ERSAN ATAR
Hani kitaplarda, makalelerde, sayfanın sonunda italik harflerle 1,2, 3 diye dipnotlar düşülür ve o dipnotlarda metin içinde geçen bir kavram veya düşünceyle ilgili açıklama yapılır ya. Biz bugün sayfayı tersine çevirip dipnotları önceden vereceğiz.
Dipnot 1) Hizbullah üyelerinin tahliyesi: 3 Ocak 2011’de Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde onlarca Hizbullah üyesinin tahliyesine yol açan karar verildi. 4 Ocak’ta da bu karar gereği Diyarbakır’da, Batman’da tahliyeler gerçekleşti. Gerekçe, uzun tutukluluktu. Oysa ki onların davalarını 10 yıldır sonuçlandırmayan yargının kendisiydi. Tahliye kararını veren Daire’nin başkanı sonra FETÖ adına hareket ettiği gerekçesiyle mahkum oldu. O zamanlar daha HÜDA PAR - Hizbullah bağlantısı tartışmaları yoktu. Nitekim Hizbullah üyelerinin tahliyeleri yıllarca devam etti ve sayıları şimdi yüzlerle ifade ediliyor.
Dipnot 2) IŞİD: Tarihi daha gerilere dayanıyor ama bugünkü haliyle kuruluşunu 2014 olarak alabiliriz. Kurulduğu günden beri de devlet tarafından terör örgütü olarak kabul edildi. Haliyle de hiçbir zaman Türkiye’deki seçimlerin yasal tarafı olmadılar, olamazlardı. Devamı olduğu ileri sürülen bir siyasi parti hiçbir zaman seçimlere katılmadı, bir parti ile ittifak kurmadı. Böyle bir siyasi partileri de zaten yoktu.
Bu dipnotlardan sonra şimdi, 2015 seçimlerinden bugüne bakalım. Ebeveynler için gereksiz bir tekrar olacak ama ilk kez oy kullanacak olanlar için hatırlatalım:
2015 yılında Türkiye’de iki kez seçim yapıldı. İlki 7 Haziran’daydı. Bu seçimin sonucunda ortaya çıkan tablo, AKP’nin tek başına hükümet kurmasına yetmiyordu. AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu bir türlü koalisyonu kuramıyor, kurmuyor, kurdurulmuyordu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da hükümet kurma görevini bir türlü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na vermiyordu. Adına istikşafi görüşmeler denilen bir dizi görüşmeler yapıldı, “reform hükümeti” planları çizildi ama olmuyor, oldurulmuyordu. Çare yok seçime gidilecekti.
1 Kasım, 7 Haziran’ın “ikinci turu” gibiydi
Ve bu ikinci seçim, sanki bugünkü Cumhurbaşkanlığı seçiminin olası bir “ikinci turu” gibi olacaktı. Bu benzetmeyi bir yere not edin.
7 Haziran 2015’teki “birinci tur” ile 1 Kasım 2015’teki “ikinci tur” arasında yaşananlar, terörün ikircikli ortamlarda nasıl da peydahlanıverdiğini gösterecek. Bu 5 ayda yaşananlar, seçim güvenliğinin, sandık güvenliğinin ve de oy güvenliğinin sadece ıslak imzalarla sağlanamayacağını gösterecek. Belki de bugün Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ikinci tura taşıma potansiyeli hiç de küçümsenmeyen Muharrem İnce’nin, durup dururken ittifaka davet edilen HÜDA PAR’ın sırrı bu benzetmede yatıyor olacak. Birazdan 2015’te olup bitenlere geçeceğiz ama gelin önce, o günkü siyasi tabloyu Artıbir Araştırma Genel Müdürü Hüseyin Çalışkaner’den dinleyelim:
“7 Haziran – 1 Kasım seçimlerinde ülkenin geldiği tabloyu aslında şöyle özetleyebiliriz. Ak Parti, ilk kez 7 Haziran 2015 tarihinde, 258 sandalye ile Meclis’teki çoğunluğunu kaybetmişti. O dönemi kısaca şöyle bir hatırlayacak olursak, Ak Parti yüzde 40.87 ile 258 milletvekili çıkarmış, Cumhuriyet Halk Partisi yüzde 24.95 ile 132 milletvekili, Milliyetçi Hareket Partisi, birçok araştırmanın aksine yüksek bir oy potansiyeli ile yüzde 16.29 oy alarak 80 milletvekili, keza HDP de tarihinin en yüksek oyunu alarak 80 milletvekili ile Meclis’e girmiştir. HDP’nin almış olduğu oy ise yüzde 13.12 idi.
