13 Ekim 2022’de, Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri bölümü ve Yunan Etütler bölümü, Türk Yunan savaşının 100 yılı vesilesiyle bir panel düzenledi. Panelde Yunan Etütleri Bölüm başkanı Maria Zerva günümüz Yunanistan’ında 1922’nin hafızası üzerine bir konuşma yaptı. Daha sonra salondaki Yunan öğrencilerle hafıza hakkında sohbet ederken istisnasız hepsinin Türk dizilerini ve özellikle de Muhteşem Yüzyıl dizisini çok sevdiklerini, hâlâ tekrar tekrar seyrettiklerini öğrendim.
Osmanlı’nın altın çağını anlatan dizinin Türkiye’de başarılı olması şaşırılacak bir durum değil. Çünkü Türkiye, Osmanlı topraklarından çıkan son ülke olarak Osmanlı geçmişini rehabilite eden ve kendini Osmanlı’nın varisi olarak gören tek ülke. Aslında Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’lere kadar geçen süreçte Türk tarih yazımı, Osmanlı tarihinden tamamen ayrışmıştı. Zira bölgedeki diğer ülkeler gibi Türkiye de Osmanlı İmparatorluğu’na “karşı” kurulan ve onlarca yıl Kemalist ideoloji tarafından “beyaz sayfa” söylemiyle meşrulaştırılan bir devlet oldu. 1950’lilerde Demokrat Parti iktidarının milli eğitim sisteminde yaptığı ters-yüz ile Osmanlı dönemi peyderpey Türkleştirildi ve İslamlaştırıldı.
Cumhuriyetin ilk on yılları süresince Türkiye Cumhuriyeti’nin bu topraklardaki varlığının meşrulaştırılması bir takım yapay söylemlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştı. Türk Tarih Tezi, Güneş Dili Teorisi, Hititoloji ve Sümeroloji ile “Helenlerden ve Ermenilerden önce” burada başkalarının olduğunun altının çizilmesi hatta “Anadoluculuk hareketi” bu tarih yazımı taktiklerine sadece birer örnek. Bu dönemde kullanılan diğer taktiklerle çelişkili “Orta Asya’dan geldik” söyleminin izleri o kadar derin ki bugün bile Akdenizli ya da Ortadoğulu olduklarından şüphe duyulmayacak dev bir halk kendini Orta Asya ile özdeşleştirmeye devam ediyor. Diğer bir deyişle Türkiye tarih yazımı Osmanlı ile övünmeyi 1950’den sonra keşfetti.
Bu tarihten itibaren, ilk önce Osmanlı tarihinin klasik devri (15.-17. Yüzyıl) rehabilite edildi. Bu güçlü dönem Ulusal destanı hazırlayan bir dönem olarak gösterildi. Ancak millî ideoloji son dönem Osmanlı tarihine güzellemeler düzmeye cesaret edemedi zira bu artık kemikleşmiş milliyetçi Kemalist söylemin meşruiyetini zedeleyebilirdi. Son dönemin tekrar içselleştirilmesi Kemalist karşıtı İslamcı söylemin 1990’lardan itibaren merkeze yerleşmesiyle oldu. 1980 darbesinden sonra bu meşrulaştırma süreci hız kazandı.
Askeri cunta, komünizme karşı bir adım olarak, Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’na sözde egemenliği ve İslam’a etkisi üzerine kurulmuş mantıksız bir “Türk-İslam Sentezi” ideolojisini dayattı. Bu ideoloji 1967 Yunanistan Cuntasının ortaya attığı Ortodoks–Helen sentezine tıpatıp benziyordu ve bütün saçmalığına rağmen tuttu. Böylece 70 ve 80’lerde doğan iki kuşak “Türk” padişahların kahramanlık hikâyelerini, Türklerin İslam’a katkılarını ama aynı zamanda Orta Asya’dan geldiklerini, Kemalist devrimlerin yeniden uyanış olduğunu içeren çorbayı dinleyerek büyüdüler. Osmanlı İmparatorluğu’nun halklarını oluşturan Müslüman olmayan gruplar bu tarih prizmasından silindi. Klasik Osmanlı dönemi inşa hâlinde olan Türk tarihine dahil edildi.
