Cem Yılmaz filmlerini neden izlemeliyiz?

Twitterda bahis sitelerinin desteklediği ve kendi reklamları olsun diye trol ordularını seferber ettiği hashtaglerin arasından CemYılmazFilmlerineGitmiyoruz etiketi yükselince ne olup bittiğini anlamak istedim doğrusu. Çünkü bir insanın Cem Yılmaz filmlerine gitmemek için nasıl bir sebebi olur merak ettim.

CEM YILMAZ FİLMLERİNE NEDEN GİTMELİYİZ? DERİN KOÇER - TUHAF ZAMANLAR

Twitterda bahis sitelerinin desteklediği ve kendi reklamları olsun diye trol ordularını seferber ettiği hashtaglerin arasından CemYılmazFilmlerineGitmiyoruz etiketi yükselince ne olup bittiğini anlamak istedim doğrusu. Çünkü bir insanın Cem Yılmaz filmlerine gitmemek için nasıl bir sebebi olur merak ettim. Geçen seneki patlamış mısır muhabbeti yüzünden Karakomik filmleri ertelenmişti, ne zamana erteleneceği duyurulmamıştı. Cem Yılmaz da yeni filmlerini duyurmak için sanırım pek bir yere çıkmadı, ben de unutmuştum. Ama CemYılmazFilmlerineGitmiyoruz etiketine tıkladığımda karşıma inanılmaz twitler çıktı. Cem Yılmaz’ı aşağılayan, Cem Yılmaz’a küfürler eden, bazen anlamsız kelimeler yazan -ki bu bir trol olduğunu gösteriyor- ve bu şekilde de bu etiketi Türkiye gündemine taşıyan bir güruh vardı. “Nasreddin Hoca, yani iyi ki 13. yüzyılda yaşamış, vallahi, şimdi mesela yarım saatte bitirirler. Neymiş efendim parayı veren düdüğü çalar! Ben böyle bir aktivite yapsam TT’yim o gün.” Önce anlamadım. Sonra YouTube’da hükümete hükümetten daha yakın bir kanalda kimi insanların oturup Cem Yılmaz’ın eski filmlerinde uyuşturucuya teşvik gibi suçlar işlediğini söylemeleri, Cem Yılmaz’ı böyle şeylerle itham etmeleri sonucunda daha da şüphe etmeye başladım durumdan. Sonra, Cem Yılmaz’ın Fatih Altaylı’nın “Teke Tek” programına konuk olduğunu gördüm. Oradaki sohbetlerini dinledim ve Fatih Altaylı’nın “siyasi içerikli bir film bu” dediğini duydum.

“Mesela sen siyasetten, politik mesaj veren film yapmazsın. Mesela bunda böyle sosyolojik mesajlar, bana sorarsan ciddi politik mesajlar da var işte içerisinde, özellikle ilk filmden bahsediyorum, beni çok etkilediği için.” Karakomik filmlerin ilkinden bahsediyorlardı,”İki Araba” filminden bahsediyorlardı. Aslında tabii ki hikaye burada anlaşılmıştı. Yani trol ordularının seferber olması büyük ihtimalle bu siyasal altyapıyla ilgili bir durumu gösteriyordu. O zaman ben de filme gitmem gerektiğini düşündüm. Londra’da bir seans buldum ve gittim. Ama tabii ki aslında bu Türkiye gündemini etkileyebilecek kadar güçlenen etiket başka bir anlam da taşıyordu. Kutuplaşma dediğimiz fenomenin, -ki artık klişeleşmeye başlamış, ama anlaşılması gereken bir fenomen bu- ne kadar büyük noktalara, ne kadar anlamsız tartışmalara yol açabileceğini görüyorduk. Bu noktada tabii ki, yine en az kutuplaşma kadar klişeleşmeye başlayan popülizm kavramının tartışılması gerektiğini gösteriyor.

