TÜRKİYE DEMOKRATİK ÜLKELER LİSTESİNDE YER ALABİLİR Mİ?

ABD'nin "Demokrasi Zirvesi"ne, sızdırılan listeye göre Freedom House’un “Özgürlük” puanlamasında çok gerilerde olan Pakistan çağrılırken, daha üst sırada olan Macaristan çağrılmamış. Türkiye Macaristan ile birlikte liste dışında kalan iki NATO üyesi. ABD, Türkiye ve Macaristan’a bu şekilde bir mesaj vermiş oluyor. Yoksa, her iki ülkenin de, her şeye rağmen davetli listesinde yer alan Angola’dan daha iyi durumda olduğunu Amerikalı yetkililer de biliyor olmalı.

ABD Başkanı Biden’in daha seçim kampanyası sırasında demokratikleşme konusunu önemsediğini ve bunu dış politikasının ana eksenlerinden biri yapacağını ilan ettiğini biliyoruz. Bu politikanın unsurlarından biri de “Demokratik Ülkeler Zirvesi” olacaktı. Geçtiğimiz günlerde Politico sitesine bu zirveye davet edilecek ülkeler listesi sızdırılınca konu tekrar gündeme geldi. Oysa, zirve ilanı Beyaz Saray tarafından Ağustos 2021’de yapılmıştı. Konunun bizim açımızdan dikkat çekici yönü ise bu kesin olmayan listede Türkiye’nin yer almamasıydı. 

Öncelikle herhangi bir ABD yönetiminin demokrasiden söz etmesinin kendisi tartışma konusudur. ABD’nin gerek kendi demokrasisindeki sorunlar gerekse geçmişte demokratik yolla seçilmiş iktidarları darbe yoluyla devirmesi, işgalleri ve genel olarak demokrasi ihracı konusundaki sicili herkesin malumu. Bu bütün bu noktaları akılda tutarak, Biden yönetiminin, neden Trump yönetiminden farklı olarak demokrasi ve insan hakları konusunu bu kadar gündemin üst sıralarında tuttuğunu, neden böyle bir demokrasi zirvesi düzenlemeye ihtiyaç duyduğuna bakmamız gerekiyor. Yoksa, ABD yönetiminin hatta demokrasi vurgusu daha güçlü olabilen AB üyesi ülkelerin de ekonomik, siyasal, stratejik çıkarları için demokratik kaygılardan çok kolay vazgeçebildikleri, “büyük siyasetin” genelde ilk kurbanının demokrasi konusundaki hassasiyetleri olduğunu defalarca gördük.

Demokrasi ve insan hakları günümüzün evrensel olarak kabul gören değeri. Hiçbir siyasal akım (Taliban vs dışında) kendisini anti-demokratik ve insan hakları karşıtı olarak tanımlayamıyor. Bununla birlikte demokrasi ve insan haklarının hayata geçirilmesi bir o kadar sorunlu işliyor. Bu durum, olgun demokrasiler diyebileceğimiz, ekonomik olarak gelişmiş, demokratik bilincin yerleştiği, sivil toplumun güçlü olduğu ülkeler için de geçerli. Yani, demokrasi konusu bir  süredir merkezi demokratik ülkelerde de sıkıntıda. Bunun da bir inandırıcılık sorunu yarattığı ortada.

Bu süreçte ikinci büyük zorluk da 2010’lardan itibaren bir otoriter dalganın güçlenerek yayılmış olması. Veriler, 2020’ye gelindiğinde, 1990’dan sonra dünyada demokrasi kaybının en yüksek noktasına ulaştığını gösteriyor. Dolayısıyla, otoriterliğe kayan ülke sayısı arttıkça bu otoriter liderler birbirlerine daha fazla dayanmaya, daha çok işbirliği içine girmeye, birbirinin iç ve dış politikada izledikleri yöntemlerden çıkarımda bulunmaya başladılar. Liberal çizgideki literatürde rekabetçi ve çoğunlukçu otoriterlik, eleştirel çalışmalarda neoliberal otoriterlik olarak tanımlanan bu dalganın bir dönem Trump ABD’si, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Filipinler, Türkiye, İsrail, Macaristan, Polonya, Mısır, Sırbistan gibi çok sayıda ülkeyi içine çektiği biliniyor. Dünyanın nüfus olarak en büyük ve en güçlü ülkelerinin sağ popülist ve otoriter yönetimler altında yaşandığı bir döneme girilmişti. Şu anda bu tablodan ABD ve İsrail’in çıktığını belirtelim.

