Adını duyduğunuzda bile insanın içini ürperten, toplum vicdanında derin yaralar açan en korkunç çetelerden biri: Yenidoğan Çetesi. Bu çete, 1-2 kiloluk savunmasız, minicik bebekleri kuvözlerde tutarak, anne ve babaların en çaresiz anlarını fırsata çeviren ve SGK üzerinden akıl almaz miktarlarda para devşiren bir organizasyondan oluşuyor. Yenidoğan Çetesi, yalnızca sağlık sektöründe yaşanan bir skandal olarak görülmemeli; bu, masum bebekler üzerinden kurulu bir cinayet şebekesi. Adeta ölümün kıyısındaki bu bebekleri kâr amacıyla kullanırken, siyasi ve ekonomik bağlantılarla örülmüş öyle derin bir yapı oluşturmuşlar ki, mafya bile bu yapının yanında masum kalıyor.
Bu çete, yalnızca Türkiye'deki sağlık sisteminin çöküşünü değil, fırsatçılığın ve acımasız çıkarcılığın nasıl köklü bir kültüre dönüştüğünü gösteriyor. Sağlık hizmetlerinin ticaretin bir parçası haline gelmesi, toplumdaki güven duygusunu derinden sarsıyor. Bu yapının arkasında yatan güçler; siyasi korumalar ve ekonomik kazanç hedefleri, korkutucu bir düzenin parçası olarak karşımıza çıkıyor. Yenidoğan Çetesi'nin en ürpertici yanı ise sadece hasta bebekleri değil, sağlık sistemine ve insanlığa duyulan güveni de öldürmesi.
Her annenin en savunmasız anı, bebeğini bir sağlık çalışanının ellerine teslim ettiği andır. Ancak bu çete, insanlığın en temel duygularından biri olan güveni suistimal ediyor. Bu saatten sonra hangi anne, "Bebeğinizi küvöze alıyoruz" diyen bir sağlık çalışanına güvenebilir? Her hasta bebek için ailesinin yaşadığı korku ve endişe, bu çete tarafından bilinçli bir şekilde kâr aracına dönüştürülmüş durumda. Minik bebekler üzerinden oynanan bu kirli oyun, yalnızca bir sağlık skandalı değil; Türkiye'deki siyasi ve ekonomik düzenin çürümüşlüğünü gözler önüne seren bir trajedi. Yenidoğan Çetesi, sağlık sistemindeki derin yarayı ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda toplum vicdanına ağır bir darbe indiriyor.
Bu çete, artık sadece bir suç örgütü olarak değil, Türkiye'deki siyasi ve ekonomik sistemin ne kadar yozlaştığını ve fırsatçılığın hangi boyutlara ulaştığını gösteren acımasız bir yapının sembolü haline geldi. Sağlık hizmetlerine duyulan güvenin böylesine yerle bir olduğu bir toplumda, insanların sağlık çalışanlarına ve hastanelere güvenmesi nasıl mümkün olabilir? Sağlık sisteminin ticarete dönüştüğü bir ortamda, halkın en temel hakkı olan sağlık hizmetlerine erişim, fırsatçıların ve çetelerin elinde bir sömürü aracına dönmüş durumda.
Çeteye dair ihbarlar yalnızca İstanbul'daki 19 hastaneden değil, Kocaeli, Sakarya, Niğde ve Antalya gibi illerden de geliyor. Bunun yanı sıra, diyaliz merkezleri, yetişkin yoğun bakım üniteleri, özel bakım merkezleri ve yaşlı bakım merkezleriyle ilgili de benzer iddialar gündemde. SGK'nın yüksek bütçeler ayırdığı her alanda ayrı ayrı soruşturmalar açılması gerekmiyor mu? Açılacak mı?
Bu skandala önemli rolleri olduğu düşünülen- şimdilik 21 kişi - arasında "Dr. Hakan Çelik", "Dr. Mehmet Akıncı", "hemşire Ayşe Kılıç" ve "idari yönetici Halil Yılmaz" bulunuyor. Dr. Hakan Çelik ve Dr. Mehmet Akıncı, bebeklerin yoğun bakımda tutulmasını gereksiz şekilde uzatarak ailelerden daha fazla para almayı sağlarken, Ayşe Kılıç bu planları uygulayan kilit bir hemşire olarak görev yaptı. Halil Yılmaz ise sistemin idari yöneticisi olarak bu çarkın işlemesini sağladı. Bu kişilerin organize bir şekilde çalıştıkları ve masum bebekler üzerinden kâr sağladıkları ortaya çıktı.
Yenidoğan Çetesi'nin karanlık yüzü yalnızca sağlık çalışanlarıyla sınırlı kalmadı; bu sistemin korunması için tehdit ve şiddet unsurları da devreye sokuldu. Çetenin hastane içindeki yolsuzluklarının yanı sıra, dışarıda silahlı bir örgütlenme olduğu da ortaya çıktı. Bu silahlı çete, çeteye karşı çıkan doktorlar ve sağlık çalışanlarını tehdit ederek ya da fiziksel şiddet uygulayarak baskı kuruyor, sistemi eleştirenleri susturuyordu. Gazete Duvar'ın haberine göre, bu tehditler sağlık sektöründeki birçok çalışanı sindirerek yolsuzlukların devam etmesini sağladı.
