2023’den sonra yeni bir siyasal kültüre, yeni bir sisteme ve yeni bir devlet-toplum ilişkisine doğru ilerlediğimiz aşikâr. Geç kalmış bir dönüşüm bu. Türkiye’deki toplumsal katmanların bazılarının yok yere ezilmesine, insanların ölmesine, kaynakların israfına yol açmış olan, hâlâ da yol açan bir gecikme. Bu kaçınılmaz dönüşümün yerel, bölgesel ve küresel dinamikleri var. Üç hafta arka arkaya yazacağım üç yazı, bahsi geçen dinamiklerin getirdiği gereklilikler ışığında üç değişik kimlik-devlet ilişkisi modelini inceleyecek, üçünde de birer örnek seçip modelin yeni yeni Türkiye için esin kaynağı olup olamayacağını tartışmaya açacak. Eski eski Türkiye dört dörtlük değildi şüphesiz, ama AKP’nin artık eskimiş yeni Türkiye’si hiç iyi değil. Yeni yeni Türkiye şart ve geliyor.
Yerel dinamikler
Yerel dinamikler artık belli. Türkiye toplumu 1920 sisteminin içinde sıkışıp kalmış durumda. Bu sistem Türkiye’yi kurmuş, özgürleştirmiş, var etmiştir. Ancak bu süreç acılı ve ağır bedelli olmuş, özellikle Anadolu’nun yerli halklarından Gayrimüslim olanları silmiş, bir yüzyıl boyunca Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda olanları asimile etmiş, geriye kalan kültürel ve dilsel farklılıkları folklorize ederek minik zararsız turistik objeler haline getirmiştir. Bu üç basamaklı tektipleştirme siyaseti, benim eksterminasyon (yok etme), asimilasyon ve folklorizasyon olarak nitelendirdiğim bu süreç, büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. Sürece hasbelkader direnebilen tek grup Kürt grubudur. Zira Kürtler Müslüman olduklarından 20. yüzyıl başında gerçekleştirilen yok etme politikalarının hedefi olmadılar hatta kimi durumlarda yok etme politikalarına alet edildiler, katıldılar. Kürtler otokton yani herhangi bir yerden göç etmemiş halk olduklarından diğer göçmen gruplar gibi asimile edilemediler. Ayrıca, ulaşılması güç yerlerde yaşıyorlardı ve farklı bir üretim biçimi içindeydiler. Kendilerini merkezi tektipleştirmeye boyun eğmek zorunda hissetmediler. Benzer sebeplerden ama daha da önemlisi sayıca kalabalık olduklarından folklorizasyona da direnip, şirin bir “kültürel zenginlik” literatürüne de sokulamadılar. Bugün Türkiye’de Laz deyince akla “komik” bir şive, fıkralar ve hamsi geliyor. İnsanlar Boşnak kelimesini duyunca börek, Arnavut kelimesini duyunca ciğer, Çerkez kelimesini duyunca tavuk düşünüyor, algılıyorlar. Aynı folklorizasyon Kürt kavramı için geçerli değil. Daha doğrusu akla ilk gelen Kürt böreği değil artık (zaten böyle bir börek de yok...). Ama daha da ilginci Kürt örneğinden cesaret alarak Laz kimliği gibi diğer unutturulmuş, yok edilmiş kimlikler de yavaş yavaş uyanmaktalar. Hrant Dink’in dediği gibi “su, bir şekilde, çatlağını bulup” yeryüzüne ulaşabilmekte.
Elbette “eski azınlık” olan Kürtleri çoğunluk nezdinde meşrulaştırabilecek “yeni” bir azınlık var. Başta Suriyeliler olmak üzere gayrimeşru olarak görülen ve “gitmeleri” istenen Ortadoğulu göçmen asıllılar. Elbette onlar da henüz varoluş meşruiyetlerini kazanamadıklarından folklorize edilmediler.
Bölgesel dinamikler
Bölgesel dinamikler de Türkiye’nin dayatmacı, devleti bireyin üstünde tutan, sistemi yurttaştan “koruyan” siyaset anlayışında ısrar etmesini imkânsız kılıyor. Elbette bölgedeki toplumsal kaynamanın merkezinde Batı değerleri olarak algılanan ama aslında evrenselliklerini ispat etmiş demokrasi, eşitlik, kimlikler arasındaki hiyerarşiyi ret, bireysel özgürlükler gibi kavramlar var. 2011’de “Arap Baharı”ının tetiklenmesinde dinsel ve/veya etnik bir rekabet değil toplumsal “acıya dayanma eşiğinin” aşılması yatıyor. 2013’de Gezi de aynı dinamiğin ürünüydü (Neredeyse 10 yıl olmuş, inanılmaz bir şey. Ve bunca sene sonra Gezi’de eşitlik ve özgürlük istediler diye hapis cezasına çarptırılanlar var, bu daha da inanılmaz!).
Alt-orta ve orta sınıfın otoriter rejimlere başkaldırmasının ana sebebi sosyal dinamiklerde yatmakta. Daha sonra bu dinamiklerin kimliksel taleplere dönüşmesinin sebebi ise, bütün bu coğrafyada bulunan etno-sınıflar (bir sosyal sınıfın büyük bir ölçüde bir etnik gruba tekabül ettiği durumlar), dinsel sınıflar (bir sosyal sınıfın büyük bir ölçüde bir dinsel gruba tekabül ettiği durumlar).
