedenler de bu ziyaretlerin önünde bir engel. Çalışma hayatının, günlük yaşamın gerginliği, olanağı olan insanlar için bayramları “kaçıp, uzaklaşacak” bir imkana dönüştürüyor. Hayatın içindeki “teneffüs” gibidir biraz da bu.
Bu bayram diğer bayramlardan farklı olarak keyfimiz de yoktu. Önümüze düşen deprem bölgesinden her fotoğraf karesi cam kırıkları gibi geçti boğazımızdan. İnsanın çaresizliğe tanıklık yapması kadar acı bir tablo yok galiba. Muhalefet görevini yaptı deprem bölgesindeydi, iktidarı orada yine hafriyat kamyonları temsil etti. Bayram günü öfkeyi arttırmayacaktık yine olmadı.
Herkesin çocukluk ya da gençlik yıllarında yaşadığı ilginç bayramlar vardır. Aslında herkes, hayatının “filmi çekilecek” bir öykü barındırdığına inanır. Bu normal ve doğaldır. En ince ayırtısına kadar bildiği tek hayat kendisinindir çünkü. Başka insanların hayatları bir biçimde karşınıza çıkana kadar bu durum devam eder. Edebiyat size hem başka hayatları hem de sizin hayatınızı anlatır. Çok da güzel anlatır. Bir öykünün içinde duygusal olarak, bir romanın içinde de ruh olarak kendinizi bulursunuz. Şiirdeki bir dize sizi, size o kadar güzel ifade eder ki şaşırırsınız. Edebiyat insanlar için hem iyi bir yol arkadaşı hem de ihtiyaç halinde sığınılacak bir limandır. İnsan nasıl tepeden tırnağa duygu ise edebiyat da tepeden tırnağa insandır.
Başlığı Sait Faik Abasıyanık’ın 1952 yılında yayınlanan aynı isimli kitabındaki öyküden emanet aldım. Sadece başlığı değil iki ayrı paragrafı da:
“Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez Konstantin Efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor…
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi”
Sait Faik 1952 yılında gelecek kuşakların kuşları göremeyeceğinden kaygı duyarak kaleme almış öyküsünü. Bugün kaygısı duyulacak tek şey maalesef kuşlar değil. Biz çok iyi yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler, hocalar, şairler, edebiyatçılar, sanatçılar gördük. Çok keyifli bayramlar yaşadık. Hepsi tek tek gitti. Tam da yazarın dediği gibi bu, çocuklar için çok kötü oldu.
Kendi kişisel hikayemde bayramların anlamı çok farklıdır. Babamın pastanesi vardı ve o dönem pastanelerde satılan her şey orada üretilirdi. Kocaman kalaylı bakır kazanda saatlerce küreğe benzeyen tahta kaşık ile karıştırılarak lokum pişirilirdi. Daha sonra kalın tavalara alınarak soğuması beklenilirdi. Mermer tezgâh üzerinde kocaman lokum bıçağı ile kesilerek üzeri pudra şekeri ya da Hindistan cevizi ile kaplanırdı. Jöle için kilolarca pudra şekerinden yığınak yapılır, kalıplarla bu yığınaklarda çukurlar açılırdı. Sıcak jöle bu çukurlara doldurularak muhtelif meyve şeklinde katılaşırdı. Hafifçe yıkandıktan sonra üzerleri toz şeker ile kaplanırdı. Madlen çikolata için kocaman çikolata parçaları eritilirdi. Temiz pamuklarla silinmiş çelik kalıplara bu erimiş çikolata dökülür ve buzdolabında soğutulurdu. Bu temiz kalıplardan çıkan madlen çikolatası ışıl ışıl parlardı. Üzerinde parmak izinin olmaması için hep kenarlarından tutulurdu. Çünkü tezgâhın en pahalı ürünüydü o.
Şimdi her şey maalesef fabrikasyon, seri üretim. Her şey birbirinin aynı. Üretim nedenleri sadece ticari faaliyet. Ustalık istemiyor, makine ne yapmak istiyorsa yapılan da o oluyor.
Yediğimiz fabrikasyon lokum gibi olmaya başladı insanların hayatları da. Elinize aldığınızda lokum ama yediğinizde bir şeyler eksik.
Sizlere bir bayram yazısı ile ulaşmak istedim bu hafta. Umarım keyifli bir bayram geçirmişsinizdir. Ayrıca dünyadaki tek örnek olan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı da lütfen hakkını vererek kutlayalım…