Peki, Ak Parti’nin Meclis’teki sandalye çoğunluğunu kaybetmesinden sonra neler yaşandı, kısaca 1 Kasım seçimlerine geçmeden ona bir değinelim. Bu dönemde Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin, Ak Parti’nin içinde olmadığı bir koalisyonda olmayacağını söyleyerek, aslında kısaca Türkiye’nin yeniden bir seçime gitmesine sebep olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde buna rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti kurma görevini, Ahmet Davutoğlu’na vermişti. Ahmet Davutoğlu yapmış olduğu çeşitli görüşmelerden sonra bir koalisyon hükümeti sonucuna ulaşamadı. Bu noktadan hareketle, kısa bir süre sonra aslında teamüllere göre ikinci görevi Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na vermesi gereken Erdoğan, bu görevi vermeyip yeniden bir seçim kararı aldı.
Ak Parti, 2011’den sonra yapılmış olan seçimlerden bu yana ilk kez oy kaybetmiş, bu kaybı da yaklaşık 8-9 puanlık bir oy kaybına sebep olmuştu. Aynı dönemde, yine 7 Haziran seçimlerinde diğer küçük sağ partilerin de ciddi anlamda oy aldıklarını söyleyebiliriz. Örneğin Saadet Partisi’nin yüzde 2 gibi bir oy aldığını görüyoruz. Diğer yandan diğer partilerin de Büyük Birlik Partisi’nin de diğer partilerin de yüzde 1’in, yüzde 2’nin altında olmakla beraber ciddi bir oy potansiyelleri var.”
Yaşanacaklar daha seçimden önce sinyal verdi
Evet, 7 Haziran’da ortaya çıkan siyasi tablo buydu. Şimdi 2015’te olup bitenlere daha detaylı bakalım. Daha detaylı bakalım ki “Nasıl Oldu?” sorusunun yanıtını bulalım.
7 Haziran’da hükümet kurulamadan olacakların sinyali aslında seçimlerden iki gün önce verilmişti. IŞİD, 5 Haziran 2015’te HDP’nin Diyarbakır mitingine bomba koydu. 5 kişi öldü, 400 de yaralı vardı. İki bomba 5 dakika arayla patladı. Saldırganları devlet yakından bilirdi: Orhan Gönder, Mustafa Kılıç, İsmail Korkmaz, Burhan Gök ve İlhami Balı. İslam Çayocağı’nın müdavimleri. Adları, devletin istihbarat raporlarında yazılıydı. Haklarında iddianameler düzenlenmişti. Devlet onları arıyordu.
HDP’nin miting alanına bombayı doğrudan koyan Orhan Gönder’in annesi oğlunu devlete ihbar ediyordu. Annenin, oğlunun IŞİD militanı olduğu yönündeki ifadeleri devletin Emniyet birimlerinde, savcılıklarında duruyordu.
Devlet, aradığı faillerin gerçekleştirdiği HDP mitingi saldırısının hesabının yargı önünde sorulacağı ezberlerini tekrarlarken, 7 Haziran seçimden bir ay sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum” deyiverecekti.
Ebeveynler hatırlar ama gençler için bir ara not: 2015 Haziran seçimlerinden önce AKP ile HDP arasında yürütülen çözüm süreci vardı ve görüşmeler Dolmabahçe Sarayı’nda yapılıyordu. Burada üzerinde mutabık kalınan konulara da Dolmabahçe Mutabakatı denilirdi.
