Deniz Gezgin edebiyatı, insan merkezli dünyayı aşındırma çabası verir bu anlamda yazarın metinleri bana kalırsa, okuru bir yeryüzü edebiyatıyla karşılaştırır. Gezgin’in metinlerinde yarattığı evrende yaşamı insanca duymayız yazar, başka varlıklarla kurulabilecek bağın sınırlarını zorlar ve okuru da o bağa ortak eder. Doğanın sızısını hissederiz ve bu sızı yalnızca insanla ilgili olmaktan çıkarak insan-insandışı her şeyi etkileyen bir anlatıya dönüşür. Böylece, ekoloji kaynaklı meseleleri ele alan metinlerde genellikle, insan türünün başına gelebilecekler üzerinden kurulan anlatı yerinden edilir.
Başka Olanın ve Şeylerin Biraradalığı
Yazarın, “YerKuşAğı” (2017) kitabında da bunun izini sürebiliyorduk ve bu durum karakter seçimlerine yansıyordu mesela, başka canlıları hisseden Moy, tam ısırılacakken bir ağızdan kanadını kurtaran Şuri ve her şeyden bir şey olarak tanımlanan Hagrin. Burada gördüğümüz gibi, başka varlıklar ve şeylerle yaratılan çoklu varlıklar zemini Gezgin’in metinlerinin belirleyici yanlarından birini oluşturuyor. Gezgin’in son kitabı, “Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar”da da bu durumu gözlemleyebiliyoruz. Yazar bu kitabında, karakterlerinin türünü daha da belirsizleştiriyor, onlar yeryüzünün yaşayanları ve kesin bir tür olarak zihnimize yerleşmiyorlar. Bunun sonucunda, herhangi bir türü öncelemeyen, yeryüzünün varlıklarının hayatta kalma çabalarını ortaklaştıran ve bunun getirisiyle kurulan yoldaşlık ilişkisini anlatan bir hikâyeyle karşılaşıyoruz.
Kara, Luçe, Siti, Çilaba, Patina, Keçikara, İpekkuyruklular, Gelişigüzeller ve kuklalar metnin karakterleri her biri başka bir varlık olarak düşünülmüş aralarında genellikle rastlantılarla kurulmuş bir bağ var ve metin ilerledikçe okurla da bağ kuruyorlar. Çünkü başta hissedilen farktan kaynaklı yabancılık metnin derinine indikçe aşınıyor, tesadüflerin getirebileceği ortaklaşmayla örülü alt metin okurda karşılık buluyor ki metnin anlatısında patikalar, yollar ve böylece ortaya çıkabilecek rastlantısal bağlar epey vurgulanıyor çünkü “patikalar ne kadar ıssız da olsa karşılaşmalar kaçınılmaz.”
Gezgin’in metninde karakterler hakkında söylenebilecek bir şey de olabildiğince geniş bir ilişkisellik. Örneğin, bu konuda Luçe’den bahsedebiliriz. Bir göçmen olan Siti tarafından dünyaya getiriliyor Luçe, metinde Volkan olarak anılan yerde doğuyor, onun varlığından şöyle söz ediliyor: “Derisinde süt yollarını andıran bir bezemeyle dünyaya gelmişti Luçe, korktuğunda ya da heyecanlandığında volkanınkiyle aynı mavilikte bir ışıma belirirdi teninde. Başkalığını fark edenler volkanın kimyası derisinde diye düşünürdü.” Luçe’nin bir göçmenden doğması, yaşadıkları yer olan Volkan’ın kimyasıyla etkileşime geçmesi ve yerin maddesini bedeninde taşıması bana göre, Gezgin’in metinlerinde karşımıza çıkan, türler, şeyler hatta maddeler arasında kurulan bağın olabildiğince geniş ele alındığının göstergesi olarak değerlendirilebilir.
