Türk sinemasının efsane ismi Cüneyt Arkın yaşamını yitirdi. Usta oyuncu dün gece saatlerinde rahatsızlanarak Beşiktaş Ulus'ta bulunan özel bir hastanede tedavi altına alındı. Eşi Betül Cüreklibatır ve yakınları hastaneye geldi. 85 yaşındaki oyuncu hastanede vefat etti.
Cüneyt Arkın'ın ölümüyle ilgili hastaneden açıklama yapıldı. Açıklamada, Arkın'ın kalbinin durması sebebiyle ambulansla hastaneye getirildiği ve bütün yeniden canlandırma çabalarına rağmen hayatını kaybettiği belirtildi.
Yeşilçam'ın unutulmaz sanatçısı Arkın 1937 yılında doğdu. Kimliğinde Fahrettin Cüreklibatur yazan ancak tüm Türkiye'nin Cüneyt arkın adıyla tanıdığı ünlü sanatçı İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuydu.
1963 yılında "Artist" dergisinin düzenlediği sinema artisti yarışmasına girdi ve birincilik aldı. Kariyerindeki dönüm noktası 1963'te askerliğini yaparken 1. Hava Jet Üssü'nde yönetmen Halit Refiğ ile tanışması oldu.
Askerlik bitince, 1964'te Halit Refiğ'in "Gurbet kuşları" filmiyle sinemaya adım attı. İlk olarak romantik filmlerde rol alan, Battal, Gazi, Malkaçoğlu gibi tarihi aksiyon filmleriyle gişelerde büyük başarı yakalayan Cüneyt Arkın filmlerinde sosyal konuları da işlemişti.
YILMAZ GÜNEY'E VERİLMEYEN ÖDÜLÜ ALMAYI REDDETTİ
12 Mart dönemi sırasında, 4. Altın Koza Film Festivali’nde (1972) jüri Yılmaz Güney’i Baba filmindeki rolüyle seçti. Daha sonra siyasi baskılarla oylama tekrarlandı, Güney’in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın En İyi Erkek Oyuncu seçildi. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.
Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç’ın yaptığı 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam zamanla bir kült filme dönüştü. Arkın; 1980’li yıllarda Ölüm Savaşçısı, Kavga, Sürgündeki Adam ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmlerinden sonra, 1990’lı yıllarda polisiye dizilere yöneldi. Oyunculuğunun yanı sıra televizyon sunuculuğu ve köşe yazarlığı da yaptı.
KAZANDIĞI ÖDÜLLER
Cüneyt Arkın; 1969’da İnsanlar Yaşadıkça, 1976’da da Mağlup Edilemeyenler filmleriyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı.
1972’de Yaralı Kurt filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı.
Arkın’a 1999’da Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ve 2013’te Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü verildi.
Yine 2013’te Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü verilen Arkın, 2013’te Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün sahibi olmuştu. Arkın geçen yıl da Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü.
Arkın, 1991’de Anavatan Partisi’nden Eskişehir’de 4. sıradan milletvekili adayı olmuş ancak seçilememişti. Sonraki yıllarda ise İşçi Partisi adına düzenlenen ve bir grup bilim insanı, aydın ve sanatçının katıldığı “İşçi Partisi Hükümeti’nde Göreve Hazırız” kampanyasına katılarak, yeniden siyaset sahnesinde adını duyurmuştu.
İlk evliliğini 1964'te Güler Mocan ile yapan Cüneyt Arkın'ın bu evliliğinden kızı Filiz doğdu. Evliliği kısa süren Arkın, 1970'te Betül Işıl ile evlendi. Bu evliliğinden de Murat ve Kaan adlı iki oğlu dünyaya geldi.
SERDAR KUZULOĞLU KONUŞTU, AHMET ŞIK FOTOĞRAFLADI
Gazeteci Serdar Kuzuloğlu, yıllar önce Radikal gazetesi için Cüneyt arkın'la yaptığı röportajı kişisel web sitesinde anlatmıştı. Ahmet Şık'ın da foto muhabiri olarak katıldığı söyleşiyi şöyle anlatmıştı:
Doksanlı yıllarda bir öğle vakti, Levent semtinde beyaz, hoş bir villanın kapısının önünde, hayatımın en heyecanlı günlerinden birindeyim. Yayın yönetmenimizin zorlaması yüzünden kendimce özendiğim bir prensibimi bozmuşum. Başıma ne geleceğini bilmiyorum. Ve böyle kontrolsüz anlar beni fena halde rahatsız ediyor.