ABD kendi savrulduğu ama toplumsal taban olarak tam kurtulamadığı ve çözemediği bu sağ popülist dalgadan sonra Biden yönetimiyle birlikte hem içerideki kutuplaşmayı aşmayı hem de dış politikasında demokrasi ve insan hakları konusunu öne çıkaracağı sözünü verdi.

Bu noktada en önemli sorun ABD sisteminin demokrasi konusunu neden bu dönemde öne çıkardığı?

TRUMP DÖNEMİ

İç politika açısından bakıldığında ABD, Trump döneminde yalnızca bir demokrasi kaybını değil iç siyasette, neredeyse İç Savaş’tan bu yana görülmeyen bir kutuplaşma yaşadı, kurumlar zayıfladı, bir başkanın doğrudan medya ile çatışmasına, post-truth denen (hakikat ötesi) yalana başvurmanın alışkanlık haline geldiği bir dönem yaşadı. ABD’nin kurulu düzeni bu durumun yarattığı kırılganlığı fark etmiş olmalı. 

İkinci olarak demokrasi ve insan haklarının dış politikadaki gündemlerden biri haline getirilmesi ABD’nin küresel siyasette Çin ile başetme stratejisinin bir parçası olarak belirlendi. ABD Biden’a kadar Çin’e yönelik olarak ticaret savaşı, gümrükler, bu ülkedeki yatırımları geri çekme, stratejik çevreleme, askeri yığınak, QUAD (ABD, Hindistan, Japonya, Avustralya) ve AUKUS (ABD, İngiltere, Avustralya) örgütlerle karşılık vermeye çalıştı. Biden ile birlikte daha geniş bir stratejiye yöneldi. Soğuk Savaş dönemini andırır şekilde dünyayı demokrasiler ve otoriter yönetimler olarak kutuplaştırmak istiyor. 

Böylece Çin’i otoriter, baskıcı bir rejim olarak konumlandırıp uluslararası sistemde yalnızlaştırmayı politikası izleyecek. Bunun için de hem ABD içindeki demokratik geri çekilmeyi telafi etmesi gerekecek, hem de küresel bir demokratikleşme dalgası yaratmayı deneyecekti. Dış politikada demokratikleşmeyi uygulamak en zor tercihlerden biridir. Herhangi bir ülke ya da ABD yönetimi samimi olarak bunu istese bile bir başka ülkede demokrasinin yerleşmesini, güçlenmesini sağlamak ve insan haklarını gözeten bir politikaya ikna etmek son derece zordur. Kaldı ki, dünyadaki bir çok otoriter rejim, herkesin bildiğini zaten çoktan biliyor. O da, ABD sistemine stratejik fayda sunulduğu zaman, ABD politikalarına destek olma karşılığında insan hakları konusunun gündemden düştüğünü öğrendiler.

Bu sefer Biden yönetimi daha ısrarlı görünse de içerik olarak demokrasi konusundaki hamleleri sınırlı kaldı. Biden, tek somut eylem olarak, ABD’yi Trump döneminde ayrıldığı BM İnsan Hakları Komisyonuna tekrar üye yaptı, Sisi ile görüşmedi, onun yerine dışişleri bakanını görüşmeye gönderdi, insan hakları ve sivil toplum aktivistlerinin serbest bırakılması için baskı yaptı, Sisi yönetimi üzerindeki baskıyı hafifletmek için bazılarını serbest bıraktı. Yine Erdoğan ile mesafeli ilişki kurdu, bir kez telefon ve iki kez uluslararası toplantılar vesilesiyle görüştü. Netanyahu’nun tebrik telefonuna bir ay sonra geri döndü. Ama bunların hepsi simgesel adımlar olarak kaldı. 

BIDEN YÖNETİMİNİN ÇELİŞKİSİ

Biden yönetiminin demokrasi odaklı politikasındaki en göze batan çelişkiyi ise Hindistan oluşturdu. ABD neredeyse Hindistan’ı Çin’den uzak tutmak için ciddi stratejik yatırım yaptı. Bu çerçevede Modi’nin Hint milliyetçiliğini öne çıkaran, baskıcı, azınlıkların haklarını budayan yönetimine karşı sessiz kalmaya devam etti. Zaten bütün bu demokrasi konusunun merkezinde Çin meselesi yatıyordu. Hindistan’ı Çin’den uzak tutmak ABD’nin son dönemdeki en başarılı stratejisi olmuştu ve insan hakları yüzünden bunu riske etmek istemedi. Bu kısmı çok tanıdık bir hikaye.