İnsanın Fail Konumunu Aşındırmak
Gezgin “Yerkuşağı”nda şöyle bir cümle kuruyordu: “Çiçeklerle bile kendi dilinde konuşan bir tür, dikene ayrığa yüz verir mi?” Aslında bu cümlenin sorusu da yazarın metinlerindeki insan-merkezli dünya eleştirisini açık ediyordu fikrimce. Burada bir yandan insan türünün doğadaki başka türlerin adlandırmasına, ona bir isim vererek başka varlıklar üzerinde dil üzerinden kurulan tahakküme gönderme sezilirken, diğer yandan dünyanın diğer yaşayanlarıyla ilişkisini faydacılık üzerinden kuran insan-yanlı bakışa serzeniş vardı. Ancak yazarın metinlerinde sezdiğimiz salt bir hümanizm eleştirisi de değil bana kalırsa çünkü Gezgin insanın efendilik konumunu ondan sökerek, onu başka türlerle kurulabilecek en geniş anlamda ortaklıkta ve eşitlikte buluşturma çabası veriyor. Bu açıdan Gezgin’in metinleri bana kalırsa “insan sonrası” tartışmalarının, insan ve insan olmayan arasındaki etkileşimleri yeniden düşündürme çabasıyla kesiştirebileceğimiz bir yerde duruyor, burada söz konusu olan insanı fail konumdan çıkararak onu olabildiğince geniş ve eşitliğe kapı aralayan ilişkisel bağların parçası yapmak.
“Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar”da işçiler üzerinden kurulan anlatı da bu bağlamda yeryüzünün insan ve insan olmayanlarının ortaklığını hatırlatıyor şu cümlede bunu hissedebiliyoruz: “Hepsi bir ağızdan öksüren bulutlar, işçiler ve rüzgâr.” Gezgin’in metni bir felaket sonrası anlatısı melankolisi de hissettiriyor, kimsenin kaçamadığı, herkesin yıkımdan payını aldığı bir yer tahayyülü sunuyor, yaşanan ne varsa işçiler için de geçerli çünkü “yaşama ölümden yakın hiçbir şey yok. Bu yüzden işçilerin ölümü kendilerinden alınmış.”
Yeryüzünde Bir Yer
Metnin mekânından bahsetmek gerekirse burası yeryüzünde bir yer tanıdık ama kesin şurası olarak tarif edilebilecek bir yer değil bu nedenle yazarın izin verdiği kadarını sezip zihnimizde çağrıştırdığından yola çıkarak bir yorumda bulunabiliriz. Şu açık ki yaşamasızlığın hâkim kılındığı bu yerde anlamlar değişmiş, mavi bir Volkan var ve burası yaratılan evrende çeperinde canlıların yaşadığı, “ölümün olağan, doğumun nadir görüldüğü başka türlü bir coğrafya.” Burada işçiler dünyanın gözyaşlarını kazıyorlar, kilo karşılığı satıyorlar bu da her şeyin metaya dönüştürüldüğü bir zamana gönderme yapıyor. Bu mavi Volkan rengi ve ışıltılı olmasıyla olumlanabilecek bir yeri çağrıştırsa da dünyanın gözyaşlarının alınıp-satılır olduğu yerde mavi de mavi değil artık. Ayrıca metinde işaret edildiği gibi, sadece çalışmak var burada yaşamak yok. Sağ kalabilenlerin bir şekilde sürdürdüğü ama nefes imkânını bulamadığı yer.
Metinde yaratılan evren farklı şekillerde yorumlanabilir, benim dikkatimi çeken aşina olunan ama aynı zamanda mesafe hissettiren bir yer olması. Oysa Gezgin, yarattığı yeri belirginleştirerek bizi en baştan metnin içine kolayca sokabilirdi ama bunu yapmıyor. Bu da bana kalırsa yazarın kurguladığı yerin sınırını genişletiyor, bu yeri sadece senin yaşadığın yerle ilişkili olmaktan çıkarıyor ki metinde işçiler dışında bize insan olduğunu sezdirecek çok fazla varlıkla karşılaşmıyoruz. Böylece yazar, yine okurla metin arasında sadece insan üzerinden ilişkilenme yaratmamış oluyor. Bu evrende yaşanan karanlık sadece sana ait değil diyor ve onu tek başına sahiplenmenin, yalnızca kendi acın yapmanın önüne geçiyor. Yeryüzünün daha geniş bir parçasının hayatta kalanlarını, onun yıkımdan etkilenen her zerresini birlikte düşünmeye çağırıyor ve acıyı yeryüzünün tüm varlıklarına bölüştürüyor.