Ottomania’yı anlamak ve tarih yazımındaki bu değişim sürecin izlemek için İstanbul’un fethine yüklenen anlamdaki değişimi takip etmek yeterli olacaktır. Konstantinopolis ya da Osmanlıların deyimiyle Konstantîniyye, 1453 yılında II. Mehmet tarafından alındı. Bu olay Osmanlılara son derece doğal geldi ve hiç kutlanmadı. Eski Doğu Roma İmparatorluğu’nun diğer toprakları zaten Osmanlı himayesindeydi ve Konstantinopolis düştüğünde bu büyük bir askeri başarı olarak görülmedi. Dönemin algısına göre Osmanlı hanedanı Roma İmparatorluğu’nu yok etmemişti, Roma mirasını artık onu taşıyamayan bir hanedandan devralmıştı. Ortada bir devletin yıkılıp diğer bir devletin kurulması değil var olan bir devlet yapısının hanedan değiştirmesi vardı. Ayrıca Roma İmparatorluğu’nun devamı Rum milleti 1454’de derhal kuruldu, Patrikhane ihya edildi ve Rumlar (yani “Romalılar”) Osmanlı’nın aslî unsuru olarak varlıklarına devam ettiler. İstanbul nüfusunun yarısını oluşturan Müslümanların diğer yarısını oluşturan Ortodokslara “bu şehri sizden aldık” demesi elbette düşünülmedi. II. Mehmet kendisini Roma İmparatoru (Kayser-i Rum) olarak adlandırdı. İlk İmparator II. Mehmet’ten hanedanın sonuncu temsilcisi Vahdettin’e kadar Osmanlı Padişahları bu “Roma İmparatoru” unvanını taşıdı.
Batıda II. Mehmet’e “Turcarum imperator “ (Türk imparatoru) dense de Osmanlı Devleti’nde kendisine Yeni Roma İmparatoru deniyordu. Konstantinopolis imparatorluğun başkenti oldu ve bu olay hiçbir zaman kutlanmadı ta ki 1953 yılına kadar. Bu tarihten itibaren her sene 29 Mayıs’ta büyük bir ihtişamla “Türklerin İstanbul’u fethi” kutlanıyor. 1980’lerden itibaren kutlamalar daha da şatafatlı hale geldi. Kutlamalarda Türk bayrağının yer alması, ilk bestecileri ancak 16. yüzyıldan itibaren tanınıp besteleri yine ancak 19. yüzyılda söylenmeye başlanan mehter takımının gösteri yapması gibi tarihi zamanlamaları birbiriyle örtüşmeyen, yerli yersiz birçok öğe bir araya toplandı. 2000’lerde bu gösteriler Türklüğün olduğu kadar Sünni İslam’ın da yüceltildiği bir sirke dönüştü.
Osmanlı tarihi millî gurur kaynağı haline geldi. Büyük imparatorluğun Yahudi, Rum ve Ermeniler gibi diğer bileşenleri doğal zimmî statüsünde kaldı. O günden beri Türkiye’de her ideolojik akım Osmanlı İmparatorluğu tarihinden istediği kısmı çekip almakta. Milliyetçiler, İmparatorluğun kuruluş dönemi efsanelerini hayranlıkla anlatırken, İslamcılar Halife Sultanlarını anıyorlar ve hatta Kemalistler bile kendi öncülerinin fikirlerine ihanet ederek bu çok şekilli tarihten bazı egemenlikçi unsurlar bulabiliyorlar.