Kitlelerin kimliksel davalar için harekete geçmesi, sınıfsal davalar için harekete geçmelerinden -hâlâ- daha kolay. Türkiye’de de iki etno-sınıf var, Kürtler ve Erik Erikson’un pseudospeciation teorisinde söylediği gibi insanlığın çeperine yerleştirilen göçmen asıllı yeni azınlık(lar). Bu gruplardan eski olanı Kürtler sosyal ve kimliksel taleplerini kimliğinin inkârını protesto ederek dile getiriyor doğal olarak, Kimlik üzerinden kitleleri mobilize etmek, sınıf üzerinden mobilize etmekten çok daha kolay. Zaten HDP zor olanı başarmaya başladığı anda (bakınız Haziran 2015 seçimleri) derhal kriminalize edildi ve kimlik tuzağına çekildi. Direniyor ama bunu başaranlar hapiste. Göçmen asıllı Ortadoğulular ise henüz Hannah Arendt’in “hak isteme hakkı” olarak nitelendirdiği seviyeye ulaşamadılar. Ancak emin olun, isteseniz de istemeseniz de Türkiye’de doğup büyüyen ve sosyalleşen göçmen asıllı Ortadoğulular, ebeveynlerinin Türkiye’ye yerleşme sebep ve süreçlerinden bağımsız olarak çok yakında bir uyanış içine girecek ve hak talep edeceklerdir. Aynı Avrupa’daki Türkiye asıllı Avrupalılar gibi. “Gitsinler demek, Ay ikiye bölünsün” demekten başka bir anlama gelmez. Derhal ama derhal nefret söyleminin önüne geçilmeli, cezalandırılmalı ve entegrasyon politikaları yürütülmeli. Okuyucularıma iyi iki haberim var (kimisine “kötü” gelecektir). Türkiye Kürtleri Türkleşmeyecekler ve “Suriyeliler” buharlaşıp yok olmayacaklar. Biri eski diğeri yeni azınlık Türkiye’nin katma değeri de olabilir, tabanındaki diken de.
Böyle bir “uyanış” ortamında, Türkiye’nin var olmaya devam edebilmesi için toplumun her kesiminden gelen “söz hakkı” taleplerine cevap vermesi gerek. Sivil toplumun gitgide geliştiği ama baskı altına girdiği, sosyal etkileşimlerin sıkılaştığı ama kriminalize edildiği, iletişim yollarının sonsuzlaştığı ama zapturapt altına alındığı bir ortamda “mühendis devlet”ten “hizmetkâr devlet”e geçiş şart.
Küresel dinamikler
Küresel olarak bakıldığında 21. yüzyıl dünyasında merkeziyetçi, dayatmacı, tektipleştirici devlet anlayışının zamanını doldurduğu, âdem-i merkeziyetçi, mikro-aidiyetleri önemseyen ve kollayan, yurttaşların hizmetinde bir devletin ve bunun olmazsa olmazı gönüllü katılımcı bir demokrasinin yerleştiği söylenebilir. Diyeceksiniz ki her yerde, özellikle demokratik değerlerin beşiği Avrupa’da milliyetçi popülist akımlar rüzgârı arkalarına almış durumda. İşte dün değil evvelsi gün İsveç, işte dün İtalya. Doğru ama bu dönemin geçici olduğu kafasını kumdan biraz çıkaranlar için açık. Daron Acemoğlu ve James Robinson’un ispatı son derece açık (Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity, and Poverty), devletler asgari özgürlüklerden, eşitlikten, adil zenginlik paylaşımından uzaklaştığı anda, sadece merkezi zenginleştirip çeperi merkeze dahil etmediği anda çökmeye mahkumlar. Yoksulluk, başkaları varsılken yoksulluk, bir müddet popülist gazla, savaşla, nefret körüklemesiyle örtülebilir belki. Ama sonsuza kadar değil.
Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse 19. yüzyılın ideali homojen ulus-devlet bir hülya olarak milyonlarca insanın ölümüne, sürülmesine sebep olduktan sonra dünya özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra uyandı. Aslında her devlet, kendine has koşullarda, homojenleştirici ve merkeziyetçi anlayışı terk ederek ad hoc çözümler üretti, üretmeye de devam ediyor. Avrupa ve Ortadoğu ekseninde bu çoğunlukçuluk talebine devletler tarafından verilen cevaplar çeşitli ve bağlamsal. Ancak önemli olan, varlıklarına devam edebilen her devletin bir cevap vermiş olması ve bu çoğulcu aidiyeti üretemeyenlerin bir şekilde barışçıl (Çekoslovakya örneği) ya da kanlı (Yugoslavya örneği) bir biçimde dağılmış, bölünmüş olmaları.
Çoğul kültürel ve sosyal kimlik taleplerine getirilen cevaplar çok çeşitli ve karmaşık olsalar da, uygulanan sistemleri üç ana başlıkta toplayabileceğimizi düşünüyorum. Türkiye için çıkış yolu arayanlara kolaylık sağlamak amacıyla bu üç kategoriyi kısaca tanıtmak istiyorum. Ancak bunların birer “kategori” oldukları ve her kategori gibi sadece ve sadece düşünmeyi kolaylaştırmak için inşa edilmiş olduklarını da unutmamak gerek. Aslında her durum kendine özgüdür. Dekoru inşa ettikten sonra, ikinci bir yazıda bu üç konuyu incelemeye çalışacağım.