Geçen hafta Suriye’de beklenmedik gelişmeler yaşandı. Astana Süreci’yle başlayan, kısmi “çatışmasızlık” dönemi sona erdi. Hey'etu Tahriri'ş-Şam (HTŞ) ve eski adı Özgür Suriye Ordusu olan Suriye Milli Ordusu, Esad yönetimine karşı bir harekât başlattı.
Suriye ordusu yıllarca süren çatışmalarla kontrol altına aldığı çok geniş bir sahadan hızlıca çekildi. Muhtemelen ilerideki yıllarda tarihçiler, yaşadığımız bu dönemin başlangıcı olarak 7 Ekim 2023’te gerçekleşen Hamas saldırılarını dönüm noktası sayacaklar. Şimdi yaşadıklarımızı İsrail’in savaş ve soykırım politikasından ayrı düşünmemek gerekir.
İçine girdiğimiz sürecin bölgemiz ve ülkemiz açısından çok tehlikeli olduğu sanırım henüz idrak edilemedi. Bununla birlikte operasyonun ilk anından beri “uzmanlar” kocaman ekranların önünde çubukları ellerinde konuşmaya başladı. Memlekette herhalde en kolay olunabilir şey uzmanlık. Sizi televizyona çıkartacak ilişkileriniz varsa anında uzamansınız. (Kendi alanında senelerdir uğraşan, bilgi, birikim sahibi gerçek uzmanları bu bahisten tenzih ederim.)
Harita önünde, muhaliflerin Halep başta olmak üzere pek çok yeri aldığını, Şam’a doğru ilerlediklerini coşkuyla anlatıyorlar. HTŞ, “muhalif grup” oluyor. El Kaide’nin uzantısı Nusra Cephesi öncülüğünde kurulan HTŞ, bir nevi selefi cihatçı grupların koalisyonu. Yani geçmişi İŞİD’le hemen hemen aynı. Resmi olarak bizimkiler tarafından da terör örgütü sayılıyor.
Bilindiği gibi Suriye Milli Ordusu’nu ülkemiz yönetimi destekliyor. Bu yapılanmanın savaş motivasyonu diğer “muhaliflerle” aynı. Bu iki unsur birlikte saldırıya geçtiğine göre aralarında esaslı bir anlaşma mevcut.
Suriye Savaşının başından beri cihatçı örgütlerin mezhep düşmanlığıyla hareket ettiğini biliyoruz. Lakin savaşlarda gerçekler tersyüz edilir. Yıllardır dünyaya, mevcut Suriye yönetiminin mezhepçilik yaptığını söylüyorlar.
Bakın, Mustafa Varank, Suriye’de vaziyet alevlenince neler demiş: “Suriye'deki Nusayri azınlık diktası, Arap, Türkmen, Kürt demeden on yıllarca zulmederken, kendi halkına karşı kimyasal silah kullanırken mezhep savaşı olmuyor; Kasım Süleymani kendi ordusu ve dünyanın farklı bölgelerinden getirdiği milisler ile apaçık katliamlar gerçekleştirip yeni iskan politikaları uyguladığında mezhep savaşı olmuyor; Nasrallah'ın milisleri Lübnan'dan gelip sünni şehirlerini abluka ile açlığa mahkum ederken mezhep savaşı olmuyor; Halep'in öz evlatları zorla çıkarıldıkları şehirlerine dönmek için mücadele edince mezhep savaşı oluyor, öyle mi? Hadi oradan!”
Çok izlenen muhalif bir kanala çıkan başka bir “uzman”, “Suriye’de çok önemli bir azınlık diktası var” diyebiliyor.
Bunun gerçek olmadığını basit araştırmalarla anlayabilirsiniz. “Nusayri diktatörlüğü,” söyleminin mezhepçi ve Alevi düşmanlığını körükleyen bir kara propaganda olduğu açık.
İktidarın meseleye nasıl yaklaştığını Tayyip Erdoğan’ın dünkü sözleri özetliyor: "Muhaliflerin bu yürüyüşü devam ediyor. Temennimiz kazasız belasız bir şekilde Suriye'deki bu yürüyüş devam etsin. İdlib, Hama, Humus ve hedef tabii Şam "
İslamcılığın yeniden yeşeren hayali, sağın pısırık fetihçiliği ve yalanlar
2011 yılında Suriye’de çatışmaların başlamasından itibaren ülkemiz Siyasal İslamcıları Suriye yönetimini cihatçıların ele geçirmesi hayaliyle yaşadı. Eğer bu olsaydı her şey çok başka olacaktı.