Benzer bir durumu metinde belirginleşen köksüzlük anlatısında da görüyoruz. Kitapta, huzursuz bir hareketlilikle, her varlığı, şeyleri, yüzeyleri ve duyguları da kapsayan bir devinimden bahsediliyor. Bu çok kolay yaşadığımız zamanın göçleriyle ilişkilenebilirdi ama metnin anlatısı yine tek başına meseleyi insan üzerinden kavramaya izin vermiyor, “kökler söküldüğünden bu yana yere tutunmak da kalmamış” diyor yazar. Kökünü salacak yer yok çünkü toprakta harekete dahil yeryüzünün bedeni elinden alınıyor ve böylece yurtsuzluk her şeyi herkesi içeren bir yana evriliyor.
Gezgin, “YerKuşAğı”nda “ellenmemiş, çiğnenmemiş bir orası” olarak betimlediği bir “yok yer”den bahsederek ütopyayı sürdüren bir gönderme yapıyordu bununla belki de hala ulaşılacak bir yer olduğunu imliyordu. “Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar”da yer tahayyülünün daha karanlık ve çıkışsız bir atmosfere büründüğünü seziyoruz ama bu atmosfer anlatıdaki kendini yadsıyan tarafla aşındırılıyor. Çünkü bahsettiğimiz hareketlilik sadece köksüzlük-yurtsuzluk ve yer yer sürgünlük anlatısı olarak işlemiyor. Gezgin hareketi de tek yönlü düşünmemenin yolunu açıyor.
“Gelişigüzeller”
Metnin bir yerinde Gelişigüzeller olarak anılan topluluktan bahsederken şunu yazıyor: “Onlara et kemik olmuş ağaçlar suyu biliyor, hurda halleriyle dahi onu gözü kapalı buluyorlardı. Hareketleri, eğimleri daima suya doğruydu, bitki yordamıyla hatırladıkları kaynaklardan geçiyorlardı. Eski bir denizi tanıyan ılgınlardan, yerin kalbinde saklı suları hisseden söğütlere değin esaslı bir göçebelikti bu.” Bu cümlelerde gördüğümüz suya dönük hareket yaşamı çağrıştırıyor. Böylece metin bize şunu da söylemiş oluyor, tüm bu hareketin yönü eğer istenirse canlılığı çağırabilir.
Metnin olasılığa kapı aralayan anlatısı yukarıda da andığımız Gelişigüzeller ile yaratılıyor. Onlar şarkı ve şiir söyleyen, “yaşamı yurt edinen”, patikalarda ilerleyen, “ne konacak yer peşinde ne de götürecek mal peşinde olan”, “tartısız, silahsız”, “zamanı bitkiler gibi ışıktan bilen”, kesinlikten hoşlanmayanlar. Adları üstünde gelişigüzelliğin getireceği, düzensiz biçimsiz bir yaşamı var edecek olanlar, suya ve dünyaya dönük yüzleriyle, yeşermeyi unutmuş bu yere canlılığı taşıyacak olanlar. Rastladıklarıyla bağ kuran, birlikte eyleyen, dayanışan, şarkıları yaşamlarından eksik etmeyenler. Gezgin, bu anlatısıyla kendi rastlantısallığıyla varolabilecek, kimsenin fail olmadığı, biçimsiz, kesinliğe yaslanmayan, her canlının oluşu içinde anlamını bulduğu bir evrene, insanın yapan/eden olmaktan çok doğayla, başka türlerle iç içe yaşadığı uygarlık öncesi bir zamana gönderme yapıyor olabilir ve bu bahis belki de çıkış olasılığı için bir başlangıç ânı demek.
Deniz Gezgin’in, “Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar” kitabı, “kıyamet sonrası”nı hatırlatan bir zamandan seslenirken bir yandan da yeryüzünün yasını tutuyor, evrenin herhangi bir noktasında gerçekleşecek olan yıkımdan sadece belli türlerin değil, dünyanın her zerresinin payını alacağını anımsatıyor ve yeryüzünün çığlığından duyulan sesi genişletiyor. Hiçbir şeyin anlamının kalmayacağı bir evrenin çok uzağında olmadığımızı kendi üslubunca anlatırken, sıkıştığımız oyuklardan çıkmanın imkânını eksik etmeyerek nefes alanı da bırakıyor.