Suruç’ta patlama, seçmende tedirginlik
Konumuza dönelim, Erdoğan “Dolmabahçe Mutabakatını tanımıyorum” dedikten üç gün sonra bomba bu kez Suruç’ta patladı. Tarihler 20 Temmuz 2015’i gösteriyordu. Hani o sonrasında bir türlü hükümet kurulamayan, kurdurulmayan 7 Haziran seçimlerinin resmi kesin sonuçlarının açıklanmasından bir ay sonra. Daha o zaman tarihi belli olmayan seçimlerin bir bakıma “ikinci tur”undan 3.5 ay öncesiydi.
IŞİD’in kuşattığı Kobani’ye yardım götürmek için toplanan gençler basın açıklaması yaparken aralarına bir başka genç girdi. Adı Abdurrahman Alagöz’dü. Bir buçuk ay önce Diyarbakır’da HDP mitingini patlatanların İslam Çayocağı’ndaki çıraklarındandı. O’nun da hakkında, tıpkı Orhan Gönder gibi IŞİD dosyasından arama kararı vardı. Sık sık devletin kontrolündeki sınırdan geçer Suriye’ye gelir giderdi. O’nun da ailesi, “Oğlumuz kayıp canlı bomba olmuş olabilir” diye ihbarlarda bulunmuşlardı. Bu ihbarlar Emniyet’in arşivlerinde öylece dururdu.
Abdurrahman Alagöz’ü sınırdan geçiren de biraz sonra Ankara Gar’ı katliamında daha yakından tanıyacağımız IŞİD’in sınır sorumlusu İlhami Balı’ydı. Devlet O’nu da arardı. Polisler resmi adresine gider döner, “adresinde bulunamamıştır” diye tutanak tutup savcılığa gönderirler sonra karakolun bahçesinde çay içmeye devam ederlerdi.
Uzatmayalım; Suruç’ta 33 kişi öldü, 100 kişi yaralandı. Devlet verdiği sözü tutuyordu(!). Suruç katliamı davası açıldı. Açıldı ama ortada bir gariplik vardı. Canlı bomba Abdurrahman Alagöz’ü Suriye’ye getirip götüren İlhami Balı bir türlü bulunamıyordu. 33 kişi ölmüş, dosya tek mahkumiyetle sonuçlanmıştı. Lojistikçi Yakup Şahin. Mahkum oldu dediğimize bakmayın, tutulup cezaevine konulmadı. Ortalarda dolaşıyordu, 10 Ekim’de Ankara Garı patlamasının bomba malzemesi olan gübreyi temin etmekle meşguldü. Lojistikçi dememizin sebebi de buydu. Onun örgüt içindeki işi oydu, bomba malzemesi temin eder, canlı bombaları taşırdı. Bu ismi de aklınızda tutun, birazdan çok bahsedeceğiz.
O dönemde başkaca neler oldu ve bunların halkta seçmende etkileri neydi, bunları da Hüseyin Çalışkaner’den dinleyelim:
“Tam da bu dönemde özyönetim ilan oldu 10 Ağustos’ta. Demokratik Bölgeler Partisi, özyönetim ilan etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açıklamayı kimler yapıyorsa ağır bir bedel öderler dedi ve 4 il ve 15 ilçede özyönetim ilan edildiğini belirtmek lazım.
7 Haziran seçimlerinin iptal edilmesiyle, 1 Kasım seçimleri arasında çatışmalar çok ciddi alevlendi. 6 Eylül’de Dağlıca’da 16 asker yaşamını yitirdi. 8 Eylül’de ise ülke genelinde HDP’nin binalarına çeşitli saldırılar gerçekleşti. Ve tam da bu süreçte ülke çok ciddi bir şekilde yangın yerine döndü. Her gün ölüm haberleri gelmeye başladı, her gün çatışma haberleri gelmeye başladı ve halkta ciddi bir tedirginlik ortaya çıktı.