Aslında kutuplaşmayı da tetikleyen en büyük karmaşa bu popülizm karmaşası. Kimileri bunu bir ideoloji olarak yorumluyor ama doğrudan belli inançlara sahip bir ideoloji demek zor. Yani Jan-Werner Müller, popülizm araştırmalarıyla da ünlü olan akademisyen, “Popülizm Nedir” isimli kitabında, daha çok bunun bir siyaset yapma biçimi olarak görülmesi gerektiğini vurguluyor. Şöyle bir yapıya sahip popülizm, sadece bir öteki yaratıp ya da bir elit tespit edip ona vuran bir siyasetçi değil. Evet, bir öteki bulunuyor, bu ötekiye saldırılar başlıyor ama aynı zamanda da çoğulcuğu, bir arada yaşama özgürlüğünü insanların elinden alan bir siyasete dönüşüyor bu. Çünkü popülistler, örneğin Trump, hakiki halk diye de kavram üretmeye başlıyorlar. Hakiki halktan kast ettikleri tabii ki onların siyaseten durdukları pozisyonu destekleyen, onlar gibi düşünen, onların söz ve değerlerini paylaşan bir güruh. “Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz, bu ülkenin en az yüzde ellisi var”

Örneğin Trump kampanya döneminde “ben gerçek halkın sesiyim” gibi bir söylem tutturdu uzunca bir süre. Ve gerçek halk demek, gerçek halkın sesi olmak demek, ona oy veren kişileri halkın parçası sayıp, ondan olmayanları bu halkın tu kakaları olarak nitelendirmek oluyor. Ve siyasete böyle başladıkları için de, popülistler ayakta kalabilmek için her zaman tu kakalar aramaya başlıyorlar. Ve iktidarlarını korumanın tek yolu, bir kısmı tu kaka olarak tutup kendilerini hakiki halk olarak göstermeye devam etmek. Ki gelecek seçimlerde aynı desteği görebilsinler. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri tam bir yıl sonra seçime gidiyor ve Trump’ın halkta onayı, başkanlığının onayı yüzde ellilerde bile değil, yüzde kırklarda geziyor ama Trump mutsuz gözükmüyor. Hatta geçenlerde yüzde elli çıkan bir anketi paylaşarak, “teşekkürler, çok mutluyum” gibi bir paylaşım da yaptı. Çünkü, evet yüzde elli ona yetiyor. Çünkü o yüzde elliyi elinde tutmak için siyaset yapıyor Trump. Onun için Meksikalıları ötekileştiriyor, Müslümanları ötekileştiriyor. Sürekli bir öteki bulup onun kafasına vurmaya çalışıyor. “Bir tarafta Zillet ittifakı, öbür tarafta Cumhur ittifakı. Cehape, öbür tarafta, malum partilere artık söz söylememe gerek yok. İnşallah 31 Mart’ta gereken dersi vermeye hazır mıyız?” Tabii bu siyaset biçiminin, bu siyaset retoriğinin öte tarafı da var: buna karşı çıkanlar. Buna karşı çıkanlar da radikalleşmeye başlıyor çünkü başka bir yol bulamıyorlar, siyasetin merkezi dağılıyor. Eski Britanya başbakan yardımcısı, liberal demokratların lideri Nick Clegg siyaseti bıraktıktan sonra, aktif siyaseti bıraktıktan sonra yazdığı kitabında siyasetin iki kutuba, ekstremlere ayrıştığını savunuyordu. Gerçekten de böyle ve iki kutubun birbirini duymadığı, dinlemediği bir dönemden geçiyoruz.

Öyleyse tabii ki bu statükoda yeni bir anlatıcıya ihtiyaç duyuyor insanlar. Evet, “İki Arada” filmi siyasi alt yapıya sahip bir film. Ve Cem Yılmaz akıllı bir siyasi anlatı kurmuş. Kutuplar üstü bir siyasi anlatı kurmuş. Filmi kısaca özetlemek gerekirse ve tabii ki bundan sonrası spoiler içereceğini söylememize gerek bile yok… Ayzek isimli bir arabalı feribot çalışanıyla karşılaşıyoruz filmde. Tam bir kaybeden Ayzek, tam bir anti-kahraman. Üç tane ön dişi yok, ama yapabildiği tek şey çay dağıtmak ve çay dağıtırken de gülümsemek. Dişlerini yaptıracağı günü iple çekiyor, bunun için para biriktiriyor ama biriktirdiği para kaybolunca Ayzek, o sürekli gülmeye çalışan Ayzek ilk kötülüğünü yapıyor ve geminin kaptanının yüzüğünü çalıyor. Çünkü gemide çalışanların suçlu olduğunu düşünüyor ve onlara ödetmesi gerektiğini ve otuz iki diş gülümsemesi gerektiğini düşünüyor. Bu arada gemiye bir müfettiş geliyor çünkü gemi özelleştirilmiş ve Ayzek o müfettiş tarafından işten atılmamak için hem dişlerini yaptırıyor, geçici olarak yaptırıyor, hem de gittikçe hırslanıyor. Çünkü dişlerini yaptırınca özgüven kazanıyor. Hırsızlık yapınca ve hırsızlığı onun yanına kalınca daha da kötülük yapabileceğini düşünmeye başlıyor. Ve böyle olunca müfettişle işbirliğine giriyor. Kendi beraber, yıllardır beraber çalıştığı insanları müfettişe ispiyonlamaya başlıyor ve gittikçe yalnızlaşıyor. Güçleniyor ama kendini tek başına gemide bütün işleri yaparken buluyor.

