Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin 1971 yılında uygulamayı taahhüt ettiği Aile Destekleri Sigortası’nın 52 yıldır yaşama geçirilmediğini belirterek, “52 yıldır bu kanun niye çıkmıyor? Sebebini söyleyeyim; ‘Ben sana şunu vereceğim, sen bana oyunu ver’. Yoksulluğun istismarıdır bu. Yoksulluk, istismar edilecek bir alan değildir. Ne diyoruz? Sağ elin verdiğini, sol el görmeyecek. Aile Destekleri Sigortası’nın felsefesinde de bu yatar. Kimsenin fakirliği, fukaralığı afişe edilmeden sosyal devlet o aileye düzenli belli bir aylık bağlar ve mesele biter. Yoksulluğun sömürülmediği, siyasete malzeme edilmediği bir düzeni inşa etmek zorundayız. Bunu inşa etmezseniz olmaz” dedi.
Bugün Trabzon’da düzenlenen İftar Buluşması’nın ardından vatandaşlara hitap eden Kılıçdaroğlu, şunları söyledi:
“Ramazan ayı, hepimizin oturup biraz düşünmesi gereken bir ay aslında. Ramazan ayı, aynı zamanda her birimizin kendi manevi dünyamızda bir vicdan sorgulaması yapması gereken bir ay. Ramazan ayı, manevi duygularımızın zenginleştiği bir ay, fakire fukaraya bakıp da acaba onların da karnı doyuyor mu diye sorguladığımız bir ay. Ramazan ayı, aynı zamanda ettiğimiz duaların kabul olması için yüce Yaratan’a dua ettiğimiz bir ay.
Ramazan ayında Trabzon’da bulunmaktan son derece mutluyum. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın İmamoğlu ile birlikte geldik. İstanbul’u yönetiyor, omuzlarında ciddi bir yük var ama göreceksiniz, hepimiz tanığı olacağız; Sayın İmamoğlu, bütün bu yükleri kaldıracak kapasitede ve birikimde.
'Aklımızı iyilikten yana kullandığımızda bütün sorunları aşarız'
Yüce Yaratan, kitabında der ki ‘Aklınızı kullanmıyor musunuz?’ Yüce Yaratan’ın bize verdiği en önemli hazine akıldır. Aklın kullanıldığı yerde pek çok gelişmeye imza atabiliriz. Aklın kullanıldığı yerde adalet, bereket, üretim, dostluk, kucaklaşma olur. Aklımızı iyilikten yana kullandığımızda bütün sorunları aşarız. Bir Anadolu ozanı vardır, şöyle der; ‘Cehennem dediğin / dal, odun yoktur / herkes ateşini buradan götürür’. Doğru mu? Doğru. Bize, ‘Cehennemde kazanlar var, orada zebaniler var’; uzun uzun anlatılır ama bir Anadolu ozanı bunu o kadar güzel iki dizeyle anlatmış ki ‘Cehennem dediğin / dal, odun yoktur / herkes ateşini buradan götürür’.
'Bir yerde adaletsizlik varsa hep birlikte o adaletsizliğe karşı çıkacağız'
Bu dünyada haksızlık, adaletsizlik yapmazsanız, kul hakkı yemezseniz, insanlardan yana olursanız, yüce Yaratan’ın yarattığı kainata kötülük yapmazsanız, katliam yapmazsanız, gereksiz yere ağaçları kesmezseniz, tabiatı tahrip etmezseniz sizin zaten cehennemle bir ilgiliniz yok ki. Yüce Yaratan, sizi farklı bir yerde ağırlayacaktır. Bu çerçevede bakmamız lazım. Adalet duygusunu büyütmemiz lazım. Adalet duygusunu büyütmediğimiz andan itibaren sorun yaşayama başlarız. Çünkü kainat, adalet üzerine inşa edilmiştir. Devletin dini adalettir. Adaleti sağladığınız andan itibaren geniş kitlelerle huzur içinde yaşamayı öğrenirsiniz. Bilirisiniz ki bir yerde adaletsizlik varsa hep birlikte o adaletsizliğe karşı çıkacağız. O nedenle sevgili peygamberimiz, ‘Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır’ demiş. Haksızlığı kim yaparsa karşı çıkacağız, kim yaparsa. Benim gibi düşünemeyen birisine de haksızlık yapıldığında, ‘Bu doğru değildir’ dememiz lazım, ‘Burada bir haksızlık vardır’ dememiz lazım.