Hayata dair gözlemlerim -nice tecrübe ışığında- içgüdü denen şeyin insanı genellikle yanlışa; ya da daha iyimser bir bakışla ‘niyet edilenden başka bir yere’ götürdüğünü öğretti. Bu yüzden midir bilmem, küçüklüğümden bu yana korumaya çalıştığım bir prensibim var. Sevdiklerimle tanışmıyorum.
Bahsettiğim, amca, tavşan ya da tekne sevgisi gibi bir şey değil. Hani tanışmadığınız birine, bir sebeple kanınız kaynar ve ona yönelik kendinizce bir algı oluşturursunuz ya; öyle bir ‘uzaktan’ sevgiden söz ediyorum. Daha çok ünlü simalara, yan sınıftaki adını bilmediğin güzel kıza ya da yazdıklarını okuduğun mahir kelime canbazlarına yönelik platonik türden bir ‘beğeni’ yani (ilgi ya da).
20 yıl önce evinin kapısında heyecanla beklediğim Cüneyt Arkın benim için böyledir mesela. Cüneyt Arkın’ı (daha doğrusu gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır’u) küçüklüğümde değil ama ortaokul, lise yıllarında sevmeye başladım. Sonra bir tutkuya dönüştü. Romantik salon adamında James Bond, Western filmlerinde John Wayne, avangard filmlerinde en kralından Belmondo, tarihi aksiyon filmlerinde emsalsiz bir figür, toplumsal içerikli yapımlarda Che Guevara kadar ateşli.
https://www.youtube.com/watch?v=jUO52e2BfAM
İpekböceği bile kelebeğe bir kere dönüşürken Cüneyt Arkın beyazperdede Reenkarnasyon Fahri Başkonsolosu. Her filmini defalarca izlediğim (hala da her fırsatta Youtube’da açıp çalışırken göz ucuyla bakıp, radyo tiyatrosu gibi dinlediğim) bu adamın işine duyduğu aşkı seyrederken hissetmemek imkansız. İşini (gizlemesi mümkün olmayan yokluklara rağmen) iyi yapabilmek uğruna harcadığı emeği görmezden gelmek için kötü niyet bile yeterli değil.
Dahası bu adam (ayrı ‘nefer’ birliğinden) bir Ediz Hun değildi asla. Alkol, çapkınlık, kavga, gürültü, gözaltı, tutuklanma, kadın dövme; ne musibet ararsanız albümüne en az bir kare eklemiş bir anti-kahramandı belki de. Yeşilçam’ın bir Hollywood (ya da Bollywood) olamamasının en büyük sebebi olarak gördüğüm ‘rehbersizlik’; yani doğru dürüst bir menajer ya da fikir babası yokluğu, küçük esnaf kafalı yapımcı cenderesi, onu pek çok meslektaşı gibi hiçbir müsekkin vermeden yüksek dozda para ve şöhrete boğmuştu. Ama dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla (ki o yıllarda düzenli bir Cüneyt Arkın fanzini yayınladığım için epey sıkı takipteydim) zamanla savrulmalarını dizginlemiş, ömrünün en pişmiş yıllarında ‘kendi doğrularına’ ulaşmıştı (ermiş? Mütekamil?).
Cüneyt Arkın evde mi hanımefendi?
Benim heyecandan dilim tutulduğundan bahçe kapısında bizi karşılayan hanıma bu cümleyi kurmak foto muhabirimiz Ahmet Şık‘a kalmıştı (adını anmışken yazmış olayım: Ahmet Şık gazetecidir. Hem de ÇOK iyi bir gazetecidir. Aklı, fikri, bedeni bu mesleğe bu kadar tutkuyla bağlı çok az insan tanıdım. Temiz, iyi kalpli, dost canlısıdır. Yıllarca birlikte çalıştım, insan tanımakta da iyiyimdir).
Cüneyt Bey yok evladım.
Nasıl olur, bizim randevumuz vardı? Röportaj için gelmiştik?
Haa, siz misiniz? Buyrun o zaman.
Meğer kapıdan eksik olmayan hayranları şansını hep bizim ilk sorumuzla deniyormuş.
Giriş katındaki salona alındık. Bekliyoruz. (Ne güzel bir ev? Ayakkabılarımızı çıkartsa mıydık acaba? Bahçesi de yemyeşil!)
