Millet ittifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu “Üç ay içinde vize sorununu bitireceğiz. Türkiyede her vatandaş artık AB’ne vizesiz girecek.." demişti. Kılıçdaroğlu’nun seçim vaadi olarak dile getirdiği bu sözlerle Avrupa Birliği süreci tekrar gündeme geldi.
Avrupa Birliği meselesi ara ara farklı reaksiyonlarla gündeme gelse de, sorun 60 küsür yıllık derin bir konu… Bu podcast dosyasında, Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim vaadi olarak öne sürdüğü vize serbestisi vaadi üzerinden, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecini tartışıyoruz.
Bakalım uzmanlara göre vize sorunu üç ayda çözülür mü? Türkiye-AB ilişkisi nasıl başladı, şimdi hangi noktada? Ve tabii, bu seçim Türkiye-AB ilişkileri için bir dönüm noktası olabilir mi?
Sürecin başı...
Şimdi sürecin ta en başına gidelim… Türkiye için süreç, 31 Temmuz 1959’da, o zaman ki adıyla, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvuru ile başlıyor. 12 Eylül 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması ve 1 Ocak 1996’da imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması süreç açısından önemli gelişmeler…
Avrupa Konseyi, 22 Haziran 1993’te yapılan Kopengah Zirvesi’nde, adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmesi için birtakım kriterler belirliyor. Adına Kopenhag Kriterleri denen bu kriterler bir dizi siyasi ve ekonomik kriterler içeriyor.
Aday ülkeler için belirlenen bu temel kriterlere tabi ki Türkiye’nin de uyması bekleniyor… (10-11) Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye, Avrupa Birliği’ne aday ülke ilan ediliyor. Böylelikle resmi olarak adaylık statüsü elde edilmiş oluyor…
Türkiye’nin, Helsinki Zirvesi’nde aday ülke ilan edilmesinden sonra, Türkiye’yi 3 Ekim 2005’e yani tam üyelik müzakerelerine götüren bir dizi gelişme yaşanıyor.
Türkiye’yi AB’ye bir adım daha yaklaştıran tam üyelik müzakerelerinin ardından yaşanan gelişmeleri Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Erhan Akdemir şöyle özetliyor:
“Avrupa Parlamentosu’nda 2004 yılında Aralık ayında AP milletvekilleri ellerinde dövizlerle Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih verilmesi gerektiğine yönelik dövizler açmışlardı. Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca parlamenterler kendi dillerinde ‘evet’ dizileri açarak Türkiye’ye olan desteklerini göstermişlerdi. Tabi burada özellikle sosyal demokratlar, liberallar, yeşiller gibi siyasi yelpazedeki siyasetçiler Türkiyeye yönelik olumlu bakış açısı seyretmişti.
Türkiye 99’da başladığı sürecini 2005’e getirdi. Bunun karşılığında da Türkiye ile AB katılım müzakereleri başladı. 35 müzakere başlığı var şu anda, bunlardan bir tanesi müzakereye açıldı, bir tanesi geçici olarak kapandı, bilim ve eğitim konu başlığı. Onun dışındaki konu başlıkları Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Türkiye arasındaki siyasi sorunlardan dolayı, tam olarak kapatılamıyor. Ama müzakereye açılan başlık sayısı 16…”
Erhan Akdemir: Olumlu seyrediyor
Akademisyen Erhan Akdemir, Türkiye’nin 2005’te başlayan müzakere sürecinin, çeşitli siyasi engellemelere rağmen olumlu seyrettiğini belirtiyor.
Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükler alanında yapılan çeşitli düzenlemelerle reform sürecini başlattığını AB’ye göstermeye çalışan Türkiye, Avrupa Komisyonu raporlarına da yansıyan artı puanları toplamaya başlıyor…
Ancak ilerleyen yıllarda Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıran bir dizi siyasi gelişme, puanları sıfırlamakla kalmıyor, müzakere sürecini de durma noktasına getiriyor. Erhan Akdemir şöyle devam ediyor:
“2015’e kadar iyi bir şekilde gittiğini görüyoruz. Türkiye Ab arasındaki müzakereler istenen hızda olmasa bile kopma noktasına gelmemişti. 2015-2016’dan sonra ise özellikle son 6-7 yıla baktığımız zaman tamamen koptu. Bunun ardındaki temel neden Türkiye’deki siyasi gelişmeler oldu. Türkiye’de hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, emel insan hakları meseleleri gibi, ekonomik çöküntüler gibi meseleler Türkiye’nin AB sürecinden kopmasını beraberinde getirdi. Çünkü Türkiye aynı hükümet döneminde 2015-2016’ya kadar özellikle işte darbe sürecine kadar önemli bir ivme kazanmıştı. Bundan sonra taraflar arasındaki siyasi gerginlikler iki tarafın birbirine daha soğuk yaklaşmasını beraberinde getirdi. Türkiye özellikle 2018 sonrasında çok ciddi olarak AB sürecini rafa kaldırdı. Kopenhag Kriterleri’nin devamı rafa kaldırıldı, reform süreci tamamen rafa kaldırıldı. Evrensel değerler ışığında, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, kadın hakları gibi meselelerde Türkiye ciddi gerilemeler yaşadı. Bugün de Türkiye-AB ilişkilerinde bunun neticelerini görüyoruz.”
Erdoğan: Eyy AB
Tabii müzakere sürecindeki bu olumsuz gidişat, Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakmayan ülkelerin de itirazlarını daha yüksek sesle dile getirmelerine neden oldu. Dahası Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’ye destek veren ülkelerin ve siyasilerin de düşüncelerinde önemli ölçüde değişiklikler oldu. Türkiye destekçileri her fırsatta Türkiye’nin demokrasi ve uluslararası hukuk ilkelerine uyması gerekliliğini hatırlatmak zorunda kaldılar…
Örneğin, Bavyera İçişleri Bakanı Joachim Herrmann, birkaç yıl önce DW’ye verdiği röportajda Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili düşüncelerini şöyle aktarıyor:
“Türkiye ile sıkı bir ortaklıktan yanayız. Ama Türkiye’nin AB’ye tam üye olamayacağını savunuyoruz. Erdoğan’ın dayanılmaz politikaları nedeniyle sorunlar konusunda daha büyük bir farkındalık oluştu.”
Herrmann Erdoğan’ı işaret ederek “Türkiye Avrupa Birliği’nin üyesi olamaz” diyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Türkiye karşıtlarına da AB’ye de had bildirmekten geri durmuyor. Her fırsatta “bizi oyalarsanız gereğini yaparız” mesajı veriyor: "AB kapısıda 52 yıldır bizi süründürdüler, hala aynı şeyi yapıyorlar, ama biz de onlara gereken, gerektiği yerde cevabını vereceğiz.”
Erdoğan “bizi süründürdüler” diyor ama bu sürüncemede kendisinin katkısı büyük. 2015’e kadar elinde Avrupa Birliği’ne karşı kullanacağı bir koz bulunmayan Erdoğan için, Suriye’deki iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya iltica etmeye çalışan milyonlarca mülteci, AB’ye karşı kullanacağı büyük bir koz oldu.
Erdoğan: “Eyy AB birliği, kendinize gelin! Kapıları açarız, 3,6 milyon mülteciyi sizlere göndeririz.”
Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan mülteciler, ileride Türkiye-AB ilişkilerinde pazarlık konusu olacaklarını düşünüyorlar mıydı bilmiyorum ama sığınmacılara tırnak içinde “şefkatli" kollarını açan Erdoğan her fırsatta AB ile görüşmelerinde sığınmacıları “pazarlık” konusu etmekten geri durmadı Çünkü Avrupa’nın Suriyeli mültecileri büyük bir tehdit olarak gördüğünü biliyor…
AB açısından utanç
Brüksel’den araştırmamıza katkı sunan Liege Üniversitesi, Hugo (Hugo Observatory) İklim ve Göç Gözlemevi’nden Doç. Dr. Başak Yavcan, Türkiye-AB ilişkilerindeki göçmen krizine ilişkin şunları söylüyor: “2015 yılında özellikle Suriye’deki artan çatışmayı takiben, Türkiye üzerinden Ege Denizi’nden Yunanistan’a geçişler ciddi oranda arttı. Bu artışla beraber AB’de pek çok ülke başta Almanya, Fransa gibi temel hedef ülkeler olmak üzere suriyeli sığınmacıların bu fazla geçişinden büyük kaygı duymaya başladılar. Örneğin 1 milyona aşkın sığınmacı Yunanistan’a sığınma başvurusunda bulundu.