1990’lardan itibaren Türkiye’de “Yeni Osmanlıcılık” adı altında birçok siyasal ve ideolojik çıkar dalgası ortaya çıktı. Balkanlara olan ilginin başlangıcı ise 1980’lerin sonuna dayanıyor. Bu tarihlerde popüler gazeteler, kaybedilen topraklar hakkında diziler halinde nostaljik yazılar yayımladılar. Bu yazılarda özellikle Balkanlarda kalan Müslüman azınlıklar ve cami, hamam gibi Osmanlı kalıntıları ön plana çıkarıldı. Yeni Osmanlıcılığın ikinci dönemi 1990’ların ikinci yarısında şahit olduğumuz İslam siyasetinin yükselişi ile aynı zamana denk geliyor. Orta Doğu’daki Müslüman ülkeler ile kopmuş durumda olan ilişkiler, dönemin koyu laik Türklerinin endişeli ve dikkatli bakışları altında yavaş yavaş yeniden kurulmaya başlandı.
Türk dizilerinin Türkiye’deki ve yurtdışındaki başarısı 2003 yılında başlayan üçüncü Yeni Osmanlıcılık dönemi ile çakışmakta. Bu dönem, dış politikanın, Ahmet Davutoğlu tarafından kavramsallaştırılan “hükmetme hakkı” ve “yumuşak güç” üzerinde yoğunlaşması ile kendini gösterdi. Yumuşak güç (soft power) kavramı, siyasi etkinin şiddet vasıtasıyla değil de kültür ve para ile gerçekleştirilmesi olarak tanımlanabilir. Sürekli bir “Türklük ve Sünnilik” enflasyonunun yaşandığı Türkiye’de buna bir de “kimlik” boyutunun eklendiği söylenebilir. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında netleşen bu yeni Osmanlıcılık anakronik derecede millî, ölçüsüz bir şekilde Sünni ve hepsinden öte emperyalist. Davutoğlu’na göre Osmanlının geçmişi göz önüne alındığında Türkiye’nin imparatorluktan doğan diğer devletler üzerinde üstünlük kurması haktan öte bir ödev. Bu bakış açısına göre Osmanlı İmparatorluğu Türkiye, Türkiye de Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Ancak Muhteşem Yüzyıl gibi dizilerin kökeninde bulunduğu bu Yeni Osmanlıcılık akımı bölgesel güç olma isteğine indirgenemez. Hem bu dizi, hem de aynı konuları işleyerek bu dizinin ardı sıra gelen irili ufaklı diğer diziler, seyirciyi geçmişte var olduğu ancak kaybolduğu düşünülen hayali bir Türkiye’ye sürüklüyor. Dekor ve kostümlerdeki ihtişam, saray entrikaları ve en önemlisi seyircilerin kendilerini kahramanların yerine koyabilmeleri etkili oluyor. Kimse “ecdadını” herhangi bir tımarda ırgat ya da bitmez tükenmez seferlerde nefer olarak görmüyor. Herkesin ecdadı Türklük kavramını küçümseyen hanedan ! O kadar ki bu kurmaca Osmanlı hayranlığı sivil ve dini mimariden popüler edebiyata, süsleme sanatından spora kadar her alanda kendini belli ediyor.
Bunun en iyi örneği “muhafazakâr” spor kulübü Osmanlıspor’un uydurma Osmanlı mimarisi ile altın varaklı İslami süslemeleri bir araya getirdiği kulüp tesislerinde görülebilir. Ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın Angela Merkel’i oturtup poz verdiği sünnet koltuklarında. Yemeklerde, takılarda, müzikte, her yerde Osmanlı taklidi olduğu sanılan öğeler var. Aslında elbette taklit değil bugünün icadı şeyler bunlar. Uzun lafın kısası Muhteşem Yüzyıl dizisi aslında tam içinde yaşadığımız dönemin ürünü ve kendi hayatlarından hoşnut olmayan orta sınıf Türklerin komplekslerine derman olarak başarıya ulaşmış bir proje.
Muhteşem Yüzyılın başarısı sosyolojik ve siyasi açıdan Türkiye’de anlaşılabilir olsa da Balkanlar'daki başarısını anlayabilmek daha zor. 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye, bu bölgede DİB-TİKA-TOKİ işbirliğinin sunduğu araçlarla son derece aktif faaliyetler yürüttü. Bu doğrultuda din ve popüler kültür konuları kısmen Türkiye’nin kontrolü altına girdi. Bunda Cizvit okulları örneğinde kurulan ve bölgede seçkinlerin çocuklarına eğitim veren “Türk okulları” ve artarda restore edilen Osmanlı camilerinin yanı sıra Diyanet tarafından yeni açılan cami ve medreseler de önemli bir rol oynadı. Bölgenin simgesi Bektaşi tekelerinin yüzüne ise kimse bakmadı.
