Cumhuriyetimizin kuruluşunun 101. yıl dönümüne bir hafta kala, 22 Ekim tarihinde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin yaptığı çağrı Türkiye'de birden bire yeni bir dönüşüme hazırlanıldığının işareti olarak görüldü. Bahçeli, "terörist başı" dediği Abdullah Öcalan'ın, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasında "umut hakkı" denilen bir kavramdan yararlanması, DEM partinin grup toplantısında konuşarak PKK'yı lağvettiğini açıklaması çağrısında bulunuyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, herhangi bir gözden geçirme mekanizması olmaksızın insanların umutsuz şekilde yaşamları boyunca cezaevinde kalmalarının insanlık dışı bir muamele olduğunu düşünüyor. 2014 yılında da Abdullah Öcalan için bu yolda bir karar verdi ve Abdullah Öcalan'a "umut hakkı" tanınmasını istedi.
Bahçeli'nin çağrısı Türkiye'de geniş yankı uyandırdı. 30 Ekim tarihinde AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmada da Cumhurbaşkanı Erdoğan bu çıkışa destek verdi. Erdoğan'ın konuşmasında "Türkiye Cumhuriyeti'nin belli bir etnik kökenin Cumhuriyeti olmadığı" ifadesiyle başlayan açıklamalar kardeşlik vurgusu ile devam etti ve Cumhuriyetimizin Türkiye'de yaşayan ve vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Cumhuriyeti olduğunun altı çizildi. Burada sözü edilen "belli bir etnik köken"den kasıt Türkler olmalıydı. Nitekim, ilerleyen ifadelerde "Türk'ün olduğu kadar Kürt'ün de Cumhuriyetidir" denilerek bu fikir netleştirildi. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bu ülkenin Atatürk'ün kurduğu, "Türk milleti" kavramına dayalı Türkiye Cumhuriyeti yerine, Türk, Kürt, Laz, Arap gibi etnisitelerin bir araya gelerek oluşturdukları bir Cumhuriyet olduğu ülkenin Cumhurbaşkanı tarafından söylenmiş oldu. Birliktelik de müslümanlık ve ümmet kavramlarına dayandırıldı. Dolayısıyla, müslüman olmayan vatandaşlarımızın durumu arada kaynadı gitti.
Bu çıkışların ülkede mevcut olup olmadığı tartışılan bir "Kürt sorunu"na çözüm bulmak için yapıldığı söyleniyor. İktidar ülkede böyle bir sorun olmadığını, bir terör sorunu olduğunu ileri sürüyor. Muhalefet ise, böyle bir sorun olduğunu, aslında bu sorunun temelinde de bir demokrasi sorunu bulunduğunu savunuyor. Bir ülkede siyasi partiler etnik ve mezhebi temsil üzerinden kurulur ve yaşamlarını sürdürürlerse, o ülkede bir demokrasi sorunu vardır ve bu demokrasi sorunu o etnisitelerin ve mezheplerin de bizatihi sorunudur. Lübnan, Irak, Suriye ve civarımızdaki bir çok ülkede durum böyledir. Ülkemizde yıllardır Kürt vatandaşlarımızın menfaatlerini kollayan, gözeten ve onları temsil ettiğini ileri süren siyasi partiler bulunduğuna göre, bu ülkede bir Kürt sorunu vardır.
Bu sorunu çözmek amacıyla Türkiye'de 2009 ve 2012 yıllarında başlatılan çabalar ve girişimler herhangi bir sonuç vermemişti. Şimdi, benzer bir süreç yeniden başlatılmaya çalışılıyor. Ancak, gerek iktidar çevrelerinin, gerek Kürt vatandaşlarımızın menfaatlerini temsil eden siyasi partilerin ortak bir yanlışı var. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gelen ve Kürtleri temsil eden siyasi partiler genellikle Abdullah Öcalan'ın hapiste kalmasını kendi açılarından bir numaralı sorun olarak göre geldiler. Türkiye'de bir "Kürt sorunu" olduğunu dile getirirken, bu sorunu tam olarak açıklamak, çözüm önerilerinde bulunmak, bunu TBMM kürsüsünde ve genel kurulda tartışarak bir çıkış yolu aramaktan çok, konuyu Abdullah Öcalan'ın hapiste olmasına indirgediler. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi toplantılarında konuyu hep bu odak üzerinden ele aldılar ve Öcalan'a özgürlük çağrıları içeren karar tasarısı taslakları oluşturdular. İktidar da, Erdoğan ve Bahçeli'nin aralarında vardıkları mutabakat sonucu, ancak Bahçeli tarafından dile getirildiği takdirde inandırıcı ve ezber bozucu olacağını düşündükleri bir formülü, yine Bahçeli'nin ağzından ortaya atıp Erdoğan tarafından destekledi. Böylece, "olmayan Kürt sorunu" çözüme kavuşturulmak yerine, bu konuyu savunan siyasi partilerin Kürt sorununu indirgedikleri bağlama çare bulunması arayışına girildi. İki yanlış bir doğru etmiyor.
Türkiye'nin Kürt sorununun çözümü ne Abdullah Öcalan'ın hapisten çıkmasıyla ne de terör örgütünü lağvettiğini açıklamasıyla biter. Öcalan böyle bir açıklama yapsa bile, bunun terör örgütü tarafından kabul edileceğini garanti edebilecek bir konumda olduğunun şüpheli olduğu birçok gözlemci tarafından öne sürülüyor. Aslında bu gerçeğin herkes gibi iktidar da farkında. O zaman bir çok kişinin "acaba bu çıkışın ardında iktidar ile DEM parti arasında bir ittifak sağlanması amacı mı yatıyor?" sorusunu sormalarını haksız bulmak güçleşiyor. Bu durumda, TBMM'nin bu döneminde yeni bir anayasa hazırlanmasını kendine tek hedef olarak belirleyen iktidarın, bu yolda yanındaki safları sıklaştırmayı amaçladığı izlenimi de ister istemez kuvvet kazanıyor.
Peki, Kürt sorunu nasıl biter? Elbette, Kürt sorunu denilen sorunu terör sorunundan ayrı düşünmek mümkün değil. Türkiye'de gerçek bir demokratikleşme olmadıkça, sadece Kürtlerin değil tüm vatandaşların özgürlüklerine kavuştukları bir ortam sağlanmadıkça, AİHM'in Öcalan ile ilgili "umut hakkı" çağrısı dikkate alınıp da Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş'ın haklarında verilen hükümlerin siyasi amaçlarla hukukun istismarı olduğu ve derhal serbest bırakılmaları gerektiği şeklindeki kararları dikkate alınmadıkça, "sorunu çözdüm" demek zordur. Terör sorununun çözümü de esasen bu demokratikleşme sayesinde atılacak adımlarla kolaylaşacaktır. Öcalan'ın hapisten çıkmasının vicdanları en az rahatsız edeceği an da o zaman olacaktır.
Herhalde halk merak ediyordur. 2023 seçimlerinde "muhalefetin adayı Kürtlerle, teröristlerle, terör odaklarıyla, terörü savunan siyasi partiyle işbirliği yaptı" iddialarına dört elle sarılıp bağır bağır meydanlarda bunun propagandasını yapan iktidar ortakları, bugün aynı konuma nasıl geldiler acaba? Muhalefetin görevi, demokratikleşme adı altında sunulan bu prematüre paketin ardındaki asıl maksadın ne olduğu konusunda halkı aydınlatmak olmalıdır.