Prof. Dr. Erinç Yeldan: Kapitalizm savaş olmadan kendi kendini var edemez noktaya geldi

Dünya ekonomisine ne oluyor? Ukrayna Savaşı bize küresel sisteme dönük ne söylüyor? Türkiye’nin tarım politikası neden sarpa sardı? Göçmenlere dönük yükselen nefretin ardında ne var? Bu soruları Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Erinç Yeldan’a sorduk.

MÜHDAN SAĞLAM

Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan savaş, dünyada yükselen ırkçılık ve göç krizi, küresel olarak yükselen enflasyon, Türkiye ekonomisinin içine girdiği çıkmaz bildiğimiz doğruları yeniden sorgulamaya neden oluyor. Üçüncü Dünya Savaşı tartışmalarının buna eşlik ediyor olması yaşanan sıkışmanın büyüklüğü konusunda ipuçları veriyor.

Dünya ekonomisine ne oluyor? Ukrayna Savaşı bize küresel sisteme dönük ne söylüyor? Türkiye’nin tarım politikası neden sarpa sardı? Göçmenlere dönük yükselen nefretin ardında ne var? Bu soruları Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Erinç Yeldan’a sorduk.

Ukrayna-Rusya arasında yaşanan savaş üzerine pek çok cümle kuruluyor. Siyasal ve jeopolitik etkileri konuşuluyor ancak ekonomik açıdan da sanki birikmiş sorunları görünür kıldı. Savaş bize küresel kapitalist sisteme dönük ne söylüyor?

Küresel kapitalizmin ana dinamiği kâr. Bu anlamda özellikle reel üretim alanında konjonktürel bir iki dalgalanma dışında özellikle 2008-2009 finansal krizi sonrasında bir aşağı çöküş var. Bunu aşmak için hep bir takım temenniler fanteziler üretiliyor: Örneğin sanayi 4.0, var olmayan teknolojiler, var olmayan teknolojileri üreten var olmayan kurumlar, yönetişimci devlet gibi neoliberal tanımlar.

Şimdi aslında buradaki aşınma, bu bir çok olayla beraber ABD’nin Irak müdahalesiyle başladı denebilir. Ardından Suriye savaşı geldi. Suriye’de Akp’nin, Davutoğlu’nun “ulus devlet diye bir şey yoktur ümmet vardır, cemaat vardır” fantezisiyle çağın neredeyse 200 yüzyıl gerisinde kalmış düşüncelere tekrardan ısıtıp buraya getirildi. Suriye’de bir ikinci defa “Alis Harikalar Dünyası” hayali kuruldu. Yani sen söyle, sen inan kurumlar, olmayan teknolojiler…

Şimdiyse Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açması, hayali kapitalizm dünyasının çok yakın tarihimizde üçüncü defa işlemediğini gösterdi. Hatta tam aksine bu yıkımların o dünyanın eseri olduğunu gösterdi.

Peki bunu nasıl yaptı?

Şöyle yaptı kanunsuzluk, hukuksuzluk, denetimsizlikle demokrasinin dışına çıkarak. Verimlilik, etkinlik uğruna tüm dünyanda demokrasi tahribatına neden oldu. Ayrıca seçilmiş ve yargı denetimine tabi olan kurumları, kişileri bir kenara itip; yerlerine atanmış, çabuk, etkin karar alacak kişiler ve yapıların kurulmasını önceledi. Örneğin Türkiye’de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle bunun inşasını gördük.

Dolayısıyla dünyanın ve küresel kapitalizminin ne Ukrayna müdahalesine karşı bir yaptırım uygulama ne hak hukuk demokrasi gibi kavramları kullanacak hali var. Çünkü bizzat neoliberal dediğimiz mutlak kapitalizm kendi kendini tahrip etti.

Ukrayna Savaşı bir başka ilginçliği de gösterdi sanki. II. Dünya Savaşı sırasında ABD firmalarının Hitler Almanyasıyla ticareti, şirketlerin kâr odaklı olmasıyla açıklanıyordu. Şimdiyse kârları yüksek olmasına karşın Shell gibi BP gibi ExxonMobil gibi çok uluslu enerji firmalarının Rusya’dan çekildiğini gördük. Çekilmelerinde kâr değilse ne etkili oldu?

Elbette kâr önemli, fakat bir yerde kamuoyu imajı, İtibar da var. Kapitalizmin kısa dönemli kardan fedakarlıkları uzun dönemli bambaşka bir itibara dayalı PR malzemesi yaparak imaj yükleyerek tekrar telafi edebilir.