Dolayısıyla bölgede Türkiye’den gelen her şeye olduğu gibi Türk dizilerine olan ilginin de artmasına şaşırmamak gerekir. İşin ilginç tarafı bu dizilerin izlenme rekorları kırdığı bütün Balkan ülkeleri 1821 ile 1923 tarihleri arasında Yunanca’da “turkokratia” adı verilen “Türklerin baskısından kurtulup bağımsızlıklarını ilan etmeleri” söylemiyle kuruldular. Yunanistan’dan başlayarak Bulgaristan ve Sırbistan’a kadar bütün devletlerin ulusal tarih yazımında, Osmanlı boyunduruğu Türklerin boyunduruğu ile eş tutuldu, İmparatorluğun bütün olumlu yönleri görmezden gelindi, özellikle son yüzyılında çekilen acılar ve baskılar ön plana çıkarıldı. Zaten önemli olan da bu, zira bu dizilerin hikâyesi ulus devlet inşasının söz konusu olmadığı 16. yüzyılda geçmekte. Bu dönemde Kanuni’nin sarayında mühtedi Sırplar, Arnavutlar ve Rumlar bulunmakta. Ama dizi 16. yüzyılda geçiyor olmasına rağmen bugünün davranış kodları ve dil alışkanlıkları yansıtıldığından Balkan halkları bir süredir unuttukları Türklerle ilişkilerini (yeniden) keşfettiler, tarih yazımı aracılığıyla gayri-meşrulaştırılan ortak davranış kodlarını yeniden öğrendiler. Bugün hâlâ Yunanlar, Sırplar ve Bulgarlar için Türklerle benzer olduklarını itiraf etmek zor ama bu benzerliği kabul ettirilebilmek 16. yüzyılda geçen bir kurgu aracılığıyla daha kolay.
Doğrudur, dizinin başarılı olduğu ülkelerde milliyetçi kesim tepki verdi. 2012 yılında radikal milliyetçi Sırp hareketi “Naşi 1389” (Kosova Savaşı’nın tarihi) dizinin gösterimine karşı çıktı. Bu hareket Sultan Süleyman’ın Sırp halkına tamamen pozitif bir tarihi şahsiyet olarak gösterilmesine karşı çıkarken, katil Osmanlılar yerine savaşta çarpışan Sırp kahramanların ön planda bulunması gerektiğini belirtti. Yunanistan’da ise milliyetçi kesime yakın bir dergi, diziyi yayınlayan kanalı, Yunan toplumunu “Türkleştirmeye” çalışmakla suçladı. “Türklük” ile “Müslümanlığın" birbirinin dengi kavramlar olarak görüldüğü Yunanistan’da daha yakın zamana kadar “Türkleşmek” aynı zamanda “ihtida etmek” anlamına geliyordu. Bulgaristan’da “kaybedilen değerleri yeniden keşfedildiğini” düşünen bir kesim, dizinin başarısını haklı bulurken diğer bir kesim diziyi “yeni bir jeopolitik işgal yöntemi” olarak değerlendirdi.
Tüm bu tepkilere rağmen Muhteşem Yüzyıl Balkan ülkelerinde izlenme rekorları kırdı. Çünkü dinî ve millî engellere rağmen, bu ülkelerin kendi uluslarını inşa ettikleri dönemde kullandıkları propaganda, birlikte yaşamış olmanın verdiği beraberlik duygusunu tamamen yok edemedi.
Tarih dünün bugünü. Bugün kim neye ihtiyaç duyuyorsa tarih o kılığa sokuluyor. Diğer bir deyişle tarih dinamik bir kavram. Yarın, bugünün tarihi yazılırken ve araçsallaştırılırken, bugünün değil yarının gerçekleri ve değerleri göz önünde bulundurulacak.