Demokrasi konusunun ABD tarafından zorlanmasının bir diğer nedeni de, içeride otoriterleşen yönetimlerin Rusya ve Çin gibi ülkelere daha fazla yaklaşması. Filipinler’de Dutarte’nin Çin’e, Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman’ın, Sırbistan’da Tadiç’in, Türkiye’nin, Mısır’ın Rusya ile yakınlaşmaları, Rusya’yı dengeleyici olarak kullanmaya başlamaları ve Rusya’nın da Ortadoğu ve Balkanlar’da daha çok alan bulmaya başlaması, ABD açısından bir başka kaygı konusu oldu. 

Demokratik ülkeler zirvesi, Biden’in seçim kampanyasındaki vaatlerinden biriydi. Burada da sorun hangi ülkelerin demokratik sayılacağıydı ve en çok tartışılan konulardan biri buydu. Böyle bir konferans/zirve düzenlemenin aslında ABD’nin hegemonik pozisyonunu güçlendiren bir yönü var. ABD bu şekilde küresel ölçekte kimin hegemonik olduğunu bir daha teyit etmiş, ülkeleri bir tür kategorize etme gücünü eline almış oluyor. Hatta, listenin önceden sızdırılması bile bir bakıma bazı ülkelere ayar verme, zirve tarihine kadar kendilerine çeki düzen verme imkanı tanıma amacını içeriyor da olabilir. 

9-10 Aralık 2021’de online olarak düzenlenecek bu zirve, önümüzdeki yıl yüz yüze yapılacak. ABD böylece demokratik ülkelerden oluşan geniş  bir ittifakın lideri olarak kendi pozisyonunu sağlamlaştırmış olacak. Bu yıl listeye giremeyenler, önümüzde yıla bakacaklar.  Böyle bir liste üzerinden hareket etmek ABD sistemi içinde de tartışıldı. ABD açısından buradaki kaygı liste dışı kalan ve ABD tarafından dışlanan ülkelerin içeride daha da otoriterleşebileceği ve Rusya ve Çin’e daha çok yanaşabileceği. Bunun anlamı maksadın tersine bir durumun ortaya çıkması, ihtimali ama ABD bu riski göze almış görünüyor.

Demokrasi zirvesine, bu sızdırılan listedeki ülkeler çağrılırsa ABD’nin bu listeyi gerçekten demokrasinin niteliğine değil, o ülkenin pozisyonuna göre yaptığını da anlayacağız. Örneğin, ABD belli ki demokrasi konusunda Freedom House’un listesini gözönüne almak yerine kendi standartlarını uygulamış. Örneğin Freedom House’un “Özgürlük” puanlamasında çok gerilerde olan Pakistan çağrılırken, daha üst sırada olan Macaristan çağrılmamış. 

TÜRKİYE VE MACARİSTAN

Türkiye beklendiği gibi sızdırılan listeye göre davet edilmeyen ülkeler arasında ve Macaristan ile birlikte dışarıda kalan iki NATO üyesi. ABD, Türkiye ve Macaristan’a bu şekilde bir mesaj vermiş oluyor. Yoksa, her iki ülkenin de, her şeye rağmen davetli listesinde yer alan Angola’dan daha iyi durumda olduğunu Amerikalı yetkililer de biliyor olmalı. Zaten Freedom House listesi de bunu gösteriyor. ABD bu iki ülke yönetimlerine Batı standartları içinde demokratik olmadıklarını söylemiş oluyor. Orban AB üyeliğine güvenerek yerini korumaya çalışırken, Erdoğan Akdeniz’de geri çekilip, Karadeniz havzası ve Doğu Avrupa’da Rusya’yı çevrelemeye aktif katılarak demokrasi konusunu pazarlık konusu etmeye çalıştı. Erdoğan’ın uzun iktidar dönemi gerek AB, gerekse ABD’nin hangi konuda ne kadar ısrarcı olunduğunu öğretmiş olsa gerek. Ama bu kez Erdoğan yanılıyor olabilir de. ABD istediği stratejik işbirliğini alıp, diplomatik olarak yalnızlaşmış, iktisaden zor durumda ve içte siyasal desteği giderek azalan, elinde Halk Bank, F-35 gibi araçları tutarak, Erdoğan’ı bu konuda daha fazla sıkıştırma imkanına sahip.

Köşe Yazıları Haberleri