Olmadı! Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin Suriye politikası başarısız oldu.
Şimdi bu ihtimalin tekrar ortaya çıktığını düşünüyorlar. Bu yüzden mutlular. Aslında Suriye Milli Ordusunun bir nevi vekâlet savaşı yürüttüğünü düşünüyorlar. HTŞ ile de hiçbir problemleri yok. Yazılarından, sosyal medyada paylaştıklarından, televizyonlardaki neşeli hallerinden anlıyoruz bunu.
Halep kalesine dikilen bayraktan, militanların çaldıkları mehter marşlarından haz alıyorlar.
2011 sonrasından farklı olarak “mağdur” söylemine pek sarılmıyor memleketimizin İslamcısı. Fetih umudu taşıyor, bununla coşuyor. Aynı zamanda AKP’nin iktidarını sağlamlaştıracak bir sürece girildiğini düşünüyor.
Yeni Osmanlıcı, yayılmacı hayalleri son yıllarda savunmaz olmuşlardı. İktidarın Suriye politikası yüzünden ödediğimiz bedeller önlerine koyulunca cevap veremiyorlardı. Şimdi tekrar cesaretle konuşmaya başladılar.
Bununla birlikte Suriye’de olanlara İsrailli Siyonistlerle aynı anda seviniyor olmanın ne anlama geldiğini sorgulamıyorlar. Kola dökenler, kahveci basanlar bu işteki emperyalist planı umursamıyor.
Sosyal medyada karşınıza çıkmıştır, bazı cihatçılar MHP’nin siyasi işaretini yapıyor. İçleri gidiyor, bayılıyorlar böyle şeylere.
Başka bir ülkenin toprağında Türk bayrağının dalgalanmasından gurur duyuyor memleketimizdeki milliyetçilerin büyük bölümü. Oysa gerçekten ülkesini sevenler, ülkesinde başka bir bayrağın dalgalanmasını istemediği gibi, başka ülkelerin topraklarında da kendi bayrağının dalgalanmasından mutluluk duymaz.
Memleket sağının ekseriyeti “Türkiye’nin çıkarı” diye lafa başlanınca sınır dışında yapılan her şeye ortak oluveriyor. “Halep” diyor birisi, “Zaten yüz yıl önce bizimdi, tabi ki bayrağımızın şimdi orada dalgalanması gurur verici.” Bundan sonra başımıza gelecek felaketleri düşünmüyor.
Meşhur iktidar yazarlarından biri televizyonda coşuyor: “Halep’e Türk bayrağı asıldı ya! Yani şimdi keşke bizim olsa. Ama biz toprak bütünlüğünden yanayız bak, onu söyleyeyim. Cumhurbaşkanımız ne derse o. Ama bizim olsa şimdi fena mı olur ya? Sevinmez misin abi?”
Herkese tek tek soruyor, “Sevinmez misin abi?” diyor.
Diğeri katılıyor, “İçimizdeki ikilem ne biliyor musun? Bir taraftan toprak bütünlüğü diyoruz, öbür taraftan Halep bizim olsun istiyoruz,” diyor.
Hızını alamıyor iktidarın yazarı, “Halep bizde olsa, Mekke, Medine bende olsa, Kudüs bende olsa kötü mü olur?” diyor. Başlıyor plaka saymaya, “83, 84…” Kahire’ye kadar vardırıyor işi.
Gülüyor stüdyodakiler, itiraz eden yok.
Ben olsam utanırım. Hem bu sığlıktan, hem de başkasının toprağına göz dikmeyi hak gören korkutucu cehaletten.
Bu defa her alıcıya yalan üretmek konusunda meziyetliler. En kullanışlı argümanlardan biri, bu harekâtın bölgedeki Kürt yapılanmasına son vereceği. Bunun doğru bir politika olup olmadığını bir yana bırakalım; böyle bir şey mümkün müdür, değil midir diye düşünmüyorlar.