Gözlerim karış-santim çevreyi tarıyor, kaydediyor. Bibloları, kılıçları, baltaları, kitapları, masa örtüsünü, halının kıvrık ve düz uçlarını, zigon takımının en çok hangi sehpasının yıprandığını, hangi koltuğun hangi tarafının en çok göçtüğünü, genişçe salonun bir kenarına ötelenivermiş bir şey olup olmadığını inceliyorum.
Yıllarca tutkuyla takip ettiğim adamın evindeyim. Hayal bile edilemez bir durum benim için. Bana kalsa hayatta olacak iş değil de Yayın Yönetmenimiz Mehmet Y. Yılmaz gazetede masa ve duvarımın her köşesinin Cüneyt Arkın poster ve resimleriyle dolu olduğunu, bilgisayarımın bile Malkoçoğlu repliğiyle açıldığını görünce bir gün “sen tanıştın mı onunla?” diye soruverdi. “Hayır” cevabını duyunca röportajın ‘seferberlik emri’ çıkmış oldu.
Ahmet (ve bana göz kulak olmak için gelen Kıdemli Muhabir Ertan Acar) çocuksu heyecanımı seyredip gülmekte (Size o birkaç dakikayı anlatan ve hiç sıkmayacak bir kitap yazabilirim). Benim gerginliğimse her dakika artmakta.
AYAK SESLERİ!!!
Cüneyt Arkın üst kattan saniyede 1 basamak kat edecek şekilde ağır, vakur bir şekilde iniyor. Ahşap merdivenin basamak aralıklarından kadraja sırasıyla ayakkabısı, çorabı, paçası, baldırları giriyor. Ve sonunda karşımda! O anki halimi, suratımı nasıl görmek isterdim!
Ama sanki niyetsiz, sıkkın, biraz şaşkın (durduk yere ne röportajı bu?). Ayrıca ne işim var bu evde benim?
- Fahrettin Bey… (nedense ağzımdan bu ismi çıktı)
- Buyur evlat.
- Ben sizin büyük hayranınızım.
Mesleğin en hatalı cümlesiyle başlayan söyleşide bu noktadan sonraki birçok detayı unuttuğuma göre büyük saçmalamış olmalıyım (kötü anlarımı anında unutabilme yeteneğiyle ödüllendirilmişim). Laf lafı açtı, ben soru sormaktan çok konuştum, anlattım; arada sordum da sordum. Saatler (sahiden ‘saatler’) boyu konuştuk, güldük, eğlendik. Hatta Fahrettin Bey bir ara “Yahu, biz seninle neden daha önce tanışmamışız?” diye sordu.
“Fahrettin Bey ben uzaktan sevdiğim insanlarla tanışmaktan korkarım. Kafamda kurduğum hayalin bozulmasından, büyünün dağılmasından çekinirim. Onları hayalimdeki gibi yaşamayı isterim” diyemedim elbette.
Fonda Ahmet’in sesi duyuldu: “Güneş kaçıyor!”
Hava kararmadan fotoğraflar çekmemiz gerekiyordu. Cüneyt Bey “çektiniz ya bir sürü?” dedi. “Olmaz Fahrettin Bey” diye yanıtladım. “Rumeli Hisarı’na gitmeliyiz, surlarda çekelim”. Kanal tedavisi için dişçiye gitmesi gerektiğini söylese de bir şekilde ikna ettim. O da gizlemeye çalışmadığı çocuksu bir sevinç ve heyecanla aracımıza bindi.
Hayatımın en unutulmaz, en keyif aldığım, en çok gülüp en çok hüzünlendiğim röportajıdır. O akşam eve yıllar boyu hayranlık beslediğim adama yüz kat daha hayran olarak, saygı duyarak döndüm (keşke Radikal gazetesinin o yıllara ait arşivi de internette olsaydı, linklerini paylaşabilseydim. DÜZELTME: Meğer babam saklamış bir köşede, aşağıya sayfa görüntüsünü ekliyorum).
Bu tanışmanın en büyük armağanı süzülmüş hayat dersleri oldu. Bir de kırkıncı sanat yılı için adına düzenlenen bir panelde, (merhum) Metin Demirhan ile birlikte Cüneyt Arkın’ın yanında oturup izleyicilere onu anlatan iki kişiden biri olma ayrıcalığına ulaştım (Allah uzun, sağlıklı bir ömür versin).
Bir daha da hiç yanına gitmedim, karşılaşmadım.