Şubat ayı Türkiye’de dış politika ve uluslararası ilişkiler çalışanlar için son derece hareketli başladı ve öyle geçmeye de devam ediyor. Öyle ki, bundan 10 yıl sonra yazılacak bir Türk Dış Politikası kitabında Şubat 2021 tarihinin sadece dış politikada değil aynı zamanda iç siyaset açısından bir sürecin sonu ya da bir geçiş sürecinin başlangıcı olarak nitelendirildiğini görebiliriz.
Neyin sonu ya da neye geçiş sorusuna yanıtım şu olur: Bu tarih, AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında demokratik bir rejimde olması gerektiği gibi, diğer partilerle açık bir koalisyon kurarak iktidarda kalmak ya da muhalefete geçmek yerine, kendisini de dönüştüren yeni iktidar ilişkileri kurarak, anayasal düzeni ve iç ve dış siyaseti yeniden inşa ettiği, sonuç olarak Türkiye’yi gerek Batı dünyasından gerekse Batı ittifakından uzaklaştırdığı bir dönemin bitişi ve Batı ile ilişkilerde yeni bir döneme geçişin başlangıcı olarak görülebilir.
Elbette böyle bir değişimin yaşanıp yaşanmayacağını önümüzdeki süreç gösterecek; ancak eğer yaşanacaksa, bu değişimi öncelikle dış politikada ve ABD ile ilişkilerde atılacak adımlarda okuyacağız. Her durumda özellikle dış politikada bir takım yeni gelişmelerle karşılaşacağımız açık; hatta karşılaşmaya başladık bile.
Bugüne nasıl gelindiğine dair kısa bir özetle başlayalım: Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşmasının ne zaman başladığına dair net bir tanımlama yapmak gerekirse, bu süreç elbette daha önce başlamış olmakla birlikte AB ile ilişkiler bakımından başkanlık sistemine geçiş, ABD ile ilişkiler bakımından ise Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin alınması ile netleşmişti.
Her iki olay Türkiye hükümetinin ilk kez müttefiklerinden ‘yaptırım’ kelimesini duyduğu dönüm noktaları oldu. Diğer bir deyişle yukarıda söz ettiğim Türk Dış Politikası kitabında Batı’dan uzaklaşmanın kesinleşmesi için her iki gelişmeyi de kapsayan 2017-2018 yıllarını, Türkiye’nin tekrar yakınlaşma çabalarının başlangıcı olarak da 2021 başlarının telaffuz edilmesi mümkün görünüyor.
Bu yazının konusu olan ABD ile ilişkiler bağlamında, NATO üyesi Türkiye’nin NATO uçaklarını tehdit olarak gören bir hava savunma sistemini almasının, dış politikada bir eksen kayması anlamına gelip gelmediği çokça tartışıldı.
Trump’ın gidişi
Bu karara kuşku ile yaklaşan, S-400’lerin alınmasının stratejik bir tercih anlamına geldiğini kabul eden kesimler dahi, bunun doğrudan bir eksen kayması olarak nitelendirilemeyeceğini savundular. Çünkü Türkiye Irak, kısmen Suriye ve başka bölgesel meselelerde ABD ile işbirliği yapmaya devam ediyor; bu bölgedeki eylemlerinde ABD’nin sınırlamalarına hiç bir şekilde karşı çıkmıyordu.
Dolayısıyla eksen kayması doğru bir tanımlama değildi. S-400’lerin bir yandan Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizine karşı ödenen bir diyet; diğer yandan da Türkiye’nin askeri alanda bağımsız hareket edebileceğini gösteren bir koz olarak kullanıldığı vurgulandı. Ancak aynı dönemde ABD ile ilişkiler de, iki ülke arasındaki ilişkiler olmaktan çıkıp, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Trump arasında son derece sıkıntılı konularda belli bir uzlaşı ile götürülen, Türkiye için ne kadar iyi olduğu tartışmalı, ancak mevcut hükümetin çok da sıkıştırılmadığı ilişkiler haline gelmişti.
