Biz uzaktakiler için durum hiç de kolay değil. Elimizi mecazi anlamda değil, gerçek, fiziksel anlamda taşın altına koyamıyoruz. Uzaktan bakıyoruz. Akrabalarımız, arkadaşlarımız, öğrencilerimiz, meslektaşlarımız ya rüşvet, yolsuzluk ve kuralsızlıktan depremde öldüler ya da düzensizlikten, rekabetten, beceriksizlikten, ayrımcılıktan enkaz altında can çekişerek. Kaç kişiler? Bilmiyoruz, herhalde hiç bilemeyeceğiz de.
Stalin’e atfedilen, aslında Alman yazar Kurt Tucholsky’e ait bir aforizma var. “Der Tod eines Menschen: das ist eine Katastrophe. Hunderttausend Tote: das ist eine Statistik!” (“Bir insanın ölümü bir felakettir. Yüz bin insanın ölümü ise bir istatistik”). Bu doğru ama trajediden ahlaksızca bir şova bu kadar çabuk geçilebileceğini hiç tahmin etmemiştik.
İnanın uzaktan, Cumhurbaşkanı konuşurken önüne dizilen o zavallı çocukları görmek, arkadaki kıpır kıpır zevatın görüntü vermek için birbirini itelemesine şahit olmak çok ağır bir işkence.
Pişkinlik, cezasızlık, kimsenin sorumluluğu almadan üste çıkması, evlilik programı formatında edepsiz bağış şovu. 24 senenin deprem vergilerinin ceplerine oluk oluk akıtılmasıyla kaç sıfırlı olduğunu anlayamayacağımız servetler kazananların, kahramanmışçasına gevrek gevrek sırıtarak tepeden “bağış” yapmaları. Devletin devlete “bağış” yapıp ne kadar âli olduğunu gösterme çabası. 61 ülkeden yardım gelmişken emlak ve siyaset kokteyli sayesinde köşeyi dönenlerin “İngiliz uşağı” diye çığırması. İktidarın iki liderinden birinin, yani yüzbinlerce ölünün, sakatın, yetimin, öksüzün en önde gelen sorumlularından birinin, kılını kıpırdatmadan, canla başla çalışan sivil topluma cırlak sesiyle hakaretler yağdırması. Asıl yağmanın devam ettiği Borsayı kapatamazken gençlerin toplanmasından korkup bütün üniversitelerin kapatılması. İnanın uzaktan davulun sesi hiç ama hiç hoş değil
Ve bütün bu uğursuz uğultu sebebiyle duyamadıklarımız. Enkaz altından sesini duyuramayanlar. Arapça yardım istemeye utananlar. Mikrofona çaresizliğini dile getirmek istediği anda itilip kakılanlar. Sokak ortasında işkence edilip filme çekilenler. Dövülerek öldürülenler. Videosunu gördük. Durun, bir daha yazayım ki kendim de gerçek olduğuna inanabileyim. Dövülerek öldürülenler ve anında unutulanlar. Nasıl olabilir? Habil ile Kabil’den beri insan öldürmek 3 kitabın en ağır suçu değil mi? “Nihâyet nefsi onu kardeşini öldürmeye sürükledi; onu öldürdü de mahvolup gidenlerden oldu.” Maide 30. O insanlar öldürüldü ve öldürüldükleriyle kaldılar. Nasıl olsa depremde yüzbinler öldü değil mi? Dövülerek öldürülmüş üç “yağmacı” çok mu? Çok.
Stefan Ruzowitzky’nin Die Fälscher, (Kalpazanlar) isimli bir filmi var. Filmin son derece ikinci planda kalan bir sahnesinde, yerle bir olmuş Berlin’deki bir pansiyonda, kimsenin tanımadığı, kimsenin umurunda olmayan bir fahişe cinayete kurban gidiyor. Bir detektif bu deprem enkazını andıran dekorun ortasındaki pansiyonda filmin kahramanı Sorowitsch’i sorguya çekiyor. Sorowitsch detektifle neredeyse alay ediyor. Yüzbinlerce ölü var ve bu adam bir fahişenin katilini arıyor. Ne kadar önemsiz bir detay. Aslında elbette o fahişenin katilini aramak Sachsenhausen toplama kampını yönetenleri aramak kadar önemli.
Bir polis çıksa, dese ki ben Türkiye’de işkence yapılmasına, sokakta insan öldürülüp teşhir edilmesine izin veremem. Ülkeme bu yakışmaz dese. Ve bu katillerin peşinden gitse, ne pahasına olursa olsun. Uzaktayız ya. İnanın uzaktaki ülkemize olan sevgimiz artar. Kuru bir anlamsız sevgiden, içi dolu bir bağlılığa dönüşür.
Ama herkes ölmedi. Kurtulanlar var. Kendi çabalarıyla, sonra etraftaki halkın çabalarıyla, sonra AHBAP’ın çabalarıyla, sonra devletin çabalarıyla, sonra 61 milletten gelen kurtarma ekiplerinin çabalarıyla kurtulanlar. Dayanışmamız gereken insanlar. Ama tepeden suratlarına para çarparak değil, dikey değil yatay dayanışmadan bahsediyorum. Ortaklıktan. Hastaneler hastanelerle dayanışmalı, okullar okullarla. Spor kulüpleri bölgedeki meslektaşlarına omuz vermeli, tiyatrolar tiyatroları ağırlamalı. Yatay. Dikey değil.
Biz de Strasbourg Üniversitesi olarak bölgedeki bütün üniversitelerle dayanışmak istiyoruz. Bilgisayarlarımızı, kütüphanelerimizi, derslerimizi paylaşmak. Fransızca, Türkçe ve Arapça şu açıklamayı yayınladık:
Strasbourg Üniversitesi olarak, Türkiye ve Suriye'deki depremlerin tüm kurbanlarıyla dayanışma içinde olduğumuzu duyurmak istiyoruz.
Özellikle Hatay, Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Malatya, Diyarbakır, Halep ve İdlib’deki üniversitelerdeki öğrenci, araştırmacı, öğretim üyeleri ve personel ve yakınlarına başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerimizi ifade etmek isteriz.
Deprem bölgesindeki üniversitelere, talep ettikleri takdirde, her türlü yardım ve desteği vermeye hazırız. Üniversite binalarının ve pedagojik malzemenin yeniden oluşturulması için desteğimizi sunmaya ve uluslararası toplumun eylemlerine katılmaya hazır olduğumuzu belirtmek isteriz.
Üniversitelerin yurttaşların aydın bir şekilde yetiştirilmesinde ve akademik değerlerin savunulmasında oynadığı role inancımız tamdır.
Bu sabah da 11’i Türkiye’de 2’si Suriye’de olmak üzere 13 üniversiteyle birebir irtibata geçtik. Uzaktayız. Acil durumlarda işe yaramıyoruz ancak bu uğursuz uğultu dindikten sonra, öğrencilerimizi ve meslektaşlarımızı yalnız bırakmak istemiyoruz. Umarım en azından bunu becerebiliriz.