Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, Babala Tv’nin “Ulusa Sesleniş” isimli programında konuştu.
Çekimi, Hatay’da bir enkazın önünde gerçekleştiren Baş, Hatay’da hiçbir şey yeterli olmadığını, yaşanan yıkımı anlatmaya kelimelerin yeterli olmadığını belirtti. “Eşitsizliğin olduğu bir toplumda zenginler semiriyormuş, yoksullarsa binaların altında kalıyormuş” diyen Baş, “solculara” dair özeleştirilerde de bulundu.
Erkan Baş’ın konuşmasından öne çıkanlar şöyle:
“Babala TV’den arkadaşlar bu yayının adına “Ulusa Sesleniş” demişler. İsterseniz böyle deyin, isterseniz sohbet deyin, isterseniz dertleşme deyin… Dünyanın bütün dilleri gibi, Türkçe de çok güzel bir dil. Konuşmak kelimesi, aynı yere konmaktan, aynı yerde bulunmaktan, birbirine komşu olmaktan tanış olmaktan, hatta danış olmaktan geliyor. Öyleyse, konuşacağız. Konuştukça aynı yerde buluşacağız, komşu olacağız, tanış olacağız. Tanış oldukça daha da konuşacağız.
Bu konuşmayı, gecenin bir yarısı Hatay’da yapıyorum. Bunu tercih etmezdim. Kanalın yayın planı değişmiş. Tesadüfen bulunduğum Hatay’da, Can’ı hapisten çıkarmak için canla başla çalışan yoldaşlarımın çabalarıyla bu çekimi yapabiliyoruz. Işık yeterli mi, ses yeterli mi, inanın bilmiyoruz.
“Hatay’da hiçbir şey yeterli değil”
Hatay’da hiçbir şey yeterli değil sevgili dostlarım. Hatay’da dağıtabildiğimiz çorba yeterli değil. Yapabildiğimiz konteynırlar, kurabildiğimiz çadırlar yeterli değil. Temizlik yeterli değil. Sivrisineklerden korunabilmek için yapılan ilaçlama yeterli değil. Bebek bezi, kadın pedi, ilaç ve su yeterli değil. Yaktığımız ağıtlar, okuduğumuz şiirler yeterli değil. Hatay’da yaşanan yıkımı anlatmaya kelimeler yeterli değil.
Hataylılara sorsanız, sizin bir sıcak selamınız, uzattığınız bir el onlara yetiyor da artıyor. Onlar Hatay’da ve insanlıkta inat ediyor. Ama siz bilin hayatı burada yeniden kurmak için çok çalışmalıyız. Yıkıntıların arasında bir şehri yeniden kurmak kolay olmayacak. Eski hatalarımızı tekrarlamayacağız. Bencillik yapmayacağız. Kendi bireysel çıkarlarımızı değil toplumsal çıkarlarımızı gözeteceğiz. Halkın zararına olan bir şey bizim de zararımıza oluyor. Gözümüzü kâr hırsı bürümeyecek. Hatay için doğru olan ülkemiz için de doğrudur sevgili arkadaşlarım. İş başa düştü dostlarım. Bu ülkeyi ayağa kaldıracağız.
“İşini bilenler” denetlemedi
Mesela… Benim memurum işini bilir anlayışı bizi nerelere getirdi, görüyor musunuz? İşini bilenler denetlemedi. En büyük projelerde denetlemekle memur kimi kişiler, ihaleyi alan firmaların kulu kölesi olmuş durumda. Şirketlerde denetlemeleri gereken kişilere, “ne vereyim abime” diye telefonlar açılıyor. Karşılığında avantalarını almaya bakıyorlar. Katlar, arabalar, havalarda uçuşuyor. Halkın parası, çarçur oluyor.
“Zenginler semiriyor, yoksullar binaların altında kalıyor”
Mesela… ‘Ben zenginleri severim’ anlayışını sorgulayacağız. Zenginliğe karşı değiliz. Zenginlikte eşitlenebiliriz. Ama eşitsizliğin olduğu bir toplumda zenginler semiriyormuş, yoksullarsa binaların altında kalıyormuş. Eşitsizliğin olduğu bir toplumda, 100 kişiden biri zengin olsun diye 99 kişi yoksul kalıyormuş.