Mustafa Kemal Zengin, bu yapının dış tehdit unsuru olarak ortaya çıktı. Zengin, Cumhuriyet Savcısı Yavuz Engin'i ölümle tehdit eden bir çetenin parçasıydı ve itirafçı olan bir diğer şüphelinin ifadesiyle bu skandalla bağlantısı açığa çıkarıldı. Zengin'in tehditleri, çetenin çıkarlarını korumak için nasıl agresif bir tutum sergilediğini ve olayın sadece hastanelerle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Mustafa Kemal Zengin, sadece bu çetenin silahlı ayağı mı? Yoksa kendisi, soruşturmanın ortaya çıkmasıyla bu çeteye hizmet eden başka bir yapının parçası mı? Bu soru, kafamı kurcalayan önemli bir mesele.
Skandalın mevcut siyasi kültürü ortaya koyan en temel yönlerinden biri, devletin üst düzey yetkililerinin bu olayları örtbas etmeye çalışmış olma ihtimalidir. Murat Yetkin'in haberine göre, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'dan bu skandal gizlenmiş ve Yenidoğan Çetesi'ne dair soruşturma örtbas edilmiş olabilir. Bu, çetenin uzun süre faaliyetlerini sürdürmesine ve bebeklerin hayatlarını tehlikeye atmasına neden olmuş olabilir. Fahrettin Koca'nın böylesi bir çeteden haberdar olmaması mümkün mü? Yenidoğan Çetesi'nin bu kadar uzun süre gizli kalabilmesi hem sağlık sisteminin hem de denetim mekanizmalarının zayıflığını gözler önüne seriyor. Bu skandalın daha geniş bir yapı tarafından nasıl saklandığı sorusu kamuoyunda ciddi bir şüphe uyandırıyor.
Bakanlık tarafından "gizli takip" adı altında yürütülen soruşturmanın sonuçsuz kalması, bebeklerin hayatını tehlikeye atan bir ihmaller zincirine işaret ediyor. Bu süreçte bebeklerin hayatını kurtarmak için alınması gereken önlemler zamanında alınmamış, hatta olayın üstü kapatılmaya çalışılmıştır. Yine bu süreçte 5 bebeğin hayatını kaybettiği rapor edilmiş, ancak hastanelerin ruhsatları iptal edilmemiştir.
Bu skandalın en büyük mağdurları olan anneler, adaletin sağlanması için mücadele ediyor. NTV'nin haberine göre, bir mağdur anne, bebeklerinin çığlıklarını hâlâ unutamadığını ifade ederken, yaşanan travmanın toplumu da derinden sarstığı görülüyor. Bu olay, sadece bireysel bir skandal değil, Türkiye'de sağlık hizmetlerine duyulan güvenin zedelenmesi anlamına geliyor.
CHP'nin tepkisi ne olabilir?
Yazıyı yazarken CHP Parti Sözcüsü Deniz Yücel'in açıklamaları haberlere düştü. Açıklamasına göre CHP'de kurulan bir heyet, İstanbul Tabip Odası ve Eczacılar Odası ile görüşmeler yaparken, İstanbul Valisi ile de bir görüşme planladı. Ancak, Yücel'e göre, Bakırköy Savcılığı ve İl Sağlık Müdürlüğü'nün heyetle görüşmeyi reddetmesi, olayın derinliğini ve saklanmaya çalışılan unsurların olabileceği kuşkularını da gündeme getirdi.
Olaylara elbette anlık tepkiler veriyoruz. Ancak ana muhalefet partisinin yapması gerekenlerden biri, bu olayın sadece bu hastanelerle sınırlı olmadığını, ülke genelinde benzer ihbarlar bulunduğunu belirterek Meclis'te bir araştırma komisyonu kurulmasını talep etmek olabilir. Ayrıca kamuoyunu bilgilendirme ve farkındalık yaratma kampanyaları yürüterek, halkı aydınlatabilir. Sağlık sistemindeki denetim eksikliklerini gidermek için yasa değişiklikleri ve reform önerileri sunabilir. Öldürülen bebeklerin ailelerine hukuki yardım olanakları sunabilir. Dünya Sağlık Örgütü'ne ulaşıp uluslararası düzeyde dikkat çekerek, bu skandalın Türkiye'nin sağlık sistemindeki daha geniş sorunların bir yansıması olduğunu vurgulayabilir.
Toplumun her kesimi, bu korkunç yolsuzluk ağının açığa çıkarılması ve sorumluların cezalandırılmasını bekliyor. Ancak asıl soru şu: Bu derin yaradan sonra toplum yeniden toparlanabilir mi? Artık sağlık sistemine ne kadar güvenebiliriz? Bebeklerin ölümünden rant devşirenler, bu siyasal kültürün bir sonucu değil midir? 22 yıldır iktidarda olan ve "sağlıkta devrim" yaptığını iddia eden bu iktidar, Cumhuriyet tarihinin en kanlı skandallarından birinde, her aşamada suç işleyenleri yargı önüne çıkarabilecek mi? Bir bakanın istifası ya da bir başkasının görevden alınması, bu suçu örtbas etmeye yeter mi? Bu zincir, masum sağlık çalışanlarını bile tehlikeye atan, bilerek ve isteyerek kurulmuş bir yapıdır. Ve tüm sorumluların hesap vermesi zorunludur. Çünkü toplumdan, bizlerden, herkesten aldığınız vergilerle bebekleri öldürdünüz.