Geçtiğimiz 25 Nisan günü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, iş insanı ve insan hakları savunucusu Osman Kavala’yı anayasal düzeni cebir ve şiddet yoluyla kaldırmaya teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Aynı davada yine ülkemizin önde gelen insan ve doğa hakları savunucuları Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Tayfun Kahraman'a da 18'er yıl hapis cezası verildi.
Bu kararlar ne yazık ki Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaktan çıktığını bir kez daha tescilledi. Bu noktada artık devlet/ hükümet/ yürütme/ siyasal rejim gibi ayırımlar yapmanın, hukukun üstünlüğü ilkesinin hangi düzeyde erozyona uğradığını tartışmanın hiçbir anlamı yok.
İçinde bulunduğumuz durum epeydir devam eden bir anayasasızlaştırma süreciyle karakterize olmuş bir devlet krizidir. Yargı bağımsızlığının büyük ölçüde tahrip olduğu, bu nedenle de siyasî iktidarın denetlenmesinin imkânsız hale geldiği ve modern devletin kurucu özü olan iktidarı denetleyen anayasal kurumların çözüldüğü bir kriz bu. Diğer bir deyişle şöyle bir paradoksla karşı karşıyayız: Osman Kavala’nın ortadan kaldırmaya çalışmakla itham edildiği anayasal düzen zaten epeyce tahrip olmuş durumda.
Nevi şahsına münhasır cumhurbaşkanlığı sistemine geçtiğimiz Haziran 2018’den bu yana, devletin üç temel gücünden biri olan yargı bağımsızlığı ne yazık ki kağıt üzerinde bile kalmadı. Yeni sistemin gerektirdiği 18 maddelik anayasa değişikliği yargı bağımsızlığını büyük ölçüde zedeleyen özellikleri ile çokça eleştirildi. Sadece Türkiye’deki anayasa hukukçuları değil Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği de bu eleştirileri gündeme getirdi. AB bu değişikliklerin Kopenhag kriterlerinden geriye gidiş olduğunu açıkça ifade etti.
Ancak Türkiye’de yargı bağımsızlığının pratikte istikrarlı bir şekilde ihlal edilmeye başlanması sistem değişikliğinden çok öncedir ve 2013- 2016 yılları arasında giderek yoğunlaşmıştır. Bu sürecin en veciz ifadesi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın akıllardan çıkmayan ‘‘AYM kararını tanımıyorum, saygı da duymuyorum’’ sözleridir. Gelinen noktada birçok dönüm noktasının ardından Türkiye, yargının her düzeyde ‘‘saygı duyulmayacak’’ kararlar vermemeye başladığı, yürütmenin tüm devlet güçlerini elinde topladığı bir ülke oldu.
Son olarak Gezi Davası’nda alınan karar da - ironik bir şekilde ifade edersek- yargı bağımsızlığını iç hukukta korumanın tüm yollarının tüketildiğini bize bir kez daha gösterdi. Doğrudan iktidarın beklentileri doğrultusunda alınan siyasi bir karar olması bir yana, Gezi kararı önümüzdeki süreçte iç siyasetin nasıl biçimleneceğinin, özellikle de seçim kampanyalarında iktidar partisinin nasıl bir dil ve içerikle mücadele edeceğini gösteren bir fragman niteliğini taşıyor. Yani esas film henüz başlamadı. Bu açılardan bakıldığında özellikle Osman Kavala hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası maalesef çok üzücü; ancak şaşırtıcı değil. Elbette daha Yargıtay süreci var; ancak mevcut koşullarda seçime kadar bir gelişme beklemek saflık olur.
Peki Türkiye’de ya da Batı sistemi içinde yer alan herhangi bir ülkede hukuk devletinin olmazsa olmazı, tanımlayıcı unsuru olan yargı bağımsızlığını uluslararası alanda oluşturulmuş mekanizmalarla korumanın bir imkânı var mı? Bu sorunun teknik yanıtı evettir ve yaptırımı olan tek mekanizma da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir.