Bu süreçte Türkiye Suriye ve Irak’taki askeri operasyonlarına – belirli sınırlar dahilinde- devam etti. S-400’lerin denenmesi ve Trump’ın seçim yenilgisi bu sürecin sonunu getirdi ve CAATSA yaptırımları yürürlüğe kondu.
Soğuk duş etkisi
Yeni Amerikan yönetiminin göreve gelir gelmez Erdoğan hükümetine karşı son derece mesafeli bir tutum takınması, Dışişleri Bakanı Blinken’ın ‘sözde’ stratejik müttefik açıklaması, ABD Dışişleri’nden ve Senato’dan yükselen ve Türkiye’deki demokratik gerileyişin ilişkileri etkilecek önemli bir sorun olduğunun altını çizen diğer açıklamalar Türk dışişleri ve hükümet çevrelerinde adeta soğuk duş etkisi yarattı.
Halbuki ABD seçimlerinden hemen sonra bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan dış politika alanında bir dönüşümün başlayacağına, Türkiye’nin yeniden Batı ile ilişkilerine ağırlık vereceğine, içerde de Batı ile ilişkileri düzeltecek ekonomik ve hukuksal reformların yapılacağına dair açıklamalar yapmıştı. Bu açıklamalar ilişkilerin toparlanması için yeterli bulunmadı.
Seçimlerden sonra beklenen Dışişleri düzeyindeki temas ancak Gara operasyonunun ardından açılan bir taziye telefonu ile gerçekleşebildi. Biden hükümetinin soğuk tutumunun bir süre daha devam edeceğini, ABD tarafında aslında kolay aşılmayacak bir güven sorununun olduğunu da, S-400’lerle ilgili ortak komisyon kurulması ve Girit modeli gibi önerilerin doğrudan reddedilmesiyle gördük.
Dolayısıyla ABD ile ilişkilerde, Biden henüz seçilmeden öngörülen suların ısınması süreci başlamış görünüyor. Bu ortamda hükümet S-400’lerle ilgili ne yapabilir? Atacağı adımlar Türkiye’de iç ve dış siyaset açısından ne anlama gelir? Belli ki bu soruları epey uzun bir süre tartışmaya devam edeceğiz. Ancak bu aşamada bir başlangıç tartışması yapmamız da mümkün.
İktidar ortakları arasındaki gerilim
İlk olarak belirtmek gerekir ki ABD hükümetinin soğuk tutumuna karşılık Türkiye tarafından en üst düzeyde gösterilen çabaların, iktidar ortakları arasında ciddi bir tartışma ve gerilime yol açması kaçınılmaz görünüyor.
Hatırlayacak olursak S-400’ler hükümet ve iktidara yakın milliyetçi/ ulusalcı/ Avrasyacı çevreler tarafından iki farklı şekilde savunulmuştu: Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri, Savunma Bakanlıkları ve yeri geldiğinde diğer hükümet yetkilileri, S400 alınımın Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu bir askeri altyapının sağlanmasından öte bir anlam ifade etmediğini, ABD’nin Türkiye’nin istediği koşullarda Patriot sistemini sağlamadığını, Türkiye’nin egemen çıkarlarının gereğini yerine getirdiğini, bunun son tahlilde askeri bir karar olduğunun altını çizdiler.
“Büyük Strateji”
İktidarın en önemli destekçisi ve dış politika alanında çok daha iddialı söylemlerde bulunan söz konusu çevreler ise, bu kararın salt askeri olmadığını hatta esas olarak siyasi bir karar olduğunu ısrarla belirttiler. Bu siyasi kararla 1952’den beri Batı’nın sıkı bir müttefiki olan Türkiye’nin yerini, bağımsız ve kendi etki alanına sahip bir Türkiye alacaktı.
Türkiye’yi yeni bir küresel statüye kavuşturacak, Batı’ya bağımlılığını kıracak yeni Büyük Strateji (Grand Strategy) nihayet yaşama geçmeye başlamıştı. Türkiye gibi bir ülke artık tek bir ittifak sisteminin içinde kalarak çıkarlarını yaşama geçiremezdi.