'Evlatlarımız geleceği yurt dışında arıyorsa her birimizin oturup düşünmesi lazım'
Haksızlığı bize seslendiren ise yüreğimizdeki vicdandır. Bazı felsefeciler, vicdanı, ‘Allah’ın yüreğimizdeki sesi’ diye tanımlarlar. Çünkü ‘Bu kadar da olmaz’ dediğiniz andan itibaren bilin ki vicdanınız size bir şeyler söylüyor; ‘Burada bir haksızlık var ve bundan fazlası da olmaz’. Bizim, yeni bir sürece, yeni bir başlangıca ihtiyacımız var. Kavgadan uzak bir başlangıca ihtiyacımız var. Huzur içinde yaşamak istiyoruz. Büyümek, kalkınmak istiyoruz. Gencecik evlatlarımız, geleceklerini yurt dışında değil, kendi ülkelerinde çalışarak, üreterek, kazanarak ve huzur için yaşayarak kendi ülkelerinde kalmalılar. Bizim evlatlarımız geleceği yurt dışında arıyorsa her birimizin oturup düşünmesi lazım. Sadece benim değil, her anne babanın oturup düşünmesi lazım, ‘Bu çocuklar geleceklerini neden yurt dışında arıyorlar’ diye. Bu sorunun yanıtını kendi vicdanımızda sorgulamalıyız. Ben, A partisi, B partisi diye bir şey söylemiyorum. Ama kendi vicdanımızda sorgulamalıyız.
'Biz üretiyoruz başkaları kazanıyor, neden?'
Bu bölgenin iki stratejik ürünü vardır; çay ve fındık. Çay ve fındık dışında burada kitlesel üretilecek bir alan yok, zaten öyle bir tabiat da yok burada. Stratejik ürünün bölge açısından önemini bilmek ve bunun gelecek planlarının yapılması gerekiyor. Eğer burada tekelleşme olursa, fındık konusunda bir yabancı firma gelirse, bu tekelleşmeden büyük kazançlar sağlarsa kimin alın teri kime veriliyor? Eğer fındığın dünyadaki kullanım alanı 140-150 milyar dolarlık bir ciroya ulaşıyorsa ve dünyada fındık üretiminde Türkiye bir numaraysa ve 1,5-2 milyar dolar elde ediyorsak oturup düşünmemiz lazım. Biz üretiyoruz, başkaları kazanıyor. Neden?
'Rizeli, Trabzonlu niye çay üretiyor ve bunun emeğini biz neden heder ediyoruz?'
Ne demişti yüce Yaratan? ‘Aklınızı kullanmıyor musunuz?’ İnsanoğlu aklıyla hareket eder. Bizim dışımızdaki bütün canlılar içgüdüleriyle hareket eder, ama biz aklımızla hareket ederiz, yüce Yaratan’ın bize verdiği en değerli hazineyle. Çay, yine bu bölgenin stratejik ürünüdür. Ama eğer kaçak çaya izin veriliyorsa ve bu çaylar Türkiye’nin her yerinde satılıyorsa o zaman Rizeli, Trabzonlu niye çay üretiyor ve bunun emeğini biz neden heder ediyoruz? Bunların düşünülmesi lazım. Buna uygun politikaların geliştirilmesi lazım. Fındık ağaçları yaşlanıyorsa gençleştirilmesi lazım. Gençleştirilen fındık ağacı demek, o ağacın bir süre meyve vermemesi, fındık vermemesi demektir. O zaman ne yapacağız? O süre içerisinde sosyal devlet harekete geçecek, fındık üreticisine destek olacak demektir. Sosyal devlet budur. Sosyal devlet, vatandaşının yanında olan devlettir, sağlıklı bir gelir dağılımını sağlayan devlet demektir, fakirin fukaranın yanında olan devlet demektir.
'Yoksulluk, istismar edilecek bir alan değildir'
Size bir örnek anlatacağım, belki duymadınız, şaşıracaksınız. 1971 yılında parlamentoda, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 sayılı sözleşmesi geçer, kabul edilir. Yıl 1971. ‘71 yılından itibaren biz, 9 sigorta dalını uygulamayı Türkiye’de taahhüt etmişiz. Hasatlık, emeklik, yaşlılık, işsizlik, iş kazası, meslek hastalığı… 9’uncu sigorta dalı, Aile Destekleri Sigortası. Yani hiçbir çocuğun yatağa aç girmeyeceği bir sigorta dalı, ailelerin temel gelire kavuşması için getirilen bir sigorta. Bunu taahhüt etmişiz, 1971. Hangi yıldayız? 2023. Kaç yıl geçmiş? 52 yıl. Ne diyordu yüce Yaratan; ‘Aklınızı kullanmıyor musunuz?’ 52 yıldır bu kanun niye çıkmıyor? Sebebini söyleyeyim; ‘Ben sana şunu vereceğim, sen bana oyunu ver’. Yoksulluğun istismarıdır bu. Yoksulluk, istismar edilecek bir alan değildir. Ne diyoruz? Sağ elin verdiğini, sol el görmeyecek. Aile Destekleri Sigortası’nın felsefesinde de bu yatar. Kimsenin fakirliği, fukaralığı afişe edilmeden sosyal devlet o aileye düzenli belli bir aylık bağlar ve mesele biter.