Bu mahkeme Türkiye’nin kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak 1959’da kuruldu. AİHM, başta yaşam hakkı olmak üzere, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, işkence yasağı, özel yaşam ve aile hayatının gizliliği ve mülkiyet hakkı gibi temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi durumunda bireylerin, toplulukların, tüzel kişilerin ve diğer devletlerin başvurabileceği bir uluslararası denetim mekanizması olarak tasarlandı. Sözünü ettiğimiz hak ihlallerinin ortaya çıkmasının temel nedeni de bu ihlallerin olduğu ülkelerde yargı bağımsızlığının işlememesi; yani yargının yürütme erkinin açık/ örtük baskısı altında karar vermesi. Çünkü Avrupa Konseyi üyelerinin büyük bir çoğunluğu zaten belirli bir demokrasi düzeyine ulaşmış ülkeler.
Dolayısıyla çoğu zaman sorun anayasalarda ya da yasalarda değil; bunları yorumlayan/ uygulayan ulusal mahkemelerin ya kendi yasalarına ya da taraf oldukları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı kararlar almaları. Tekrar vurgulamak gerekirse sorun ulusal mahkemelerin bu aykırı kararları çoğunlukla yürütmenin yarattığı siyasal baskı ortamında almaları ve devamında da iç anayasal denetim mekanizmalarının - örneğin bizdeki Anayasa Mahkemesi- bu hak ihlallerine karşı bireyi koruyamaması.
Sonuç olarak başta hukukun üstünlüğü olmak üzere özgürlük, eşitlik, demokratik kurumların işlemesi, azınlıklar da dahil olmak üzere tüm insanların temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve yaşama geçmesi olarak tanımlayabileceğimiz, Batı sisteminin uluslararası normlar adını verdiği bir dizi normun korunmasını son tahlilde talep edebileceğimiz yer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Ancak Osman Kavala’nın 2017’de tutuklanmasının ve AİHM nezdinde yaşanan uzun sürecin ardından hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının verilebilmesi; tüm bu süreci bilenler için Kavala’nın iki yıl önce beraat ettiği davadan bu kez müebbet hapis cezası alabilmesi, bu mekanizmanın da sınırlarını bize göstermiş oldu.
Benzer bir durum Selahattin Demirtaş için de geçerli. Nasıl mı?
Gezi Davası’ndaki son kararı bu çerçevede değerlendirmeden önce Kavala hakkında açılan davalarla ilgili AİHM’de yaşanan süreci kısaca bir hatırlayalım: Osman Kavala'nın gözaltı koşullarıyla ilgili AİHM’de açılan davada, mahkeme 10 Aralık 2019 tarihinde Kavala’nın "hukuk dışı nedenlerle ve susturulmak için hapiste tutulduğu" sonucuna vardı ve "derhal tahliye edilmesi" gerektiğine hükmetti. Ancak karara rağmen Kavala serbest bırakılmadı. Bunun üzerine Türkiye AİHM kararlarına uymadığı gerekçesiyle Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin denetim sürecine alındı. Daha sonra Mart 2021'de de AİHM kararlarının uygulanışını denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin daimi gündemine dahil edildi.
Sonuç olarak Türkiye'ye 19 Ocak 2022'ye kadar süre verildi. Kavala'nın serbest bırakılmaması üzerine geçtiğimiz şubat ayı başında ihlal prosedürü başlatıldı. İhlal prosedürü uyarınca dosya yeniden AİHM'ye gönderildi ve yaz aylarına kadar Kavala kararının yerine getirilip getirilmediği tespitinde bulunulması beklendi. Bir şekilde bugüne kadar mahkeme bu tespiti yapmadı. Kavala’nın serbest bırakılması kararının çıktığı Aralık 2019’dan bu yana tam 2 sene 5 ay geçti. Son kararla birlikte AİHM’nin 2019 kararının yerine getirilmediği tespiti artık yapılabilir görünüyor. Çünkü Kavala serbest bırakılmadığı gibi, bir de müebbet hapse mahkum edildi.