Ayrıca Ukrayna Rusya savaşı sosyal medyanın bu kadar etkin, bu kadar yaygın olduğu ilk büyük savaş. Şimdi bu aşamada neyin doğru neyin yanlış, neyin manipülasyon, neyin photoshop olduğunu, isimsiz bir troller var. Her yerden görüntü akıyor. Dolayısıyla sosyal medyada “aa böyleymiş” deniyor, ancak aslında kim yazdı, kim etti bilemiyoruz.

“KAPİTALİZM KÜRESEL BİR SAVAŞ KONJONKTÜRÜ OLMADAN KENDİNİ İDARE EDEMİYOR”

Türkiye’deki kriz ile beraber, Ukrayna mülteci krizinin Avrupa’ya yayılmasıyla beraber bir küresel mülteci problemi artık baş aktör olmaya başladı. Bu arada Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, Afganlar, İranlar, Iraklılar son derece ırkçı söylemlerle hedef gösteriliyor. O insanlar da yaşamak istiyor. O insanlar elindeki becerisi sermayesi neyse bakkal, marangoz dükkanı atölyesi kurmuş veya çalışmaya hazır. Bunlar düşman olarak görülüyor. Bu noktada Samir Amin’in çok ünlü sözüyle kapitalizm artık kendini bir savaş konjonktürü olmadan idare edemez konumda.

Irak, Suriye, Rusya, Ukrayna… Bu tamamıyla kitlelerdeki durgunluk işsizlik, prekarlaşma var. Toplumda sisteme karşı kitlesel bir muhalefet gelişmesin diye ırkçılık, şoven duygular, etnik bazlı şiddet, kadına şiddet, okumuş aydına şiddet, kasabalılaştırma, kültürlerin çatışması sağlanıyor. Kapitalizmin artık burada besleniyor.

“IRKÇILIĞIN BİR SINIFSALLIĞI VAR, CEBİNİZDE 250 BİN DOLARINIZ VARSA EN TEMİZ MİSAFİRSİNİZ”

Türkiye’de de mülteciler var. Bununla beraber Türkiye’de 250 bin dolar, şimdi 400 bin oldu, verip bir konut aldığınızda vatandaşlık alıyorsunuz. Konut sahiplerine dönük böyle bir hedef gösterme, aşağılama yok örneğin. Sanki kim olduğunuzdan ziyade hesap bakiyeniz, sınıfınız bu tepkiyi belirliyor. Yoksulsanız dışlanma, aşağılanma açıkça yapılıyor. Bu bize ne söylüyor?

Kesinlikle böyle bir durum var. Kafamızda bir klişe var, Araplara satıyorlar, bu Özal döneminden bu yana söylenir. Ukrayna-Rusya Savaşı’yla beraberse Rusya’dan İstanbul’a yönelik çok ciddi alım başlamış. Bir taşla iki kuş: Bir coğrafi olarak yakın, ikincisi bir sıçrama tahtası. Emlak alımıyla vatandaşlık alınıyor, bu alım aslında Rusya vatandaşı olarak ABD, Avrupa’da kapanan kapıların açılmasını sağlıyor. Bu aslında yatırım yapıyormuş gibi görünen ülkeler için de fırsat oldu. Tabii fırsat yurdundan şiddetle terörle canını kurtarmak için ailesini kurtarmak gelen insanlar bahsettiğimiz sosyal medyanın çok çirkin yüzüyle hedefe konuyor: köşede oturuyor çalışmıyor, gördün mü tembeller gibi ithamlar yükseliyor. Bedava hastaneye gidiyor, ayrıcalık alıyor, benim işimi alıyor, çocukları benim çocuklarımın gidemediği okullara gidiyor, hastanede tedavi oluyor … vb. soslanmış bir ırkçılık var. Irkçılığın bir sınıfsallığı var. Cebinizde 250-400 bin dolarınız varsa sen temiz misafirsin. Yok alın terinle çalışacak, gidecek başka yerin yoksa istenmeyen bir düşmansın. Bu, kapitalizmin çirkin iki yüzünü ortaya çıkarıyor.

Küreselleşme açısından sanki yeni bir aşamadan geçiliyor gibi?

Evet. Irak savaşıyla başlayıp Suriye savaşıyla şiddetlenen, aslında ipuçları Yugoslavya iç savaşında uzanan, şu anda Ukrayna Rusya savaşıyla iyice ayyuka çıkan yeni bir küreselleşme yapısı var. Göçler dolayısıyla emek, kol emeği dahil daha serbest hale geldi. Buna artık iklim krizinden kaynaklanan emek göçü ilave edilmeli. Bu küreselleşme aşamasındaysa sermaye odakta. Rusya’nın mal varlıklarına el koyulması, Trump’ın Çin sermayesinin Afrika’ya müdahalesini engellemesi. Sanki sermayenin dolaşımın engellendiği, sermaye içinde ırkçılığın başladığı bir konjonktüre sürükleniyoruz. Sermaye bir takım düzenlemelere, iktisatçı dışı düzenlemelere, politik jeopolitik düzenlemelere tabi. Emek şu anda serbest. İşte bu küreselleşmenin bir ikinci aşaması anlamına geliyor.