İşte Türkiye tam da böyle bir ortamda 1 Kasım seçimlerine gitti. Bu seçimlere giderken ülkede güvenlikçi politikaların ne kadar öne çıktığını söylemekte fayda var.
Bu dönemde, ciddi ekonomik yolsuzluklar, ciddi işsizlik oranları varken Ak Parti hiçbir şekilde bu söylemler üzerinde durmayıp, sadece ve sadece şunu söylemekle yetindi: Güvenlik, güvenlik, güvenlik. Dolayısıyla da birçok yerde aynı anda operasyonlar yapılıyor, her yerden gerek asker, gerek sivil ölüm haberleri beraberinde geliyordu.
Ülkede ciddi bir moralsizlik, ciddi bir bıkmışlık söz konusuydu. Tam da bu noktada Ak Parti’nin ya da sayın Erdoğan’ın “Verin kardeşinize 400 milletvekilini, vermediniz, bu yüzden bunlar oldu” deyip aslında halktan oy istemek yerine halkı suçlayan bir tavrının da siyasi söyleminde ön planda olduğunu da söylemekte fayda var.
Her ne kadar sonraki dönemlerde, dönemin başbakanı sayın Davutoğlu, ‘Ak Parti gelmezse yeniden beyaz torosları görürsünüz’ söylemini, o anlamda söylemediğini ifade etse de hepimiz biliyoruz ki aslında o dönemin koşullarında tam da ifade ettiği beyaz torosların hayatımızda yeniden hortlayacağı anlamına geliyordu.”
Ankara katliamına şükreden AKP
Bütün bunlar olurken koalisyon kurma çalışmaları sonuç vermemiş, seçim kararı alınmıştı. Ülke 1 Kasım’da yeniden seçime gidecekti. Bir bakıma 7 Haziran’ın “ikinci turu” yapılacaktı.
Seçimlerden 20 gün önce, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı terör saldırısı olarak tarihe geçecek olan Ankara Gar Katliamı gerçekleşti. Canlı bombası çok tanıdık bir isimdi: Yunus Emre Alagöz. Yok yok karıştırmıyorsunuz, Suruç’taki Abdurrahman Alagöz’dü. Ankara’daki Yunus Emre Alagöz’dü. Abdurrahman Alagöz’ün kardeşi Yunus Emre Alagöz.
İslam Çayocağı’nın çıraklarındandı. O’nun da hakkında “canlı bomba olduğu” iddiasıyla gıyabi yakalama kararı vardı. Peki, nasıl olmuştu da yakalanamamıştı? Hatta dahası, tıpkı başta anlattığımız HDP Diyarbakır mitingini patlatan Orhan Gönder gibi, Yunus Emre Alagöz de yakalanıp serbest bırakılmıştı. O’nun da ailesi Emniyet’e gidip oğullarını ihbar ediyordu: Oğlumuz kayıp, IŞİD’e katılmış olabilir.
Devlet, Yunus Emre Alagöz’ü gözaltına alıp bıraktıktan sonra yeniden aramaya koyulmuştu ama bir türlü bulamıyordu. Yunus Emre Alagöz’ü yüzlerce kilometre yol kat edip Ankara’ya getirense yukarda “lojistikçi” diye bahsettiğimiz Yakup Şahin’di. Hani Suruç davasında mahkum olacak olan Yakup Şahin.
Yakup Şahin’in bir de gübre hikayesi vardı ki deyim yerindeyse tam dillere destan. Lojistikçi Yakup Şahin, Ankara Garı önünde patlayacak olan bombanın imalatında kullanılacak gübreyi 30 Eylül’de almaya çalışırken gübre bayisi Nizip İlçe Emniyet Müdürlüğü’nü aramıştı. Bayi, “az önce şüpheli bir şahıs bizden gübre almaya çalıştı” diye ihbar edecekti. Polis Yakup Şahin’in peşine düşecek, şehir merkezinde trafiğin ortasında polisle çatışmaya girecek, her nasılsa kaçmayı başaracaktı.