Aynı zamanda biliyoruz ki, Ege adalarından bu geçişler batan botlar nedeniyle pek çok insanın hayatını kaybetmesine de yol aştı. Bir yandan da normatif olarak bu AB açısından bir utanç kaynağı haline geldi.”
Doç. Dr. Başak Yavcan’ın dediği gibi Avrupa için ya da Türkiye için bir utanç kaynağı haline geldi mi bilmiyorum ama güvencesiz yollarla sınırları geçmeye çalışan Suriyeli mültecilerin kıyıya vuran cansız bedenleri insanlık tarihine kara bir leke olarak düştü… “Bodrumda kumsala vuran 3 yaşındaki Aylan Kürdi adlı bebeğin cesedi savaştan dolayı evlerini terk eden Suriyeli mültecilerin yaşadığı dramı bir kez daha gözler önüne serdi.”
Aylan bebeğin Bodrum kıyılarına vuran cansız bedeni uluslarası arenada da tepkilere neden oldu ancak tepkiler aynı yıl içinde 4 bin 176 sığınmacının daha Akdenizde boğularak ölmesini ya da kaybolmasını önleyemedi. (Kaynak: Birleşmiş Milletler mülteciler Yüksek Komiserliği)
TOBB ETÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de çalışmaları devam eden Doç Dr. Başak Yavcan, mülteci kriziyle ilgili Türkiye ve AB arasında imzalan Mülteci Mutabakatı’na dikkat çekiyor:
“18 Mart 2016 tarihinde Türkiye ve AB arasında Mülteci Mutabakatı dediğimiz anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın çeşitli maddeleri vardı. Bu anlaşanın temelinde elbette ki her iki tarafın taahhütle ilgili beklentilerine bakacak olursak Türkiye’nin sınırlarını kuvvetlendirmek suretiyle Suriyeli sığınmacıları kendi sınırları içerisinde tutmak ve daha fazla Suriyeli sığınmacının Türkiye’ye geçişini engellemesi vardı. Bunun karşılığında da Türkiye’de bulunan sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılamaya destek olmak ve sınır güvenliği artırmanın oluşturduğu maliyetleri karşılamak üzere AB Türkiye’ye 3+3, 6 milyar euroluk bir fon paketi taahüdünde bulundu.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, taahhüt edilen bu miktarın sağlanmadığını ve AB’nin mülteciler konusunda sorumluluk almadığını söyledi.
Erdoğan: “3+3 milyar euro ilk etapta biz size bir destek vereceğiz. Peki şu ana kadar ne verdiler? Şu ana kadar dediğim gibi 1 milyar 750 milyon euro verdiler. Nerde gerisi yok.”
Liege Üniversitesi’nde göç ve göçmenlerle ilgili değerli çalışmaları olan Başak Yavcan, aslında bu fonun yardım kuruluşları üzerinden aktarıldığını ve gerekli yerlere ulaştığını belirtiyor:
“Her ne kadar zaman zaman gündemde aksi söylense de görüyoruz ki, AB fonları Türkiye’ye aktarıldı. Buradaki şikayet konusu, Türk devlet kurumları üzerinden bu fonların aktarılmamasıydı. Bu kısmı olarak gerçekleştirildi. Fonların bir kısmı Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı gibi farklı bakanlıklarla gerçekleştirilen proje bazlı işbirlikleriyle oldu. Ciddi bir kısmı da özellikle uluslarası kuruluşlar, Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği gibi, bunların desteklediği STK’lar üzerinden gerçekleşti. AB’nin sığınmacılara yönelik külfet paylaşımı çerçevesinde Türkiye’deki mülteciler için, Mali Yardım Programı adında bir fon oluşturuldu. Ve bu paketin mültecilerin ihtiyaçlarına yönelik dağıtımı koordine edildi. Bu paket sadece mültecilere değil, aynı zamanda mültecilere ev sahipliği yapan yerli halkın ihtiyaçlarına da yönelik şekillendirildi.”