“19. YÜZYILIN VE BÜYÜK SAVAŞ KONJONKTÜRÜYLE ÇÖZÜMLENEN SÜREÇLERİ YENİDEN YAŞIYORUZ GİBİ”

Bir yanıyla da aslında bir sıkışmayı hatırlatıyor. Bu dönemi dikkate alırsak tarihsel olarak geçtiğimiz yoldan birine denk düşer mi?. Sizce hangi yüzyıla döndük?

Genelleme pahasına iç yavaşlamayı da dikkate alırsak 100-150 yıl öncesi ve sonrasındaki sürece benziyor. Yani 1870’lerde 1880’lerde İngiltere’nin öncülüğünde kurulduğu uygar dünya, İngiltere Hindistan’a Pakistan’a Malezya’ya Afrika’nın sahra altına uygarlık getirdiği dönem. Bu öncü oluyor. Sonra Lenin bahsettiği “geberen kapitalizm” dönemi geliyor. Yani sınırlar birbirine çatışmış. Savaş dışında yeni sömürge kurma olanağı yok. Savaş yoluyla sermayenin bir yerde tahrip edilmesi. Örneğin emeğin, Musevilerin yurtlarından koparılması, milyonlarca Afrikalının modern kölelik olarak Cezayirli’nin, Tunuslu’nun, Türkün Avrupa’nın çalışma kamplarına gönderilmesi. Çin’in kendi içinde çalışma kampı gibi çalışıyor olması, bu 19. yüzyılın ve büyük savaş konjonktürüyle çözümlenen süreçlerini hatırlatıyor, yeniden yaşıyoruz izlenimi veriyor. Sanki kapitalizm 913’te kaldığı yerden devam edecek. 1913 eşiğine gelmiş gibi duruyoruz. Ancak şu anda daha güçlü kitle imha silahları, nükleer silahlar var. Son derece pesimist bir bakış var. Öbür taraftan da tarihimizden de hiç ders almadığımızı gösteriyor. Almanya’da, Fransa’da ırkçılığın yükselmesi. Örneğin Fransa’da bir siyasi liderin siyah bir insanın tenine dokunamayacak kadar ırkçılığı içselleştirmesi. Bizim gibi ülkelerde bir yandan Osmanlıcılık hayali kurulurken bir yanda da “Bu topraklar bizim, pis insanlar istemiyoruz” diye bunun karşılık bulması insanı çok tedirgin ediyor.

Dünyada artan bir enflasyon ve ekonomik kriz izleri görülüyor. Tuhaf bir dönem gibi. Hobsbawm’ın iki savaş arası dönemdeki 1929 Buhranı analizini hatırlatıyor. Bu konjonktürde dünyayı ve Türkiye’yi de katarsak bizi ne bekliyor?

İktisadi olarak elimizdeki aletleri tükettik. Örneğin genişleyici maliye politikası sadece bir iki tane çok gelişmiş finansal olarak egemen ülkeye tanınmış bir imtiyazdı. Türkiye gibi ülkelerde “bütçe açığı verirsiniz, yabancı gelmez. Yabancı gelmezse de ithalatınız kurur krize giresiniz” denerek genişleyici devlet politikası genişleyici kamu politikası zaten gündemden çıkarıldı. Dahası 2009 krizini aşmak için kullanılan bir genişleyici para politikasının heba edilmesini var.

Dünya 2020 COVİD krizine zaten durgunlukla girdi. Zaten kârlar düşük, ücretler düşük, üretkenlik düşük, faizler düşük. Tüm dünyada durgunluk var, işsizlik düşük, ama ücretler o kadar düşük ki alım gücü yok. Yeni bir teknolojik hamlesi olacak bir üretkenlik gelmiyor.

Bu dünyada Türkiye’nin durumu neydi, ne oldu?

Böyle bir dünyanın ortasına Türkiye’de bugün, 1980’lerde Dünya Bankası, IMF yapılsa uyum kredi, koşulu diye koşullu olarak verdikleri, bizi zorladıkları yapısal dönüşümün teker teker bedelini görmeye başladı. Tarım sektöründe fark ettik ki Türkiye tarımını mahvetmişiz. Bizim gençliğimizde en sık duyduğumuz dünyadaki cennet vatan, kendi kendine yeten yedi ülkeden birdir cümlesiydi. Mahfi Eğilmez Hoca bir söyleşide örneğini verdi. Tarihsel olarak mercimeğin vatanı Anadolu coğrafyası. Bugün mercimek yetişmiyor. Markette gidin bakın arkasında Kanada yazıyor.