Sonuç olarak S-400 alımı Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolunda attığı dev bir adım olarak kamuoyuna başarılı bir şekilde sunuldu. Bu argümanlar Türkiye’nin tarihi etki alanı olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bölgesel bir güç olarak hareket etmesinin kaçınılmaz olduğu vurgusu ile geniş bir kesimi hatta muhalefeti bile etkiledi.
Bu nedenle de S-400’lerin Türkiye’ye yönelmiş hangi somut askeri tehditleri bertaraf ettiği, halen yürütülmekte olan askeri süreçlerin hangisinde işe yarayacağı, F35 sisteminden çıkarılmaya deyip deymeyeceği gibi sorgulamalar yeterince ses getirmedi. Muhalefet partilerinin bir çoğu meseleyi tam da hükümetin ve bu çevrelerin istediği gibi bir egemenlik meselesi olarak gördüler.
Askeri uzmanların S-400’lerin NATO’nun en entegre sistemi olan hava savunması alanında ciddi sorun yaratacağı, bu sistemin aktive edilmesinin NATO tarafından tehdit olarak algılanacağı uyarıları havada kaldı.
Değişim sinyalleri
Ancak 2020 sonlarından itibaren bir yandan Covid salgını ile daha derinleşen ekonomik kriz, diğer yandan arkası gelebilecek CAATSA yaptırımları ve AB’nin de Türkiye’ye karşı ABD ile birlikte hareket edeceğini açıklaması, hükümetin Batı yanlısı söylemlerle dış politikada değişim sinyalleri vermesine neden oldu.
Şimdi soru hükümetin S-400’lerle ilgili nereye kadar geri adım atabileceği ve bu geri adımın yukarıda sözünü ettiğimiz Büyük Stratejici kesimlere nasıl kabul ettirilebileceği. Hükümet ABD’nin istediği gibi bu sistemi bırakın kutuda bırakmayı, topraklarından çıkarma noktasına gelir mi?
Bu noktada iki işaret bize meselenin kısa vadede şöyle bir hal yoluna girebileceğini gösteriyor: Türkiye hükümeti gerek söylemleri, önerileri, gerekse F35 sistemine geri dönebilmek için başlattığı bazı girişimlerle müzakereye istekli olduğunu göstermiş durumda. ABD tarafı da tüm mesafeli tutumuna rağmen, seçimlere kadar işbirliği yapmak durumunda olduğu mevcut hükümeti çok da yıpratmamak adına, denetleyebileceği bir ‘kutuda tutma’ seçeneğini kabul edebilir gibi görünüyor.
Peki, S-400’ler ABD’nin sözle yetinmeyip garanti altına almak isteyeceği bir biçimde kutuda kalırsa, Büyük Strateji’ye ne olacak? Bu kesimler bu zamana kadar savundukları fikirleri savunmaya, iktidarın politikalarının ideolojik savunusunu yapmaya nasıl devam edecekler?
Bu noktada Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin daima mesafeli olması gerektiğini düşünen çevrelerin, hızla yeni bir Büyük Strateji tartışması başlatmaya çalıştıklarını, ancak Batı’ya yaklaşma çabalarına çok da itiraz etmediklerini görüyoruz.
Yani iktidar içindeki gerilim bir şekilde yönetiliyor. Bu çevreler bir yandan Türkiye’nin F35 sistemine dönmesinin askeri faydalarını kabul etmekle birlikte, eski sıkı müttefiklik ilişkisinin restore edilmesine de karşılar. Hala içerdeki iktidar denkleminin güçlü bileşeni olmaya devam ettikleri için, bu görüşlerinin bir ölçüde dikkate alınacağını öngörmek de mümkün. İçişleri Bakanı’nın darbe girişiminden ABD’yi sorumlu tutan sözleri, bu açıdan içerde çizilmeye çalışılan bir sınır olarak okunabilir.
