Dış politikada hata yapılmaz diye bir düşünce varsa bunun doğru olmadığını belirterek başlayalım. Hata yapılır. Zaten yapılmasa ortalık güllük gülistanlık olurdu. Önemli olan hatalardan ders çıkarmak ve aynı hatayı tekrarlamamaktır. O zaman hatanın da öğreticiliği görülmüş olur.
Türkiye'nin dış politikasında yapılan en önemli hata ülkenin dış politikasına ilişkin genel yaklaşımların değiştirilmesi olmuştur. Bu da en çarpıcı şekilde kendini yakın komşu bölgemiz olan Ortadoğu'da göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bu bölgede izlenen dış politikanın en önemli özellikleri komşu ülkelerin iç işlerine karışmamak, kendi aralarındaki sorunlarda da taraf tutmamak olmuştur. Ne yazık ki son yirmi iki yıldır bu ilkeler Ortadoğu bölgesine yönelik dış politikamızda göz ardı edilmekte ve Türkiye'ye sorun yaratmaktadır. Oysa Türkiye bu bölgede söz konusu ilkelere sadık bir dış politika izlediği dönemlerde daima dikkate alınan ve saygı duyulan bir aktör olarak kabul edilmişti. Bugün aynı konumda olduğumuzu söylemek giderek güçleşmektedir.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde 13 yıl önce başlayan ve otoriter (hatta totaliter), antidemokratik yönetim sistemlerinin yarattığı adaletsizliklere karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilecek halk hareketleri kısa zamanda bölgede konjonktürün değişmesine yol açtı. Bu yeni jeopolitik elbette tüm aktörler gibi Türkiye'nin de ilgisini çekti. Ankara'nın konu Suriye olduğu zaman bakış açısı yukarıda sözünü ettiğimiz ilkelere göre belirlenebilseydi, bugün belki de çok daha farklı bir konumda olabilir, bölgede her konuda görüşü alınan, danışılan bir aktör haline gelebilirdik. Öyle olmadı. Ankara Suriye'de rejim değişikliğine odaklandı, Suriye devlet başkanı Esad'a karşı oluşan hareketleri desteklemeyi tercih etti. İlkelerden ayrılan bu tutumun bir hata olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu hatanın Türkiye'ye oldukça pahalıya mal olduğunu söyleyebiliriz. Geçtiğimiz 13 yılda bölgeye ardı ardına yapılan askeri harekatlar çok şehit vermemize yol açtı. Öte yandan, Suriye'de oluşan kaos kısa zamanda bölgeye demokratik olmayan görüşlere sahip, aşırıcı ve terörü bir yöntem olarak kullanan devlet dışı aktörlerin doluşmasına sebep oldu. Başta ABD olmak üzere bir çok müttefikimiz Suriye'deki kaos ile uğraşmak yerine, ülkeye doluşan bu terörist unsurlarla mücadeleyi öncelikli gördüler. Türkiye de bu yeni paradigmada pek ala terörle mücadeleye katkı sağlayabilirdi. Ama Ankara'nın öncelikleri ile sahadaki gerçek bir türlü uyuşamadı, bizim için "Suriye'deki Kürtleri bir tehdit olarak görmek" ve "Esad'ı devirmek" şeklinde belirlenen hedefler kendimizi diğer müttefiklerimizden farklı bir konumda bulmamıza yol açtı.
Rusya ve İran Türkiye'yi derhal kucakladılar. "Astana süreci"nde bu iki ülke ile birlikte yer almamız Batı'da "Türkiye nereye gidiyor?" sorularına bile gerekçe oluşturdu. Türkiye, izlediği politika nedeniyle "muhalefet" diye adlandırdığı, Suriye yönetimine karşı konumlanan unsurlarla giderek özdeşleşmeye başladı. Bu gelişme nedeniyle IŞİD gibi bir terör örgütüyle mücadelede de ABD Türkiye yerine bölgedeki Kürt unsurlarla birlikte hareket etmeyi tercih etti.