O dönemde “Türkiye’de tarımsal destekler verimsizdir. Tarımsal kaynakları sanayiye aktarmalıyız. Ucuz işçi olduğu için köyden kente göçü hızlandırmamız lazım. Tarımsal araziyi bir rant alanı haline getirmemiz gerekir” sözleri rehber alınıyordu. Bunlar yalnızca otoyollarla, beton binalarla değil, aynı zamanda doğrudan doğruya tarımdan kaynakları çekmek için atıl bırakmayı göze alan politikalardı. Dünya Bankası’nın telkinleriyle “Devlet süt mü, peynir mi balık mı üretirmiş” denildi. Böyle olunca da hayvancılık bitti. Hayvancılığın tahrip olduğu, imha edildiğini biz birden bire fark ettik. Devlet süt de üretir, kumaş da üretir, ayakkabı da üretir, makine teçhizat da. Ne gerekiyorsa onu üretir.

“TİCARİLEŞMİŞ ENDÜSTRİLEŞMİŞ BİR TARIM DÜNYAYA EMPOZE EDİLDİ”

Bu Türkiye’ye özel miydi, yoksa genel bir politika mıydı?

Geneldi elbette. Mısır öyle, Ürdün öyle, Avrupa’nın kendisi öyle. Örneğin Sahra altı Afrika gibi yerlerde giderek Cargill gibi Nestle gibi ulusları gıda tekellerinin telkin ettiği uluslararası değeri yüksek mallar üretiliyor. Yeni sebzeler meyvelerle karşı karşıyayız, mango, papaya, avokado. Bunlar nereden geliyor? Bunlar çok uluslu tekellerin Ekvador, Afrika gibi egzotik yerlerde o bölge için çok düşük katma değerli, tamamen makinalaşmış, endüstrileşmiş yerlerde üretmesiyle oluyor. Üstelik o ülkeye döviz girdiğinde oradaki insanlara değil, çok uluslu şirketlere bağlı kalan bir yapıya akıyor. Ticarileşmiş endüstrileşmiş bir tarım tüm dünya empoze edildi. Bu olurken yerel mercimek, gıda gibi ticari değeri görece olarak değeri düşük yerel ve güvenilir olan tüm ürünler teker teker tahrip edildi. Örneğin bizim yerli domatesimiz, yerli üzümlerimiz, yerli zeytinimiz… Bu AKP’nin daha doğrusu bütün muhafazakar sağ partilerin milliyetçiliği ve İslami değerlerin vitrinde, bunlar vatanın tüm toprağını tahribatına, teker teker elden çıkarmasına göz yummanın bir kılıfı olarak işlev görüyor.

Madenlerimizi yerli veya yabancı şirketler, hangi şirketin olduğu önemli değil, ağaçları kesip soyuyor, Türk şirketi olsa da bu farklı olmuyor. Sermaye acımasız bir şekilde tüm zenginliklerimizi varlıklarımızı yağmalıyor. Böyle bir dünyanda aslında enflasyon, gıda tedarik zincirindeki engeller, lojistik olarak taşınmasındaki dünya ticaret yollarının engellenmesi gibi teknik sözcüklerin arkasında yaşanan mutlak kapitalizm, kapitalizmdir. Bunu doğayı ve kendi kendini tahrip ederek, gelişmiş gelişmekte olan ülkelerde ticari değeri olan egzotik malları vitrinlere yerleştirmekle, aslında temel gıda mallarını nasıl teker teker yok etmekle yaptı. Ancak bunu bir uygarlık, teknolojik öyküsüyle sundu. Nihayetinde enflasyon bütün bunların bir patlaması olarak ortaya çıkıyor. Gıda güvenliğinin aşınması, malların taşınamaması. Taşınamıyor, çünkü taşınabilecek mal yok, üretilemiyor.

Bugün gördüğümüz enflasyon 73’ün petrol krizi gibi değil. Petrol krizi bir yerde petrole aşırı bağımlı olan dünyaya bir soğuk duştu. Şimdi burada aşırı bağımlı olan bir enerji kaynağı söz konusu değil, yaşam için gıdadan, giyim kuşamdan, sağlık ve eğitim hakkından bahsediyoruz. Kamunun sağlık olanakları tahrip edilmiş, sağlık ve eğitim özel bir mal haline gelmiş. Bu noktada dünya enflasyonu bunun bir yerde yansıması olarak ortaya çıkıyor. O bakımdan ben dünya enflasyonunu COVİD’ten dolayı geçici olarak tahrip edilen dengelerin ötesinde çok kırılgan, temeli eşitsiz kurulmuş bir yapının birden bire çökmesi olarak görüyorum.

Özel Haber Haberleri