Bakın, çocuklarımızı okutacak nitelikli okulumuz kalmadı neredeyse… Oysa bu ülke eğitimle, genç cumhuriyetin kurduğu bilimsel eğitim veren üniversitelerle, köy okullarıyla bugünlere geldi. Yaşı 50 veya üstündeki fedakar öğretmen büyüklerimize bir sorun. Onlar hangi anlayışla yetişmişler. Vatan toprağının her bir karışı görev yerimiz, eğitim meşalesini her yere taşırız diyen öğretmenlerle bu ülke ayakta kaldı.
Şimdi, kusura bakmayın, böyle düşünenlere “enayi” deniyor. Biz diyoruz. Toplum diyor. Hepimiz bu ahmaklığın parçasıyız. Sermaye girdiği yeri güzelleştirir anlayışı var mesela…
Lüks plazalarda çalışanlarımız, parlak binalarda çalışıyor. Her şey çok havalı… Ama telefonunuz kredi borçları için gelen mesajlardan susmuyor. Borçlandıkça borçlanıyorsunuz. Kıymanın kilosu 350, soğanın kilosu 30 lira, benzinin litresi 20 lira oldu.
“Cumartesilerimizi ve pazarlarımızı kazanmayacak mıyız?”
Haftada 6-7 iş günü çalışıyoruz. İş yerinde bitmiyor, eve gelince çalışmaya devam ediyoruz. Mesai için yaşar hale geldik. Bak, şu klişeye de acı acı gülüyorum. “Bizim millet tembel abi…” Nazım Hikmet’in hapiste yazdığı bir şiir vardır, bir yerinde şöyle der: “Bugün pazar. / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. /Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün /Bu kadar benden uzak /Bu kadar mavi /Bu kadar geniş olduğuna şaşarak /Kımıldamadan durdum.”
Nazım hapiste bir pazar günü güneşe çıkmanın mutluluğunu anlatmış. Beni dinleyen kardeşim, sen söyle… Sen hapiste değilsin belki ama pazar günü güneşe çıkmak senin için de büyük bir özlem haline gelmedi mi? Sen şanslısın belki, çevrende böyle pek çok arkadaşın yok mu? Kim hapis, kim özgür? Sormayacak mıyız? Cumartesilerimizi ve pazarlarımızı kazanmayacak mıyız? Boş zamanımızı kazanmayacak mıyız? Bizim için yaşamaya sıra gelmeyecek mi?
“Artık acı su da parayla”
Eğitimden, sağlıktan, konuttan, elektrikten, sudan kâr edecekler diye biz en temel ihtiyaçlarımıza dünyanın parasını ödemek zorunda kaldık. Orhan Veli, “Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekanlar bedava; Peynir ekmek değil ama Acı su bedava…” diyordu. Ah be Orhan Veli bugünleri görseydin. Artık acı su da parayla.
Yer altı sularımız kirleniyor. Derelerimiz özgür akamıyor. Halkın varlıkları için, “babalar gibi satarım” diyen biri vardı, hatırlıyor musunuz? Artık ne Telekom elimizde kaldı, ne TÜPRAŞ’ımız… Kâr etmiyor dediler. Ne cam fabrikamız kaldı ne kağıt fabrikamız. Kitap almak lüks oldu. Aşı üretecek tesisimiz kalmadı. Oysa bu özelleştirmeleri bize nasıl pazarlamışlardı? “Devlet kurumları köhne, arpalığa döndü.” Birçoğunuz hatırlamıyor veya o günleri yaşamadı. Kamu işletmeleri 12 Eylül darbesinden sonra bilerek çalıştırılmadı, verimsiz hale getirildi. Sonra da bu durum bahane edip yok pahasına satıldı. Oysa bu ülkeyi ayakta tutan, geleceğe güvenle bakan zenginliklerimizdi onlar.
Çalışanlarının sendikaları vardı. Tatil hakkı vardı. İzin dönemlerinde üç on kuruşa gidip tatil yapabilecekleri tesisleri vardı. Ne zaman emekli olacakları belliydi. İkramiyeleriyle ev, araba alabiliyorlardı.
Öyleyse kardeşlerim, bize dayatılan, sırf kendi istedikleri gibi bir ülkeye dönüşmemiz için anlatılan tüm yalanları, tüm ezberleri yıkıp atacağız.
Gelelim, sola, solculara…
Bizler hiçbir kişisel menfaat gözetmeksizin, aksine yıllarca sürgüne gönderilmeyi, belki hapse düşmeyi, belki işsiz kalmayı göze alarak mücadele ettik. Biz bu halkı çok sevdik. Dünyanın tüm dillerini, tüm kültürlerini, tüm ezgilerini çok sevdik. Bu ülkeninkini de ayrı sevdik.
