Şimdi ben bağırsam muhtemelen yetiştiremem, lakin kalabalıkların sesi başka; o sesler asırlardır yetişiyordur tarihe herhalde. Yok, yok, kesin yetişiyordur. Zira bu kadar çınlar mıydı kulakları insan evladının her çağda?
Hele canı yanmışların sesi, acının o zifiri karanlıklarında çaresizce çökmüşlerin sesleri… Biliriz, bizatihi işittik; hatta ne kadar kaçmaya çalışsak da, en çok o sesler yankılanır, tek başımıza kuytuluklara çekildiğimizde.
İşte, 6 Şubat 2023’te Maraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinden yükselip de önce bize (enkazın yanında berisinde), sonra dünyaya ve nihayetinde “tarihe” ulaşan o davudi sesler bir daha hiç kaybolmamak üzere kolektif hafızamıza kazınmış oldu; 1999’a 2023 de eklendi. Ve gidenlerin seslerine, gidecek olanların, yani biz geride kalanların sesleri de ilişerek, ileride defalarca yankılanmak üzere tarihe kaydoldu.
Tarih işitir!
Öyle bizim gibi de değil: görerek, dokunarak, koklayarak ve tadarak… Muazzam bir kesinlikte ve hakikat eşliğinde işitir yani. Ve şu kısa tanıklığımız, hayatımız, işte bu sesin yankısıdır, sonrasında gelenlerin işitecekleri yankı. Ama acı başka bir şey hakikaten, bambaşka. Bu topraklarda doğmuş büyümüş, vicdanlı, iyi kalpli insanların hiç de yabancısı olmadığı güçlü bir his. Sadece kendi yaşam sürecinde de değil, öncesiyle de tanık olduğu ve benzer sahnelerde, öncesiyle birlikte yeniden sırtlandığı, ağır mı ağır bir his. Öyle bir sancılı his ki bu, seslerin anlamını silikleştiren, duyma duyumuzu felçeden bir his. Tek merhemi ise yanındaki, berindekine ilişmek, dertleşmek, ve birşeyler yapmak, yapmaya çalışmak.
Enkaz albümleri
99 Gölcük Depremi üzerinden yirmi dört sene geçti, o zamanki iktidar ortağının bu sefer fikri de kendi de iktidarda. Diğer iki parti (ANAP ve DSP) siyaset sahnesinden silindi gitti, muhaleffette olanların kurduğu parti de 21 senedir ülkeyi yönetiyor; yerel yönetimlere daha erken geldiklerinini de altını çizelim. Ortada muazzam bir ders vardı ve o zaman da sahnede olan aktörler, felaketten birşeyler çıkarmak yerine, hasbalkeder işleyen cumhuriyet kurumlarını liyakatsızlığın merkezi yapıp, felçe uğrattılar. Onca uyarı, ikaz, rapor, önerge akıl almaz bir gayri ciddilikle görmezden gelindi. Ve nihayetinde, cumhuriyet yüzüncü yaşına acı bir haykırışla girdi.
Şimdi bunları neden anlatıyorum, ben de bilmiyorum. Yani dertleşme niyetiyle başladı yazı ama, sonrasında araya sanki korsan bülten gibi girdi, şu üstteki paragraf. Ama acıyla yazarken, telaş oluyor bir an, ve “aman unutulmasın başımıza bu felaketi açanlar, ne olur” yakarışı beliriyor. Evet yakarış. Zira, normal bir ülkede sükunetle talep edimesi gereken adalet, bizde haykırışla bile duyulmuyor. Yine de umutluyuz, bu sesler de birgün iştilecek elbet; zira bir ülke adil, iyi ve vicdanlı insanların da ülkesi olacaksa, önce kafasının içinde çınlayan “gidenlerin sesine” kulak verecek, vermek zorunda. Ki ancak böyle yaparak, hayallerinin arefesinde, aramızdan usulca “çekilip, gitmiş” on binlerin, enkaz diplerinde “haksızlıklarla” tozlanmış fotoğraf albümleri temizlenebilir. Tabii; eğer o ülkenin adil, iyi ve vicdanlı insanlarının da mutlu bir şekilde yaşayacağı bir ülke olmak gibi niyeti varsa…
Sahipsiz bir halk
Tarih işitir işitmesine de biz tarih değiliz ki, duyduğmuz seslerin ağırlığına rağmen her daim dimdik ayakta duralım. Duygusal, kırılgan, trajik varlıklarız; işittiklerimizin ağrısı sızısı çok, dayanılacak gibi olmuyor bazı bazı. Bir haftadır, çöküp kaldık, yaşadığımız yerlerde. Beton yığınlarına bakıyoruz bir umut ama biçare. Sonra sokakta yürürken, garip bir sıcaklıkla, merhametle birbirimize bakıyoruz. Bakıp bakıp üzülüyoruz, utanmasak sarılacağız. Birlikte sahipsizliğimize, korunmasızlığımıza dertleniyoruz.