Bundan sonra ne olacak? AİHM’nin 2019 kararının yerine getirilmediğini tespit etmesinin ardından Türkiye'ye karşı alınacak yaptırım kararlarının görüşülmesi için dosya yeniden Bakanlar Komitesi'ne gönderilecek. Burada da Türkiye’nin Konsey’deki oy hakkının askıya alınması ya da üyelikten çıkarılması gibi yaptırımlar gündeme gelecek. Hükümetin bu yaptırım olasılıklarını fazla ciddiye almayacağını öngörmek gayet mümkün. Çünkü AİHM’nin tahliye kararını uygulamadığı 2 yıl 5 ay boyunca hükümeti bu noktaya getirecek bir şey yapılmadı. Diğer bir deyişle bu hukuk mekanizmasının etkili bir şekilde işlemesi için gereken esas unsur, yani siyasi güç kullanılmadı. Onun yerine hükümet 2020 Kasım ayından bu yana içini hiçbir şekilde doldurmadığı Batı ile ilişkilerini restore etme söylemine sığındı ve AB’ye karşı göç anlaşmasını bir koz olarak kullanmaya devam etti.
AB de, üyelikten çoktan vazgeçmiş bir Türkiye ile fazla uğraşmak zorunda kalmadan ve çok da büyük bir para harcamadan göç krizini yönetmeye devam etti. AB liderleri ortada mevcut hükümet tarafından atılmış hiçbir somut adım yokken Doğu Akdeniz krizi özelinde gündeme gelen, ancak 2018’den bu yana Türkiye’deki demokratik gerileyiş ve insan hakları ihlallerini de içeren yaptırımları sürekli ertelediler. Tüm bu süreçte Türkiye’de yargı bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren Anayasa Mahkemesi üyeliğine yapılan atama ve AİHM kararlarının uygulanmaması gibi konularda ise seslerini çok yükseltmediler. Diğer bir deyişle Avrupa kimliğinin temel bileşeni olan Avrupa değerlerini ve uluslararası normları korumak için gerekli siyasi iradeyi göstermediler.
Bu noktada yazının başlığında ifade edilen şu temel tespiti yapmak gerekiyor: Bugün küresel siyasette yukarıda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi özelinde sıralanan ancak temelde bir bütün olarak Batılı liberal demokratik düzenin dayandığı uluslararası norm ve değerlerin sadece hukuki mekanizmalarla korunamayacağı bir dönemde yaşıyoruz. Bu hukuki mekanizmaların ürettiği demokrasi standardının yaşama geçmesi, Batılı güçlü devletlerin oluşturacağı etkili bir siyasi yaptırımı gerektiriyor. Bu siyasi yaptırımın ortaya çıkmasını engelleyen temel unsur ise Trump döneminde çerçevesi çizilen, pandemi sonrası süreçte yeniden hızlanan ve Ukrayna savaşı ile tam anlamıyla görünürlülük kazanan küresel rekabet. Bu rekabet yüzünden Biden’ın normlara ve değerlere dayalı uluslararası düzenin yeniden inşa edileceği yönündeki tüm söylemlerine rağmen Rusya Kazakistan’a asker göndererek bu ülkede ortaya çıkabilecek demokratik talepleri bastırabildi. Aynı şekilde Batı’ya yaklaşmak isteyen Ukrayna’da esas olarak rejimi değiştirmek için göz göre göre kanlı bir savaş başlattı.
AB içinde otoriterleşmekte olan yönetimler Batı, Çin ve Rusya arasındaki rekabetten yararlanarak yeni avantajlar yaratmaktalar ve elde ettikleri güçle iktidarlarını korumaya devam ediyorlar. Bu noktadan baktığımızda Türkiye’deki ve benzer ülkelerdeki hukuk devleti erozyonunun küresel rekabetin kurbanı olmaya devam edeceğini öngörmek mümkün. Ve maalesef hakkında verilen tahliye kararının 2 yıl 5 aydır uygulanmadığının bir türlü tespit edilemediği ve sonunda müebbet hapis cezası alan Osman Kavalalı’nın da.