Diğer yandan iktidarın aylardır dillendirdiği reform sürecinde belli ki bazı uzlaşmalar sağlanamamaktadır ve Batı’ya yaklaşmaya itiraz etmemelerine karşılık, bu çevrelerin istediği gibi reformlar da iyice budanabilir.
Dolayısıyla bu iki işaret, yani bir yandan Türkiye’nin çabaları ve bu çabaların diğer iktidar ortağı parti ve çevrelerce alt perdeden karşılanması, diğer yandan da ABD tarafından özellikle F35’lerle ilgili belli ki bir kapının açık bırakılması, müzakere sürecinin ilerleyebileceğini gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 Şubat’ta Türkiye’nin ABD ile işbirliğini güçlendirmeyi hedeflediğini yolundaki açıklamalarına bu açıdan baktığımızda ise şunu görüyoruz: Cumhurbaşkanı bir yandan Türkiye’nin ABD ile görüş ortak çıkar alanlarında, kazan kazan mantığına dayalı, güçlü bir işbirliği için adımlar atmaya hazır olduğunu söylerken, diğer yandan da ilişkilerin müttefiklik çerçevesinde restore edilmesi önündeki engeller olarak Suriye’de PYD güçlerine ve FETÖ’ye verilen desteğin altını çiziyor.
“Perakendeci ilişki” dönemi
Bu vurgular Türkiye-ABD arasındaki ilişkilerin bundan böyle uzun vadeli, her iki tarafın dahil olduğu çok taraflı kurum ve mekanizmalar içinde yürütülen, karşılıklı güvene ve ortak değerlere dayalı bir müttefiklik ilişkisi olmayabileceğini; daha çok ikili ilişkileri, ortak çıkarlardaki kısa vadeli kazançları önceleyen, değer temelli olmayan, parça başı diyebileceğimiz, perakendeci (transactionalist) bir mantıkla devam edebileceği gösteriyor.
Bunun en temel nedenlerinden biri, içerdeki Büyük Strateji’cilerin Türkiye’nin tekrar Batı’ya ağırlık veren bir dış politikaya yönelmesini asla kabul etmeyecek olmalarıdır. Diğer bir neden de, birinci nedenle bağlantılı olmak üzere, mevcut hükümetin zaten içerde ciddi bir demokratik açılım yapmak istememesi, gerek ABD’nin gerekse AB’nin Türkiye’ye yönelttikleri otoriterleşme eleştirilerine bir karşılık vererek zayıf bir görüntü sergilemek istememesidir.
Bu noktada da soru şudur: Batı ittifakı Türkiye’nin spesifik meselelerde parça başı işbirliği önerisini kabul edip, ülkenin Batı değerlerine sözde değil özde döneceği bir reform sürecine girmemesini sessizce kabul mü edecektir?
Yoksa özellikle ABD, bunu da bir hegemonya meselesi olarak görüp, Türkiye’nin Rusya ve Çin çizgisinde bir rejime dönüşmesini kendi hegemonik konumunu da sarsan bir meydan okuma olarak değerlendirebilir mi?
Bu iki durum arasında bir orta yol çıkabilir mi? Bunlar önümüzdeki süreci izlememezi sağlayacak temel sorular olarak karşımıza çıkıyor. Ancak her durumda Avrasyacıların Büyük Strateji’si, yerini parça başı dış politikaya bırakmış gibi görünüyor: S-400’leri almış (kalıcı olarak kullanmama garantisi vermiş) ama Batı’ya sizle beraberiz, Batı kurumlarından bizi dışlamayın diyen; Orta Doğu’da Rusya’yı sınırlamaya devam eden ama Irak ve Suriye’de ABD ile işbirliği yapmayı da isteyen, bu arada da mevcut rejiminin sorgulanmasını istemeyen bir pozisyon netleşiyor.
Önümüzdeki süreç, Batı ile ilişkilerin toparlanması zorunluluğunun ortaya çıkardığı bu parça başı dış politikanın nasıl ve nereye kadar uygulanabileceğini göreceğimiz, bu meselelerin iç siyaseti de derinlemesine etkileyeceği, oldukça hareketli bir süreç olacağa benziyor.