Sonra eve gidip tekrar betonlara bakıyoruz, göz yaşlarına, boş boş bakışlara ve ölüme. Ve artık bir millet uyuyamıyor; beton yığınlarına, o yığın üstündeki, yanındaki insanlara ve sonra yanında berisinde duran sevdiklerine bakıp bakıp uyuyamıyor. Doğduğu topraklar acı olup batıyor etine ve sürekli resimler saçılıyor ortalık yere. Sanki hep beraber oturduk, koca bir albüme bakıyoruz; mutlu insanların fotoğraflarına, gülerek baktıkları anlarına, anılarına. Artık hiçbiri yok. Ve bize “gittiklerini”, sevdikleri haber veriyor, bu hayatta kurulması en zor cümleleri kurarak. Nasıl dayanıyorlar! Akıl alır gibi değil.
Nasıl yapmalı?
Peki, nasıl yapmalı? Hakikaten var mı bilen birisi? Çok büyük değil mi bu olanlar? Yani tarihin sesinden biliyoruz, çok daha büyükleri, fecileri başka yerlerde de olmuştu. Peki ama bu çağda, bu ülkede, bu şekilde ve onbinlerce insanın ölümü… Normal mi şimdi bu? Çocukluğumuzdan beri ülkeyle ilgili bize anlatılan hiçbir şeyin olmadığını görmüştük de bir günde, aynı coğrafyayı paylaştığın bunca insanı kaybedeceğimizi hiç tahayyül etmemiştik, edememiştik. Bize, bir kere bile mutlu olacağımız garantisi verilmemişti tamam da bu kadar mahfolacağımızından da kimse bahsetmemişti. Peki ne yapacağız şimdi? Nasıl yapacağız?
Biz bizeyiz, yalnızız yani. Emeği, zanaati ve sükuneti ile yaşamaya gayret eden binlerce insan, bir başınayız. Olduramıyoruz, bir türlü “beğendiremiyoruz” kendimizi. En az isteyeniz, ama en çok göze biz batıyoruz. Ne yaparsak yapalım, varlığımızı bile kabul ettiremiyoruz. Sürekli şaşırdığımız bir kötülük, acılarla terbiye etmeye çalışıyor hepimizi. Acıdan nefes alamazken, acıyana el uzatırken azarlanan tek halkız herhalde. Aslında bildiğimiz en iyi şeyi yapıyoruz, dayanışıyoruz. Kim olduğuna bakmadan dayanışıyoruz bir de. Başka türlü ayakta kalamayacağımızı biliyoruz. Ama galiba işin en çok o tarafını sevmiyorlar.
Peki, nasıl yapmalı, o zaman? Galiba önce bir toparlanmalı, peşi sıra enkazdan çıkanları kardeş bellemeli, bölgeden gelen kardeşlerimizin üstünü başını temizlemeli, ondan sonra da bir araya gelip, konuşup birşeylere girişmeli. O kadar da yalnız değiliz aslında, istediğimizde nasıl bir araya geldiğimizi de biliyoruz.
Ha bir de lütfen fırsatı olan örgütlensin, olmadı kendi örgütünü kursun. Böyle tek tek olacak iş değil bu işler.