İşte o Yakup Şahin’in Ankara’ya getirdiği Yunus Emre Alagöz, kendini patlatacak ve 103 kişi yaşamını yitirecekti.
Peki, Yakup Şahin, Ankara Garı önündeki saldırı talimatını kimden almıştı? Öyle ya talimatı verenin, böylesine bir eylemin ağırlığınca bir titri olması gerekirdi. Savcılar çözümü buldu: Hani, Suruç katliamından sonra, resmi adresine uğrayan ve “adresinde bulunamadı” diye tutanak tuttuktan sonra çay içmeye devam eden polislerin bir türlü bulamadıkları İlhami Balı “IŞİD’in Türkiye sorumlusu” ilan edilecekti ve Ankara katliamının emrini Balı vermiş olacaktı.
Oysa ki Gar Katliamının dosyasında başka bir isim geçiyordu. Yakup Şahin’i canlı bomba Yunus Emre Alagöz ile birlikte Ankara’ya gönderen örgütün Gaziantep Şeyhi Yunus Durmaz bu katliamın iznini, gerçek ismi Ebu Zeyneb El Rakkavi olarak bilinen Ebu Zeyneb’den istiyordu. Ebu Zeyneb de bu izni, bir başka ifadeyle talimatı veriyordu. Ama kimse “Ebu Zeyneb”in gerçekte kim olduğunun peşine düşmedi.
Konumuz tek başına Ankara Garı katliamı olsaydı bunun üzerine çokça konuşabilirdik ama konumuz; birbirinin birinci ve ikinci tur gibi olan 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimleri ve bu seçimlerin “ikinci turu”nun hangi ortamda yapıldığı.
Aslında her şeyi, bütün bu sürecin AKP’ye nasıl yaradığını dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun, A Haber’de Murat Akgün’e verdiği röportajdaki şu sözleri özetliyordu:
“Şimdi anketler geliyor, öncesinde beyanname (seçim beyannamesinden söz ediyor) öncesinde sonrasında anketler yaptık. Şimdi Ankara’da terör saldırısı sonrasında kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var. Saldırıdan sonra da 43-44 bandına doğru bir yükselme devam ediyor.”
Dönemin başbakanının bu sözlerinden 10 gün sonra, 1 Kasım 2015’te seçimler yenilenecekti, yani başta yaptığımız ve “bir yere not edin” dediğimiz benzetmeye göre 7 Haziran’ın “ikinci turu” yapılacaktı.
Ahmet Davutoğlu yüzde 43-44 bandına “şükür” diyordu ama Ankara Katliamı, AKP’ye aradığından fazlasını vermişti. Nasıl bir tablo ortaya çıktı? Seçmen nasıl bir davranış gösterdi ve seçmenin davranışında başkaca neler etkili oldu. Bunları Artıbir Araştırma Genel Müdürü Hüseyin Çalışkaner anlatıyor:
“Bu kaos ortamında 1 Kasım seçimlerine gidildi ve 1 Kasım Ak Parti, kaybetmiş olduğu oyları yeniden tahkim etti. Yüzde 49.49, çok büyük bir oy oranıyla 317 milletvekili çıkardı. Yani 5 ayda oyunu 8.6 puan yükseltmişti. Bu yükseltmenin, takdir edersiniz ki, en önemli sebeplerinden bir tanesi güvenlik politikaları, halkın her gün gelen ölüm ve çatışma haberlerinden bıkmış olması ve kendini yalnız hissediyor olması önemli bir argümandır. Dediğim gibi bu dönemde hiçbir şekilde ekonomik sorunlar gündeme getirilmedi, sadece güvenlik politikaları öne çıkarılarak yapılan bir siyasal rüzgar ya da siyasal söylem üzerine kurulmuş bir Ak Parti propagandası vardı.
