İnsanın doğayla ilişkisini ikilikler üzerinden düşünmeye alıştırılmışızdır. Bu düşünme biçiminde, doğa vardır bir de ona hâkim olan, onunla tahakküm ilişkisi kurmak dışında işi olmayan insan. Bu durum sabit bir kategori olarak kurulur ve böylece türler arasındaki sınırlar belirginleşir. Bu klasik hikâye Neolitik Dönemin insan merkezli kavrayışıyla ilişkilenerek tarihsel bir bağlama yerleşir. İnsan “uygarlaştıkça” daha iyiye gidecek, doğayı kontrol altına alacak, dönüştürecek bir tür olarak düşünülür, aradaki sapmalar, başka türlerle, nesnelerle “ilişkisellik” çerçevesinde kurulan bağ aşınır.
Ancak bugün insan ve evren arasındaki ilişkinin sabit olarak ele alınamayacağını söyleyebiliyoruz. En azından Donna Haraway(1) gibi feminist düşünürlerin yaklaşımlarından, farklı türler ve şeyler arasında başka dayanışma biçimleri olduğunu, insanın dünyadaki durumunun, yeryüzündeki insan-insandışı tüm varlıklarla ilişkisel olarak kavranabileceğini, bunun bir çeşit yoldaşlık ilişkisi olduğunu tahayyül edebiliyoruz.
Böylece, insanın fail olarak her şeyin tek devam ettiricisi olduğu bir dünya düşüncesinden; birlikte ortaya çıkarılmış, karşılıklı dayanışma biçimleriyle örgütlenmiş bir başka dünyayı hayal etmeye başlayabiliyoruz. Mesela İsmail Gezgin(2) , buğdayın hikâyesinden bahsederken, şunu söylüyordu: “(Buğday) yaşama içkin bu formuyla tipik bir canlı formuydu. Bunun için de lüzumlu hallerde, başı sıkıştığında veya kırılma noktalarında başka canlılarla ortaklaşarak, melezlenerek yeni bağışıklıklar geliştiriyordu.”
Kısacası, doğadaki her tür ve her şey yaşamdaki oluşu içerisinde varlığını gerçekleştirmeye çalışıyor, bu da başka türlerle ortaklaşarak ilişkisel, “melez” bir varlık ortaya çıkarıyor ve bu ister istemez ikili sınırlara sığmayan bir akrabalık ilişkisi doğuruyor.
“VAHŞİ HAYVANLARA İNANMAK”
Antropolog Nastassja Martin’in “Vahşi Hayvanlara İnanmak” adlı kitabı yukarıda bahsettiklerimi düşündürdü. Gülce Bacalan çevirisiyle, Can Yayınları tarafından basılan bu kitap, Martin’in, saha çalışması deneyimlerinin izini taşıyor.
Metnin anlatıcısı, antropolojik bir araştırma için bulunduğu Rusya’nın Kamçatka bölgesinde bir ayıyla karşılaşır ve kaçmak yerine, onunla göz teması kurup boğuşmayı seçer. Sonuçta, hem kendisi hem de ayı yara alır ancak hayatta kalırlar ve bu karşılaşma bedensel ve ruhani bir dönüşüm başlatır. Martin bu dönüşümü, animizmin doğadaki her şeyde ruh bulunduğuna dair öğretisiyle kesiştiriyor. Ve anlatıcının ayı ile yaşadığı karşılaşmayı insan ve doğa arasında, yukarıda bahsettiğimiz ikilikler üzerinden kurulan anlatıyla birlikte düşünmemize, bu sabitlenmiş kategoriyi aşındırmamıza vesile oluyor. Çünkü anlatıcının deneyiminin en başta yaptığı şey; o ikili sınırdan çıkmak, bedenin yarı ayı yarı insan olarak tahayyülü, artık hiçbir şeyi tekillikler üzerinden düşünemediğiniz, kesinliklerle ifade edemediğiniz bir kaynaşma ve birlikte oluş hâli. Böylece Martin, insan ve insan dışı arasında başlayan, karşılaşmanın ötesine geçerek birbirinin içine geçen bir bedenler, şeyler ve ruhlar diyalogu başlatıyor.