“Bazen hata yaptık, bazen küçümsedik”
Bazen hata da yaptık. Bazen küçümsedik. Anlatmayı denemedik. Dinlemeyi denemedik. Yaftaladık. Başörtülü kadınlarla konuşmayı unuttuk. İmam hatip mezunu bir arkadaşımızla konuşmayı unuttuk. Bir tarikata katılmış arkadaşımızla konuşmayı unuttuk. Oradaki yalnızlığı, oradaki arayışı, belki oradaki mahkumiyeti göremedik. Öyle bunaldık ki, gün oldu, “burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” fikrine saplanıp kaldık.
Oysa hiç unutmamalıydık, Türkiye’nin ruhunda, kalbinde, damarlarında eşitlik var, adalet var, acıyı paylaşmak, yeniyi, güzeli aramak var. Türkiye’nin ruhunda solculuk var… Biz boş bıraktık ve yeni diye, dünyanın en eski fikirleri, en eski kavgacı retorikleri, otoriter fikirleri, hasmane söylemleri piyasaya salındı. Herkes mahallesine döndü. Ufkumuz da mahallemizle sınırlı kaldı.
Hatay’dayım ve aklımdan her saniye “hesaplaşacağız” sözü geçiyor. Biliyorum ki, ben her “hesaplaşacağız” dediğimde içinizden bazıları, üzerine alınıyor. Çünkü bazılarınız geçmişte iktidar partilerine oy verdi.
“Giderek yoksullaşmakta buluşuyoruz”
İktidardakiler, sizi, sizin en saf, samimi duygularınızı kendilerine kalkan yapıyorlar. Kurulan bu bozuk düzenin, bu yağmanın, bu acıların hesabını verecek birileri varsa o siz değilsiniz. Biz hepimiz, emekte, adalette, özgürlükte, eşitlikte buluşuyoruz. Hiçbirinde olmasa giderek yoksullaşmakta buluşuyoruz. Hesap verecek olanlar, gençlerin geleceğini çalanlar. Çocuklarımızı elimizden alanlar. Kardeşi kardeşe düşman edip aradan sıyrılanlar. Lale devri sürenler. Çalanlar, çırpanlar. Ahiret anlatıp yedi ceddine yetecek dünyalığını yapanlar.
Bu ülkenin çok sorunu var. Yolsuzluk, adalet, ayrımcılık, güvenlik sorunu var. Ama en çok da hırsızlık sorunu var. Emeklerimizi çaldılar. Özgürlüğümüzü çaldılar. Gençliğimizi ve hayallerimizi çaldılar. Bu ülkenin, bu ülke için hayal kurabilen çocukları vardı. En çok buna öfkeliyiz. En çok bunun için dertliyiz.
“Tükenmeyeceğiz ve bu seçimi kazanacağız”
Çünkü biliyorum ki, bu ülke savaşlarla işgalle tükenmez. Bağımsızlığını söker alır. Bu ülke çalmayla çırpmayla tükenmez. Ama bu ülke, kendisi için hayal kuran insanlar azaldığında, tükenir. Tükenmeyeceğiz. Tükenmeyeceğiz ve bu seçimi kazanacağız. Bu bizim seçimimiz.
Öfkemiz birbirimize olmayacak, başaramayacaklar. Yolumuz bir arkadaşım… Yoldaşız. Hep beraber büyük bir hesaplaşmaya gidiyoruz. Ekmeğini taştan çıkaran bizlere, elinden gelse bir taşı bile satacak hırsızlarla, gözü dönmüş arsızlarla hesaplaşmaya gidiyoruz. Ali İsmail’in, Berkin’in, Abdocan’ın, ağacın, kuşun, hayatın dünün, bugünün, yarının katilleriyle hesaplaşmaya gidiyoruz.
On binlerce insanı üç kuruşluk karları için enkaz altında karanlıkta ölüme terk edenlerle, milyonlarca insanı karda-kışta açlığa terk edenlerle hesaplaşmaya gidiyoruz. Umut sensin… Büyük hesaplaşmamız senin öfkenle başladı. Zalime diz çökmeyişinle başladı hesaplaşma. 14 Mayıs’ta, sandıktaki zaferimizle büyüyecek. Sonra sokak sokak, mahalle mahalle yayılacak. Gün o gün dostlarım. Ayağa kalkalım! Çocuklar için, hiçbir şey için değilse bile yalnız çocuklar için ayağa kalkalım.” (Kısa Dalga)