Dolayısıyla daha yüzde 49.49’la 317 milletvekili çıkararak tekrar Meclis’te çoğunluğu sağladı. Aynı dönemde CHP oyunu sadece ve sadece 0.36 puan artırabilmişken, MHP’de 4.39 oranında bir oy kaybı söz konusu. Aynı şekilde HDP’de de yüzde 2.36’lık bir oy kaybının olduğunu söylemekte fayda var. HDP almış olduğu 10.76’lık oy oranıyla 59 milletvekili çıkarırken, MHP almış olduğu 11.9’la 40 milletvekili çıkardı. 7 Haziran’da yüzde 2 oy alan Saadet Partisi, ciddi anlamda oy kaybederek, 0.68 gibi bir orana düştü, zaten milletvekili çıkaramadığı gibi, Meclis’e de giremedi.
Dolayısıyla buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: HDP’nin burada oy kaybının olmasının temel sebeplerinden bir tanesi de o dönemde yeteri kadar propaganda yapamaması, meydanlara çıkamaması ve tabi ki muhalefet partilerinin bu 5 aylık süreçte yoğun, büyük mitingler yapmaktan kaçınmasına rağmen Ak Parti’nin, sayın Erdoğan’ın ve sayın Davutoğlu’nun büyük mitingler yapmış olmasını da göz önüne almak gerekir.
Tabi ki o dönem ele geçirilmiş bir medya, konvansiyonel medya, Ak Parti’nin yeniden o 8 puanlık oyunda da çok etkili oldu. Muhalefetin sesini duyurabileceği ne mitingler, ne de elinde ciddi bir medya gücü vardı.
Dolayısıyla bu açıdan bakarsak, güvenlikçi politikaların Ak Parti’nin çok çok işine yaradığını, o dönem için geçerli argümanlarından birinin bu olduğunu söylemekte fayda var diyorum.”
O an deşifre edilemeyen terör
Hüseyin Çalışkaner, AKP’nin medya gücüne işaret ediyor, doğrudur ama sanırız ki şunu da eklemek gerekiyor.
O dönemde bu saldırıların nasıl gerçekleştiğine ilişkin bilgiler hala mesleklerini yapmaya çalışan gazeteciler tarafından hala çalışabildikleri gazetelere televizyon bültenlerine yansıtılmaya çalışılıyordu.
Örneğin o gazeteciler Yunus Emre Alagöz’ün, hakkında yakalama kararı olmasına rağmen Ankara’ya gelebildiğini yazabiliyorlardı. O gazeteciler, İslam Çay Ocağı diye çırpınıyordu. O gazeteciler İlhami Balı ismini yazıyordu ama ne yazık ki muhalefetten bir kişi çıkıp da “sen bir şeyler söylüyorsun, nedir bu işin arka planı” diye sormuyordu. Bakmayın, o gün o haberleri yazabilmek kolay değildi. AKP’nin sahiplik ve editoryal hegemonyasını kurduğu medya kuruluşlarında o gazeteciler, o bilgileri haberlerin içine satır aralarına saklıyor, editörlerin, yayın yönetmenlerinin gözlerinden kaçırıp muhalefetin gözünün içine sokmaya çalışıyorlardı.
Muhalefetse hiçbir risk almadan, “sorumluların bir an önce bulunması” çağrılarını yapmakla, katliam alanlarına karanfil bırakmakla meşguldü. Haksızlık etmeyelim, muhalefetten gazetelerde yazılanları tekrarlayan isimler yok değildi ama bu “tekrarlar” kurumsal değildi. Halka “bakın başınıza gelenlerin sorumlusu bunlar bunlardır” denilemiyordu. Daha o günlerde oyu değil, algısı çalınan seçmen yalnız bırakılıyordu.
Ve son söz: Derdimiz geçmiş gitmiş 2105 sürecini özetlemek değildi. Derdimiz, o gün herhangi bir siyasi parti ile ittifak kuramayan terörün yaptıklarını, o ortamda oylarını yükseltenleri anlatmaktı. Tehlike eğer hemen o gün deşifre edilemezse ve topluma çözüm sunulamazsa seçmenin iradesinin yeniden çalınmaya karşı korumasız kalacağını anlatmaktı. Umarım anlatabilmişizdir. Sağlıkla kalın.