Ayzek etrafındaki herkesi işten attırıyor, böyle olunca da hem kaptanın üniformasını giymek zorunda kalıyor, hem çayları dağıtmak zorunda kalıyor, hem tostları yapmak zorunda kalıyor, hem de gemiyi kullanmak zorunda kalıyor. Bir tek adama dönüşüyor Ayzek ve tabii ki insanlığın, insanlığın sınırları, aklın sınırları ve enerjinin sınırları dolayısıyla bunların hepsini aynı anda yapamaz hale geliyor. Gabriel Garcia Marquez’in “Başkan Babamın Sonbaharı” kitabında gösterdiği gibi, o yalnızlık aslında Ayzek için gerçeklikten kopuş anlamına geliyor, bir başına kalmak anlamına geliyor. Ve evet Başkan baba sonbaharına giriyor ve günün sonunda sevdiği kızla karşılaştığında ve sevdiği kız bu kötülüklerin farkına vardığında “Ne var ki, herkes yapmıyor mu bunu” diyor. Fakat filmin sonunda şöyle güzel bir temenniyle bitiriyor Cem Yılmaz: Ayzek bir illüzyon görmekte, bir rüyanın içinde ve uyanınca müfettişin karşısına geçiyor ve biz hepimiz burada bir aile gibiyiz, kimseyi işten atmamalısınız diyor. Tabii ki Cem Yılmaz’ınki iyi niyet göstergesi. Gerçek hayatta tek adamların nasıl bir yaklaşımla halisünasyonlarından uyanacağını bilmek pek de kolay bir şey değil.

Ama sonuç olarak Cem Yılmaz’ın aslında yaptığı şey şu: Herhangi bir siyasi aktörü hedef göstermiyor, herhangi bir siyasi aktöre yanaşmıyor, kimsenin yandaşı olmuyor ve kimseyi kendisinin, kendisini kimsenin karşısında konumlandırmıyor. Cem Yılmaz bir hikaye anlatıyor, insanca bir hikaye anlatıyor. İnsanlığın sınırlarını zorluklarını, belki de hatta zayıflıklarını anlatan bir hikaye anlatıyor. Evet gerçekçi bir hikaye bu. Kimseyi ötekileştirmiyor Cem Yılmaz, siyasetin kutuplarına değmiyor, o kutupların üstüne çıkıyor ve her iki             kutupta da olan, dolayısıyla insan olan herkesin sahip olduğu zaaflardan bahsediyor. Herkesin hakiki, karakterlerin dilemmalarının gerçekçi olduğu bir hikaye bu. Dolayısıyla siyaseti kutuplarda yaşayınca ayakta kalabileceğini zannedenlerin hoşuna gideceği bir film değil “İki Arada”. Ve o insanlar bu filmi sevmemiş belli, o yüzden diyorlar Cem Yılmaz filmlerine gitmiyoruz diye. “80’lerin çocukları olduğumuz için hani, apolitiklikle çok mücadele verdik. Halbuki bizim orada verdiğimiz mücadele, konserve bir mesaj yerine hayatın içinden, dinamik yani kişinin kendine ait  tecrübesinde samimi kendi yüreğinden dökülen bir şey olsun, bir slogan olmasın. Buydu mesele!” İlkel tartışma konularıyla bölünen toplumlara ilaç gibi gelebilecek bir yaklaşım sergiliyor Cem Yılmaz. “Olacak O Kadar”ların sığlığına dalmıyor, onların kutuplaştırıcı özelliğine girmiyor, herhangi bir taraftan alkış bekleyen bir yaklaşım sergilemiyor filmde. Dolayısıyla şöyle söylemek lazım, Cem Yılmaz filmlerini izlemek lazım.

Yaşam Haberleri