'Geçmişte kavga etmiş olabiliriz'
Yoksulluğun sömürülmediği, siyasete malzeme edilmediği bir düzeni inşa etmek zorundayız. Bunu inşa etmezseniz olmaz. Ölenlerimizi de saygıyla anmalıyız. Geçmişte kavga etmiş olabiliriz, tartışmalarımız olabilir ama herkesin arkasından Fatiha okumak gibi güzel bir geleneğimiz vardır. İmam sorar değil mi bize, helallik ister ve hepimiz helalliği veririz. Bu da bizim toplumumuzun bir ferasetidir. Zor günlerde beraber olmak, zor günlerde kucaklaşmak. Depremi yaşadık, Türkiye’nin kalbi orada attı. Ben gittiğimde Sayın İmamoğlu Hatay’daydı, Mansur Yavaş Kahramanmaraş’taydı, her bir büyükşehir belediye başkanımız ayır bir yerdeydi ve oranın koordinasyonunu yapıyordu. Hiç ayırmadık, ‘hangi partiden, nereden, nedir’ diye. Sıkıntıya düşen bizim vatandaşımız ve bizim başımızın üstünde yeri var, bütün imkanlarımızı seferber etmek zorundaydık ve biz bunu da yaptık. Bugün rahmetli Alparslan Türkeş’in ölüm yıldönümü, bu vesileyle onu da rahmetle anmış olalım, ona da saygılarımızı iletmiş olalım.
'Liyakat işi ehline vermek demektir'
Devleti yönetmek…Devlet akılla, bilgiyle, adaletle ve liyakatle yönetilir. Liyakat ne demektir? İşi ehline vermek demektir. İşi ehline verdiğiniz andan itibaren rahat eden yöneticidir, çünkü bilir ki bu işi en iyi o yapar. Beni çağırsanız, ‘Sen üniversiteyi bitirdin, 4 yıl okumuşsun, bir de doktora yapmışsın, gel şu duvarı ör’ deseniz ben yapamam. Onu duvar ustası yapacaktır, çünkü bilir ki duvar ustası o duvarı en iyi şekilde ören kişidir. Benim alanım ne? Eğer doktorsam doktorluktur, mühendissem mühendisliktir. Her birimiz ayrı ayrı alanlarda liyakat sahibi oluruz, yani uzmanlık kazanırız. 21’inci yüzyılda kalkınmanın yeni bir tabiri vardır. Hangi devlet kalkınmıştır? Eskiden ‘kişi başına milli gelir’ denirdi, ‘okunan kitaplar, gazeteler’ denirdi. Şimdi 21’inci yüzyılda kalkınan devletin tanımı şu; küçük ayrıntılarda iş bölümüne giden devlet, gelişmiş devlettir.
'Devletin dini adalettir'
Eskiden doktor derdik… Ben hatırlıyorum, çocukluğumuzda kasabaya doktor gelirdir, doktor ama sormazdık ne doktoru? Bugün soruyoruz. Her alanda doktor var. Bu, gelişmişliği gösterir, uzmanlığı ve liyakati gösterir. Taş yerinde ağırdır. Liyakat sahibi kişiyi oraya getirdiğiniz andan itibaren yönetici rahat eder. Yönetici bilir ki o iş iyi gidiyor. Yönetici ne yapar? Yönetici, siyasal kararları verir. Kim için? Sizlerden toplanan vergiler nerelere harcanacak? Bununla ilgili kararı siyasi otorite verir ama siyasi otoritenin temelinde adalet olması lazım. Neden? Devletin dini adalettir. Biz, bundan vazgeçmemeliyiz, bizim büyümemiz ve kalkınmamız için.