BEDENSEL DÖNÜŞÜM
“Ayı gideli birkaç saat oldu ve ben hâlâ buradayım, sisin dağılmasını bekliyorum. Bozkır kırmızı, ellerim kırmızı, şişmiş ve parçalanmış yüzümün eski halinden eser yok. Efsaneler çağındaki gibi bir belirsizlik hüküm sürüyor. Yüzümdeki kan ve vücut sıvısıyla kaplı açık yaraların altında çizgileri silinmiş, belirsiz bir suretim. Bir ölüm olmadığına göre bu apaçık bir doğum.”
Anlatıcı, ayıyla karşılaşma ânından sonrasını böyle betimliyor. Yaralı bir şekilde kurtarılmayı beklerken başlangıç için en azından bedeninin artık aynı olmayacağını biliyor. Ayı ile giriştiği boğuşmada çenesi epey hasar alıyor. Ama o şunun da farkında bu tek taraflı bir değişim değil, o da boğuşma esnasında -metnin sonrasında öğrendiğimiz gibi- ayının bacağını yaralıyor. Onun için bundan sonrası hastaneler, ameliyatlar ve acı demek.
Ama ilginç bir şey var ki onun açısından doktorların bedenine yaptığı müdahale ayınınkinden daha acı verici. Önce Rusya’da sonra Fransa’da geçirdiği ameliyatlara doğu-batı ikiliğinin getirdiği önyargılar yansıyor. Hatta Rusya’da çenesine yerleştirilen materyal onun bedenine yerleştirilmiş “yabancı” bir aygıt olarak bile düşünülebiliyor. Doğu’nun aygıtı ve Batı’nın güvenmeyip tekrar Martin’in çenesine yerleştirdiği başka materyal bir çekişme vesilesi hâline geliyor şu cümlelerin ifade ettiği gibi; “Salpêtrière’e, bedenim aracılığıyla bir Rus ayısı geldiği için hastane personeli tüm güvenlik tedbirlerini yerine getiriyor: Karantinadayım.”
Anlatıcının, hayvanla giriştiği boğuşmadan kalan yara, onun açısından türler arası bir sınır aşma, iç içe geçme deneyimiyken, devletlerin dünyasında sınırları belirginleştiriyor, onun bedenini tıbbi bir deney sahasına dönüştürüyor. Oysa onun için artık, doğayla, yabanla, başka türlerle ikiliklerin olmadığı, belirsiz sınırlarda dolaşan bir varoluş söz konusu. Bu nedenle metin boyunca onun bedeninde ayıdan kalan iz, iyileştirilmesi, yok edilmesi gereken bir hasar olmaktan çıkıyor. Bu iz taşınması gereken adını kesin bir şekilde koyamayacağımız ama yabani yaşamla aradaki bağı sürdüren bir şeye dönüşüyor: “Artık kendime benzemiyorum ama yine de tinsel tenime hiçbir zaman bu kadar yakın olmamıştım; bedenimi damgaladı, dokusu hem bir geçit hem de bir geri dönüş yolu.”
İÇSEL DÖNÜŞÜM
Anlatıya göre, antropoloğun araştırma yaptığı Kuzey Kutbu halklarının inancında, ayının üzerinde iz bıraktığı ama öldürmediği kişiye, Even dilinde, “Miedka” adı veriliyor. Bu kelime yarı insan yarı hayvan anlamına geliyor ve bunu deneyimleyen kişi artık dünyalar arası bir oluş olarak kabul ediliyor. Anlatıcı için de durum bu, o metinde de dile getirildiği gibi “eski varoluşunun” geride kaldığını düşünüyor, içinde yaşadığı tüm çelişkilere rağmen bu inancın öğretisine inandığı seziliyor.
