Kod satırlarıyla dünyayı dönüştürenlerin çoğu, ironik biçimde o dünyada yaşamak istemiyor. Yıllardır teknolojinin merkezinde olan isimlerin, kendi icatlarını çocuklarından uzak tutmaları bir çelişki mi, yoksa içeriden gelen bir uyarı mı? Gözümüzü hep büyüleyen bu “ilerleme”ye biraz da gölgesinden bakmak gerekiyor.
Steve Jobs’un çocuklarına iPad kullanmalarına izin vermediği biliniyor. Bill Gates, evde ekran süresini kısıtladığını ve çocuklarına 14 yaşına kadar cep telefonu vermediğini söylüyor. Twitter’ın eski CEO’su Evan Williams, çocuklarına iPad değil, sadece basılı kitaplar sunuyor. Google, Facebook ve Apple yöneticilerinin bir kısmı çocuklarını ekran kullanımının yasak olduğu Waldorf okullarına gönderiyor. Bir şeyi yaratanlar neden en yakınlarından uzak tutmak istiyor ki?
Çünkü, onlar yalnızca bu cihazların nasıl çalıştığını değil, insan beynine nasıl dokunduğunu da biliyor. Hangi renk paletinin çocukları daha uzun süre ekrana kilitlediğini, hangi ses tonunun dopamin salınımını tetiklediğini, bir oyun seviyesinin kaç saniyede ödül verecek şekilde tasarlanması gerektiğini onlar belirliyor. Yani yalnızca teknolojiyi değil, bağımlılığı da kodladıklarını biliyorlar.
Onlar, teknolojinin ne kadar manipülatif olabileceğini en iyi bilenler. Dopaminin hangi oranda salınacağını, kaydırmanın neden hiç bitmeyecek şekilde tasarlandığını, “bildirim”in yalnızca bir uyarı değil, bir içsel dürtüye nasıl dönüştüğünü kodlayanlar onlar. Biliyorlar: Bu sistem yalnızca ürün değil, davranış tasarlıyor. Ve davranışlar üzerinden inşa edilen bir dünya, eninde sonunda insanı kendi öznelik algısından uzaklaştırıyor.
Daha fazla dikkat, daha az düşünce.
Daha fazla bağlantı, daha az ilişki.
Ebeveyn kontrolü ilüzyonu
Bize de uygulamalarda çocuklarımızın ekran süresini kısıtlayabilme veya ulaşabilecekleri içeriği filtreleme imkanı sunuyorlar. Ama sorun zaten sadece süre değil. İçerik de değil. Sorun, sistemin bütünlüğü. Çünkü kontrol ettiğimizi sandığımız her şeyi sistem, bizden önce kontrol ediyor.
Süreyi sınırladığımızı sanarken; o, saniyeleri bile optimize ediyor. Çocuğumuza uygun içerik seçtiğimizi düşünürken; çoktan onun zihnine uygun ilgili algoritma kodlanıyor bile. Bir tür kontrol ilüzyonu ile çocuklarımızı algoritalara teslim ediyoruz. Bu sistemleri tasarlayanlar, çocuklarını teknolojiden korumak için teknolojiye güvenmiyor ama biz ısrarla güveniyoruz.
Dijital Stockholm Sendromu
Aslında içten içe çok da güvenmiyor olabiliriz. Günlük hayatın her alanına sızan, ilişkilerimizi, dikkatimizi, üretim biçimimizi ve hatta beden saatimizi şekillendiren bir yapıyı sorgulamamayı seçiyoruz sadece. Bize “işlev” adı altında sunulan bu düzeni, inanarak benimsiyoruz. Teknoloji bize “işlevsellik.” vaat ediyor. Biz de her şey daha hızlı, daha kolay, daha ulaşılabilir hale gelsin istiyoruz.
Zarar verdiğini biliyoruz ama vazgeçemiyoruz. Bizi oyaladığını, yalnızlaştırdığını, dikkatimizi sömürdüğünü fark ediyoruz ama yine de yanında kalıyoruz. Zamanla bir tür Dijital Stockholm Sendromu’na dönüşüyor bu durum. Bizi yoran bir sisteme duygusal olarak bağlanıyor; ona karşı değil, onunla birlikte var olmaya çalışıyoruz ve sadece kendimizi değil, çocuklarımızı da bu bağlılığa dahil ediyoruz. Kontrol edebildiğimize inanmak isteyerek, gücün hâlâ elimizde olduğuna ikna olarak, elimizdekini onlara da uzatıyoruz.
Oysa ki teknoloji artık yalnızca ihtiyaçlarımızı karşılamıyor; yeni ihtiyaçlar da üretiyor.
Bir uygulama ya da özellik, bizi daha uzun süre ekranda tutmak ve verimizi daha fazla toplamak için tasarlanıyor. Zamanı kazandırmıyor; zamanın içini dolduruyor. Görevleri sadeleştirmiyor; yeni görevler yaratıyor. Kendimizi daha verimli zannederken, aslında yalnızca sistemin hızına yetişmeye çalışıyoruz. Bu sistemle daha üretken olmuyoruz, daha meşgul oluyoruz sadece.
Fark edilmeyen sessiz dönüşüm
Teknolojiyi yalnızca verimli bir araç, modern bir konfor alanı sanmak, onun gerçek gücünü hafife almak oluyor. Çünkü artık mesele sadece “ne yaptığımız” değil, “neye dönüştüğümüz.” Bu dönüşümün sessizliği ise belki de en tehlikelisi. Çünkü fark edilmiyor, direnç doğurmuyor, sorgulanmıyor. Alışkanlıkla ilerliyor, ihtiyaç gibi kılıflanıyor. Çocuklarımıza verdiğimiz ekranlar artık birer oyuncak değil; sessizce işleyen bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi önerisi haline geliyor.
Yaratılan sistem öyle incelikli, öyle iç içe geçmiş ki, ondan şüphe etmek bile sistem dışı bir çaba gerektiriyor. Bu yüzden teknoloji yaratıcıları geri çekiliyor; çünkü gördükleri sadece bir ekran değil, onun ardına gizlenmiş kültürel kodlar, psikolojik manipülasyonlar ve insanlığın yönünü değiştiren görünmez algoritmalar. Bir ‘bildirim’in neye dokunduğunu, sonsuz kaydırmanın neden hiç bitmediğini, bu düzenin yalnızca ürün değil, zihin biçimlendiren bir sistem olduğunu biliyorlar.
Bugün yaşadıklarımızı belirleyen şey ise teknolojiyi kimin yarattığı değil; onu ne kadar düşünmeden hayatımıza kattığımız. Çocuklarımızı da bu sorgusuz teslimiyetin içine çekiyor olmamız, yalnızca bugünü değil, yarını da sessizce şekillendiriyor.
Bu durumda bize düşen, bu dönüşümü önce kendi içimizde fark etmek; ardından çocuklarımıza yalnızca neye bakacaklarını değil, baktıkları şeyin içinde nasıl kaybolmadan kalabileceklerini öğretebilmek. Çünkü günün sonunda, yönümüzü asıl belirleyen, neyin içinde olduğumuz değil, onun içinde kim olarak kaldığımız oluyor.