Gezi Direnişi nedeniyle tutuklanan ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılan film yapımcısı Çiğdem Mater kaldığı Bakırköy Kadın Cezaevinde genç kadınların Gezi’yi “bilme” oranlarının çok düşük olduğunu anlattı. "Gezi Mi kaldı" sorusunu da yanıtlayan Mater, Artı Gerçek'ten İrfan Aktan'a avukatları aracılığıyla konuştu.
Soru ve cevaplardan bir bölüm şöyle:
Son dönemdeki bütün siyasi davalar, hükümetin o davada yargılananlarla bir tür hesaplaşması şeklinde ilerliyor. Gezi protestolarında çok öne çıkmış isimlerle hükümetin bu hesaplaşması elbette hukuki değil ama siyasi olarak bir şeyler ifade ediyor. Fakat yanlış hatırlamıyorsam, sen Gezi protestolarında gerçekten de fiilen öne çıkmış bir isim değildin. Bunu birçok yazı ve söyleşide ayrıntılarıyla anlattın. Seni neden bu hesaplaşmanın içine aldılar sence?
Bunun yanıtını bulduğum gün ereceğim. Sadece benim için değil, hepimiz için… Yargılamalar sırasındaki mahkeme beyanlarımdan birinde söylemiştim: Gezi’yi organize etmekle suçlanıyorum, haşa, estağfurullah! Bayburt hariç memleketin her yerinde, milyonlarca insanın sokağa döküldüğü protestoları bir avuç insanın organize ettiğini söylemek! Öncelikle, sokağa çıkmış milyonlarca insana ayıp, hadi mantıksızlığını geçelim. Ortadaki delilsizliğe, hukuksuzluğa, tuhaflığa bakınca, Çiğdem yerine Ayşe, Fatma ya da Mehmet olabilirdi, herkes olabilirdi.
Osman Kavala, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Can Atalay ve sen. Devasa bir protesto silsilesi karşısında yürütülen siyasi davada bu beş kişinin seçilmesini nasıl izah ediyorsun?
Gezi Davası kapsamında yargılanan, hüküm giyen, giymeyen herkesin belirli temsiliyetleri var, bu temsiliyetlerin hedef alındığını düşünmek herhalde çok da yanlış olmaz. Sivil toplum, meslek örgütleri, sanatçılar, kültür kurumları, hak savunucuları itiraz etme ve ses çıkarma ihtimali ve alanı olanlar.
Benim örneğimde misal, Gezi’deki çekilmemiş belgeselle Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesine kadar giden sansürün arasındaki mesafe aslında görüldüğünden daha kısa.
Gezi protestolarına Bayburt hariç tüm Türkiye dahil oldu ve sendikalar, konfederasyonlar, muhalif partiler de bu protestolara “öncülük” ettiler. Ama bu devasa protesto dalgasının tüm faturası olaylarla, organizasyonla neredeyse hiçbir ilgisi olmayan sen dahil, beş kişiye kesildi. Gezi’ye öncülük ettiğini söyleyen, bu süreci sahiplenen kitle örgütlerinin, siyasi partilerin veya Gezi protestolarına katılan toplumsal-siyasi kesimlerin sizin haklarınız için yeterli mücadele yürüttüğünü, dayanışma gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Kişisel çabalara hiç haksızlık etmek istemem, tutuklandığımızdan beri tanıdık, tanımadık, vekiller, avukatlar, hiç yalnız bırakılmadık. Ama genel fotoğrafa baktığımda, bütün bu toplumsal muhalefetin kendi etkinlik, görev alanlarında bile ne kadar sıkışıp kaldığını, ne kadar etkisiz olduğunu görüyorum, sıranın Gezi Davası’na gelmesini beklemek haksızlık olur. Yankı odalarının ne kadar yanıltıcı olduğunu, sosyal medyanın nasıl sadece “görmek istediğimizi” gösterdiğini, uzak değil, 14 Mayıs’ta gördük. Tvit atmakla, slogan paylaşmakla, hemen hemen aynı fikirde olduğun insanların yorumlarını okuyup kendine bir “Harikalar Dünyası” kurmakla olmuyor, keşke olsaydı. Türkiye’nin merkezinin İstanbul Kadıköy değil, Yozgat Yerköy olduğunu anlayacak toplumsal muhalefete, yeni bir dile ihtiyaç var bence. Yoksa, zaten ilk değiliz de, son olmayacağız, korkum o…
Annen Nadire Mater seni ziyarete gelirken bindikleri taksinin şoförünün “hangi dava?” sorusuna “Gezi davası” deyince “Ne Gezi’si? Gezi mi kaldı” yanıtını aldıklarını aktarmıştı. Bu “kayıtsız” tepkinin toplumun Gezi’ye bakışını da özetlediğini düşünüyor musun?
“Gezi mi kaldı?” Valla neyse ki, park olarak kaldı, orada, yerinde duruyor. Taksici en azından “Gezi mi kaldı?” demiş, demek yaşı müsait. Bakırköy Kadın Cezaevi nüfusu epeyce genç; “neden buradasın” maltanın mutat sorularından. Yaşı henüz yirmilerindeki genç kadınların Gezi’yi “bilme” oranlarının çok düşük olduğunu söyleyebilirim. Cümle genelde “Taksim’de işte bir park var, adı Gezi, ağaçlar…” diye devam ediyor. Tabii toplumsal balık hafızamız da, diğer her şey gibi, Gezi Davası’na özgü değil. Belki de bu memlekette hayatta kalabilmenin yolu unutmak, belki de insanlar unutunca hayat daha kolay, daha konforlu oluyor. Hafızanın aktarılmaması da bir başka mesele tabii. Gezi 2013, on yılı geçti, kuşak geçti. Bu on yılda neleri, neleri unuttuk…
Şu anda Can Atalay’dan ayrı olarak senin, Osman Kavala, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman’ın da AYM başvurularının sonuçlanması bekleniyor. AYM’nin bir hak ihlali vermesi durumunda yerel mahkeme ve Yargıtay’ın Can Atalay kararında gösterdiğinden farklı bir tutum almasını bekliyor musun?
Memlekette süregiden binbir davada olduğu gibi, Gezi Davası da uygulanmayacak kararlar manasında epey sabıkalı. Bizim dosyada –şimdilik, uygulanmayan iki AİHM, iki de AYM kararı ayrıca bir de beraat var. Bu fotoğrafa bakınca, AYM’nin hakkımızda vereceği olası bir ihlal kararının uygulanacağını düşünmem için bir sebep yok ama burası Türkiye. Ne olsa şaşırmam. Bazen hiçbir şey olmasa bile, bir şeyler oluyor.
Davada Gezi protestolarının belgeselini çekmeyi düşünmekle yargılanıyorsun. Gezi’yle ilgili binlerce haber, program, etkinlik, anma yapıldı. Sence yargılamayı yapanlar açısından bunlara bir de film eklenmesi hükümet için nasıl bir tehdit oluşturuyor.
Öncelikle şunu söyleyeyim, bizi yargılayan herkes, birinci derece mahkemeden istinafa, Yargıtay’a tüm hakimler (dosyayı okudularsa) suçsuz olduğumuzu bizim kadar iyi biliyorlar, hatta hukukçu oldukları için bizden de iyi biliyorlar. Benim belgesel özelinde, anladık ki, bir belgeseli “düşünmek” bile, hükümet için cezası 18 yıl olan bir “tehdit”miş. Sevgili avukatım Hürrem Sönmez mahkemede savcıya sormuştu: “Belgesel çekilmiş olsaydı, kaç yıl isteyecektiniz?” diye. (Kısa Dalga)