Rusya, Ankara'nın tutumundan hareketle, Astana süreci içinde Türkiye'yi Suriye'deki yönetimin karşısında yer alan unsurların temsilcisi olarak görmeyi ve Suriye'nin istikrara kavuşması için sürdürülen görüşmelerde bundan yararlanmayı tercih etti. Sonuç olarak, Suriye ile mevcut sınırımızda bildiğimiz Suriye ile hiç bir temasımız kalmadı, aksine bir takım aşırı ve köktendinci unsurlardan oluşan, bizim "muhalefet" diye adlandırdığımız unsurlarla, Suriye toprakları içinde kontrol ettiğimiz tampon bölgenin hemen önünde ABD'nin himayesinde bir Kürt bölgesi ile sınır komşusu olduk. Ülkemize aldığımız ve bugün nasıl kurtulacağımızı bir türlü kestiremediğimiz dört milyon Suriyeli mülteci de ikramiyemiz oldu.
Suriye'de yeni bir hareketlenme var. Birkaç gün önce "bizim muhalefetin" Halep'e girmesi, Tel Rıfat'tan Kürt unsurların çekilmesi, "muhalefet"in Hama ve Humus'a ilerlemesi coşkuyla izleniyor ve alkışlanıyor. Diğer bir deyişle, Suriye yönetimine karşı gelişen bu hareketlenme, Ankara'da yeniden 13 yıl önce izlenen politikalara geri dönüşü, devlet başkanı Esad'ın sahneden çekilmesini hedefleyen politikaların canlandırılmasını sağlayacak bir gelişme olarak görülüyor.
Ayıptır efendiler, 13 yıl önce yapılan hatalardan hiç mi ders alınmadı? Esad'a karşı böyle emeller besliyor idiysek, Şam'ın sıkıntı ile karşılaşmasından mutlu olacak idiysek, neden Putin'in Ankara ile Şam arasında bir diyalog başlatılması için aracı olmasını istedik? Neden Şam'a diyalog çağrılarında bulunduk? Neden "biz eskiden ailece görüşürdük" methiyeleri dizdik?
13 yıl önce yapılan hataların bugün yeniden tekrarlanması Türkiye'nin dış politikasını miyop bir anlayışla yönetmekten başka bir anlam taşımamaktadır. İleriye bakıldığında, eğer Rusya ile son zamanlarda iyice soğumaya başlayan ilişkilerin tam bir kopmaya yol açmasını istemiyorsak, Rusya ve İran'ın "Suriye hükümetine tam destek veren ve Türkiye'yi de Astana süreci bağlamında bu konuda eşgüdüme davet eden" uyarılarının ne anlama geldiğini, Rusça veya Farsça değil, Türkçe olarak anlamaya çalışmak gerekiyor. Zira, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler iki devlet başkanı arasındaki telefon sohbetinin çok daha ötesinde, devletler arası ilişkidir. Rusya'da yerleşik devlet kurumları, Türkiye'nin ne Suriye'de ne Ukrayna'da izlediği politikalardan memnundur. Bu anlayışın Putin'e de yansımasına az kaldı.
Öte yandan, "bizim muhalefet"in Halep'te ve bitişik bölgelerdeki Suriye topraklarında, hele ülkemizdeki mültecilerin de o topraklara geri dönmelerini hevesle teşvik edecek bir düzen kurmaları umuluyorsa, burada ciddi bir yanılgı vardır. Zira orada kısa sürede şeriat galebe çalacak, sınırlarımızda yeni bir Taliban örneği yeşerecektir.
Şam'ın Halep'i böyle bir çırpıda kaybetmeyi kabul etmesini beklemek ise herhalde bir hüsnükuruntudan öteye geçmez. Suriye yönetimi, Halep ve İdlib'de "bizim muhalefet"e karşı Rusya destekli ciddi bir karşı harekata geçecek olursa, mevcut dört milyon mülteciyi nasıl göndereceğimiz sorusu bir yana, yeni mülteci dalgalarını nasıl göğüsleyebileceğimiz gibi bir açmazla karşı karşıya kalmamız da işten bile değildir.
Görünen o ki, geçen 13 yıl zarfında yaşadıklarımızdan hiç ders alınmamış, Suriye'de yapılan hatalar aradan geçen bunca yıl sonra yeniden tekrarlanmak üzere sıralanmış bekliyor. Yeniden ailece görüşmelere başlamak yerine, Esad'a "bizim muhalefet" ile birlikte hareket etmesi çağrılarında bulunuluyor. Sanki 13 yıl önce bu çağrılar yapıldığında Esad bunları reddetmemiş gibi...