'Bilgiyi üreten ve bilgiyi metaya dönüştüren devlet dünyada söz sahibidir'
21’inci yüzyıl, bilim ekonomisinin yüzyıldır, bilgi ekonomisinin… Bilgiyi yakalayan, üreten devlet, dünyada söz sahibidir. Bilgiyi üreten ve bilgiyi metaya dönüştüren devlet, dünyada söz sahibidir. Eskiden, 20’nci yüzyılda petrol savaşları vardı. Bakın, şimdi hiç kimse petrol için kavga etmiyor. 21’inci yüzyıl, çip savaşları yüzyıldır. Kim çip üretecek? Biz bunun neresindeyiz ve bizim siyasetimiz bunu ne kadar biliyor? Bizim siyasetimiz bu konuda acaba çalışıyor mu? Soru şu; bilgiyi kim üretecek? Üniversiteler. Üniversiteler, her türlü düşüncenin özgürce tartışıldığı kurumlardır, en aykırı düşüncelerin tartışıldığı, değer bulduğu kurumlardır. Biz de aykırı düşündüğünde hemen döveriz, atarız. Oysa aykırı düşünmek kadar değerli bir şey yoktur.
'Sultanın sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez'
Newton diye bir adam, elma ağacının altında oturuyor, yatıyor, kafasına bir elma düşüyor, dünyanın en basit aykırı düşüncesini ifade ediyor; ‘Bu elma niye yere düştü de yukarı doğru gitmiyor?’ Aykırı bir şey değil mi? Neyi buldu? Yer çekimi kanununu buldu. Aklı kullanmak, bilgi sahibi olmak, bilgiyi büyütmek yüce Yaratan’ın mucizelerini keşfetmek demektir. Cep telefonlarıyla konuşuyoruz değil mi? Kim buldu onu, fizikçiler. O yararı bize sağlayan kim? Yüce Yaratan. Dolayısıyla bilgiye, bilim insanlarına değer vermek lazım. ‘Alimin mürekkebi, şehidin kanından değerlidir’ der yüce peygamberimiz. Alim değerlidir, bilgi değerlidir. İslamiyet’in gelişinden itibaren bilgide çığır açanlar da İslam alimleridir ama daha sonra biz bunları göz ardı ettik. Keşke hepimiz bilgi sahibi olsak, erdem sahibi olsak, düşünebilsek. Alim, alimliğini bilmeli, ama baskı altında kalmamalı. Ne deniyor? Sultanın sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez.
'Geçmişte kavgalar ettik, bizim hiçbir kusurumuz yok anlamına gelmesin'
Ben, şunu söyledim bugün mitingde; ‘Allah aşkına, kul hakkını yiyenlere oy vermeyin.’ Niye veriyoruz? Evlatlarınızı, Türkiye’yi düşünün. Bu güzel ülkede hepimiz huzur içinde yaşayabiliriz. Geçmişte kavgalar ettik. Bu, şu anlama gelmesin; bizim hiçbir kusurumuz yok anlamına gelmesin. Bizim de kusurumuz, kabahatimiz var. Ben bunu söylüyorum, çünkü kabahatini, kusurunu bilmek de bir erdemdir. Dayatma diye bir şey olmaz. Bu çerçevede hareket etmemiz, konuşmamız lazım. Bakın, Türkiye, Güney Kore’den önce otomobil üreten bir devlettir. Şimdi bize bir tane yeni geldi, ama Güney Kore’nin dünya çapında 5 markası var. Nasıl oldu? Çin, bizim yerimizdeydi, uzaya gidiyor.
'Türkiye, teknolojide yeni bir çağ yakalayabilir mi, bunun için gittim'
Yüksek yetenek inşası… Bu kavramı belki hiç duymadınız. Bir toplumu ileriye götüren, o toplumun yüzde 2’lik üstün zekalı insanlarıdır. O insanlara devlet böyle dört elle sarılır, ‘aman bunlar biz de kalsın’ diye. Amerika’ya gittim, yazıldı, çizildi. ‘Efendim, gitti icazet almaya’. Hayır efendim. Dünyanın bir numaralı teknoloji üniversitene gittim. Orada çalışan hocalar neler yapıyorlar, acaba bu hocalar bizim ülkemize gelebilirler mi? Biz bunları getirebilir miyiz? Teknolojide atılım yapabilir miyiz? Türkiye, teknolojide yeni bir çağ yakalayabilir mi? Bunun için gittim. İngiltere’ye gittim, yine aynı şekilde. Bir üniversitenin rektörü bana şunu söyledi; ‘Biz iki şey arıyoruz bütün dünyada’. Nedir hocam? ‘Dünyanın en zeki adamları nerede, onu İngiltere’ye getirelim. İki; onun yaptığı buluşu metaya dönüştürecek parayı nereden bulacağız?’ Bizim de üstün zekalı çocuklarımız yurt dışına gidiyor. Pek çok kuruluşun içi boşaldı.