Elbette her şeyi rasyonel bir çizgiye yerleştirmeye çalışan “uygar” dünyada kadim inançların, Kuzey Kutbu halklarının yaşam kavrayışının pek bir anlamı yok onu asıl zorlayan şey de bu oluyor. Kendisiyle görüşmeye gelen psikoloğa söyleyemeyip içine attığı cümlelere yansıyor bu durum: “Bu tek sesli, tek tip, tek boyutlu kimlik kavramını altüst etmek için aynı bedende yaşayabilen çoklu varoluşlarla ilgili yıllardır öyküler biriktirdiğimi anlatmak istiyorum ona.” Anlatamasa da artık içinde biriktirdiği o öykülerin gerçekliğini, dünyalar arası bir oluş taşıdığını biliyor. Onun oluşu, ayının ve içinde olmayı çok sevdiği doğanın, ormanın, dünyadaki her çeşit nesnenin tek bir kimlikle kesinleştirilemeyecek çoklu varlığının bir parçası hâline geliyor.
“Ayıdan sonraki, onun pençelerinden, tırnaklarından sonra kan içinde kalan ve ölmeyen bedenim, hayat dolu bedenim, çeşit çeşit varlığın karşılaştığı uçsuz bucaksız bir dünya biçimindeki bedenim, onlarla ve onlarsız kendini onaran bedenim: Bedenim bir devrim.” Anlatıcı içten içe bedeninin çoğullaştığını, içinde dünyalar taşıdığını kabul edip Kuzey Kutbu’na dönerek yeni varlığıyla yüzleşiyor.
DÜNYADAKİ İLİŞKİSEL VARLIĞIMIZ
Nastassja Martin’in burada el verdiğince bahsetmeye çalıştığım, “Vahşi Hayvanlara İnanmak” adlı kitabı, en başta dünyadaki ilişkisel varlığımızı hatırlatıyor. Okuru, ikilikler üzerinden inşa edilmiş evren tahayyülünü aşarak, sınırların ötesine geçen bir yüzleşmeye tanık ediyor. Çünkü onun anlatmaya çalıştığı biraz da şu cümlelerde gizli: “İlişkisel kalıpların kapsamayı başaramadığı bu deneyim düğümlerinin kesişme noktalarına, bir gölgeyle korunup, bir boşlukla çevrilen yerleri, varlıkları ve olayları düşünmek gerek.” “Düşünmek gerek” çünkü bir insan bedeni bir hayvanın onda bıraktığı izi kapsayabilir, onu bedeninde başka şekilde var edebilir, içinde tüm dünya varlıklarına eşit bir yer bulabilir, kıyıda köşede kaldığını düşündüğünüz, varlığının size pek bir şey ifade etmediğini sandığınız bir nesne kendi oluşuyla birlikte sizinle ilişkisel bir bağ içinde olabilir.
Martin’in metninde “ilişkisellik” bahsi animizm inancıyla birleştiriliyor fikrimce, bu inançta bedene sabit olmayan ruh dünyadaki tüm oluşlarda var olarak tahayyül ediliyor. Yazar bunu “yaşama yer açmak” dünyayı ve varlıklarını başka türlü düşünmek, ikilikten çıkarak varoluşu çoğaltmak, doğadaki türlerle farklı akrabalık biçimleri düşünmek için araç kılıyor.
“Vahşi Hayvanlara İnanmak”, doğaya dair her şeyin imgeye dönüştüğü, kapitalizmin imkânsızlığında varolma mücadelesi veren türümüze, doğa içindeki varlığını hatırlatıyor, yersiz yurtsuz hissettiğimiz bir zamanda dönebileceğimiz yerin gizlenmiş patikalarını açığa çıkararak, yol gösteriyor.
(1) Donna H., (2010), için bknz. “Başka Yer, ‘Siborg Manifestosu’, ‘Siborglardan Yoldaş Türlere: Teknobilimde Akrabalığı Yeniden Şekillendirmek’”, Çev. Güçsal Pusar, İstanbul: Metis.
(2) Gezgin, İ., (2021), “Uygarlaşan İştah ‘Atalarımız Nasıl Besleniyordu’”, s. 78, İstanbul: Redingot Kitap.