Alıcısı ne kadardır bilmiyorum ama kendisini Atatürkçü, ulusalcı, laik olarak tanımlayanlara da uygun yalan var. Cihatçılar ele geçirdikleri bir yerde kurulan karargâha Atatürk resmi asmış. Bununla övüneni de gördük, ne yazık ki.
Şöyle bir tez bile var; Suriye’den göç edip ülkemize sığınanların büyük çoğunluğu Esad’a muhalifmiş. Eğer Esad devrilip bunlar ülkeyi ele geçirirse sığınmacılar geri döner, ülkemiz de böylece Suriyelilerden kurtulurmuş.
Sanıyorlar ki Esad devrilirse, yönetimi muhalif denen cihatçılar ele geçirirse ülkemizdeki sığınmacılar geriye dönecek.
Halkın gerçeği görmemesi, bilinmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bilinmelidir, Suriye, ülkemiz ve bölgemiz için çok tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz.
2011’den bugüne kadar çok ağır bedeller ödedik. Ülkemizi yönetenler aynı politikanın peşinden koşmaya devam ederse daha da ağır bedellerle karşı karşıya kalabiliriz.
Diyelim ki Esad devrildi, Suriye Milli Ordusu gibi yapılar yönetimi ele geçirdi; El Kaide kırması cihatçıların yönettiği bir komşu ülkenin başımıza türlü belalar açacağı ortadadır. Derinleşen savaş yeni göç dalgalarına neden olacak, bu göçlerin ilk durağı yine ülkemiz olacaktır.
Ülke sevmek bu değildir
Biliyoruz ki en büyük yalanlar pek çok zaman ülkesini çok sevdiğini söyleyenler tarafından söylenir. Milliyetçilikler çok uzun zamandır birleştirici bir ideolojiden ziyade toplumu bölen, halkları birbirine düşüren, halkın gerçek sorunlarını, çelişkileri görmesini engelleyen perde işlevi görüyor.
Ülkemiz milliyetçiliğinin siyasal islamla olan iç içeliği malum. Şu anki ahval bunun en bariz örneklerinden biri olarak yaşanıyor.
Yine milletçilikler, bitmek bilmez bir “düşman tehdidi” fobisinden besleniyor. Geçmiş imparatorlukları canlandırma hayali ve vaadi ise faşizmin çok bilindik bir özelliği.
Oysa basit gündelik fikirlerle bile olaya doğru yerden bakmak mümkün. Nasıl ki komşumuzun evimize göz dikmesini istemezsek, ya da komşumuzun evine, bahçesine göz dikmiyorsak, başka ülkelerin toprağında da gözümüz olamaz. Düşünün kapı komşunuz sizin oturduğunuz evin onun hakkı olduğunu düşünüyor ve fırsatını yakalayınca buna dair adım atıyor. Ne hissedersiniz? “Oralar bir zamanlar bizimdi” denilemez. Çünkü o zaman bir başkası da bizim topraklarımızla ilgili tarihsel hak iddia edebilir. Bu mantıkla birbirine komşu olan ülkelerin birbirinin topraklarında gözü olur.
Siz mevcut sınırlarınızın ötesindeki hemen her ülke toprağından hak iddia ediyorsunuz ama Yunan milliyetçileri “İstanbul bizim olacak” falan diye zırvaladığında köpürüyorsunuz. Cihatçıların Suriye’ye hâkim olduktan sonra “Hatay aslında bizimdir” demez mi sanıyorsunuz. Öyleyse şimdi “Halep, Lazkiye bizim olmalı” demek ikiyüzlü bir tutum değil mi?
Nasıl ahlaklı olmak için dine ya da dinciliğe ihtiyacımız yok ise, ülkemizi sevmek için de milliyetçiliğe ihtiyacımız yok. Ülkesini sevenler o sınırlar içinde yaşayan herkesin eşit haklara sahip olarak insanca yaşamasını savunur. Kendi ülkesinin bağımsızlığını korurken başka ülkelerin bağımsızlığına saygı duyar. Onurlu bir dış politikayı savunur. Bu politika bölgede ve tüm dünyada barışı güçlendirmeye, savaşlara engel olmaya dönük olmalıdır.