'Partiler geçicidir, partiler, devlet değildir'
Siyaset kurumunun sorumluluğu burada çok ağrıdır, çünkü yöneten siyasettir, karar veren siyasettir. O açıdan her bir oyunuzun özel bir ağırlığı vardır. ‘Oy verdim, önemli değil’. Hayır efendim, her oyun önemi vardır. Demokrasi budur zaten. Demokrasi kültürümüzü de geliştirmeliyiz. Ben sürekli aynı şeyi yaparsam, yanlışı yaparsam, sürekli oy alsam ve iktidar olursam ne siz iflah olursunuz ne siyaset kurumu iflah olur. Partiler geçicidir. Partiler, devlet değildir. Devletin bakiliği söz konusudur. Devlette liyakat, adalet vardır. Örnek; devlette şef olmak için, -en düşük mertebe- bir KPSS’yi kazanacaksınız, üniversiteleri bitireceksin, sınavı kazanacaksın, aday memuru oluyorsunuz, bir süre sonra asaletiniz onaylanıyor, belli bir süre çalışıyorsunuz, şeflik sınavına giriyorsunuz, kazanırsanız şef oluyorsunuz. Ama bakan olmak için iki şeye ihtiyaç var; savcılıktan iyi hal kağıdı ve ilkokul diploması. O kadar. Bakan olabilirsin, bir engel yok. Devletle siyasetin farkını ortaya koymak için bunu anlattım. Devlet ayrıdır. Devlet bakidir. Siyaset öyle değildir. Vatandaş oy vermez, ertesi gün gidersiniz. Liyakat sisteminin devlet yönetiminde özel bir ağırlığı vardır.
'Devlet yönetimi sıradan bir olay değildir'
Rahmetli Özal’la çalışırken biz maliyeciler, çoğu zaman itiraz ederdik. Rahmetli Adnan Kahveci de ‘Fazla itiraz etmeyin’ dediğinde, Özal onu sustururdu, ‘Bir konuşsunlar, bakalım ne diyorlar, bir bilelim’ diye. Biz anlatırdık düşüncelerimizi, sonunda karar elbette ki siyasi otoriteye ait. Fakat şimdi öyle bir tablo yok. Kimse derdini anlatamıyor, derdimi anlatırsam başıma bir şey gelir mi diye. Üstelik ben bunu yaparken o yıllarda henüz daha daire başkanıydım. Yani ne genel müdür yardımcısı ne genel müdür ne müsteşar yardımcısı ne müsteşar, o makamlarda değildim. O, daha sonraki yıllarda oldu. Ama daire başkanıyken biz, Başbakan’la oturup tartışabiliyorduk, derdimizi anlatabiliyorduk, ‘Bu yanlıştır’ diyorduk, hangi gerekçelerle yanlış olduğunu söyleyebiliyorduk. Devlet yönetimi sıradan bir olay değildir. Devlette beka esastır ve devlet kendi kurumlarının kültürünü oluşturmak zorundadır. Bu kültür oluştuğu andan itibaren devlette liyakat kendiliğinden oturur. Ben, Maliye Bakanlığı’na daire başkanı olarak atandığımda, kimden sonra genel müdür yardımcısı olacağımı biliyordum, hangi iktidar gelirse gelsin, hiç fark etmez. Bilirdim ki benden 3-4 gün önce atanan önce genel müdür yardımcısı olur, sonra sıra bana gelir ve ben genel müdür yardımcısı olurum. Böyle bir devlet hızla büyür, kalkınır, pek çok gelişmeye imza atar.
'Devlet hepimizin devletidir'
Sonuçta, bilim insanlarını üniversitelerden atmayalım; aykırı, farklı düşündü diye. Bilim kadar değerli bir şey yoktur. Ne diyor Yunus? ‘İlim, ilim bilmektir. İlim, kendim bilmektir. Sen kendin bilmezsin, bu nice okumaktır’ diyor. Bilgiyi bu kadar önemseyen, ‘İlim Çin’de bile olsa gidin öğrenin’ diyen sevgili peygamberimiz, ‘Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum’ diyen Hz. Ali, adaleti en başta bütün yönetiminin ilkesi olarak ortaya koyan Hz. Ömer, ‘Dicle Nehri’nin kenarında eğer bir koyun kaybolacaksa sorumlusu benim’ diyecek kadar geniş yürekli bir kişi. Devlet yönetimi odur. Devleti böyle yönetmek lazım; alçak gönüllükle, mütevazilikle yönetmek lazım. Devlet, benim devletim değildir, hepimizin devletidir. Hepimizin devleti, hepimizin gölgesi demektir. Kimsenin aç ve açıkta kalmadığı, herkesin karnının doyduğu, barış ve huzur rüzgarlarının estiği bir devlet.” (ANKA)