Erdoğan’ın kızdığı konu da tam olarak bu aslında. Yani paranın direkt kendilerine verilmesi yerine, yardım kuruluşlarına verilmesi ve çalışmalar dahilinde proje beklenmesi…
Hem bu fon krizi nedeniyle hem de araya giren başka siyasi krizler nedeniyle Türkiye-AB arasındaki gerginlik iyice tırmandı ve Erdoğan “Bana bak eğer daha da ileri giderseniz, bu sınır kapıları da açılır bunu da bileseniz" dedi.
Türkiye’nin 28 Şubat 2020’de sınır kapılarını açtığını duyurmasıyla farklı şehirlerden binlerce mülteci sınır kapılarına akın etti. Mültecilerin en yoğun olduğu yer; Edirne’de bulunan Pazarkule sınır kapısıydı. Burada ağır kış şartlarında, günlerce aç-susuz ormanda bekleyen mültecilerin bazıları Meriç Nehri’ni botla geçmeye çalışırken, bazıları telleri sökerek sınırı geçmeye çalıştı. Ancak Yunanistan sınırındaki askerler mültecilere gaz bombası ve silahla müdahale etti. Çok sayıda ölenler ve yaralananlar oldu.
Dönelim, Türkiye ve AB arasında imzalan Mülteci Mutabakatı’na… Doç. Dr. Başak Yavcan, bu anlaşmada vize serbestisi için Türkiye’den beklenenleri ve Türkiye’nin bu beklentileri karşılayıp karşılamadığına ilişkin şunları söylüyor:
“Bu mutabakat Türkiye’nin AB süreciyle alakalı olarak, üyelik süreciyle alakalı olarak iki ayrı konu ile ilişkilendirildi. Bunlardan biri Türkiye’nın ısrarlı ancak AB tarafından sürüncemede bırakılmış olan, vize serbestisi talebiydi. Türkiye’nin bu konudaki talebi, 72 maddelik bir yol haritasının gerekliliklerini yerine getirmesine bağlandı. Mutabakatla ilişkilendirilen ikinci konu, genişlemeyle alakalı AB üyeliğiyle alakalı konu da o dönemki Hollanda Başkanlığı sürecindeki müzakerelerine yeni bir başlık açılmasıydı.
Vize serbestisi yol haritasında yer alan 72 maddeden Geri Kabul Anlaşması’nın tüm boyutlarıyla uygulanması, yolsuzlukla mücadele, cezai meselelerde adli işbirliği ve karşılıklı bilgi ve istihbarat akışı için Europol ile işbirliği, kişisel verilerin korunması ve organize suç ve terörizme ilişkin yasal çerçevenin, özellikle kişi güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarındaki AİHM içtihatları ve AB müktesebatıyla uyumlu hale getirmesinde bulunduğu 7 kriterin Türkiye tarafından yerine getirilmeyişi vize serbestisinde ilerlenmemesine ve üyelik müzakereleri sürecinin açılmasını taahhüt eden 33. faslın açılmamasına sebep oldu.”
Emekli Büyükelçi Selim Yenel, de Medyascope’da katıldığı bir programda Türkiye-AB ilişkilerinin çok iyi giderken nasıl tersine döndüğünü ve git gide kötüye gitmeye başladığını şöyle anlatıyor: “2016’da biz Göç Anlaşması’nı yapmıştık, vize anlaşmasını yapacaktık. Gümrük Birliği’ni modernize edecektik. Her şey çok olumlu giderken, pat diye önce Başbakan Davutoğlu görevden alındı, arkasından 15 Temmuz oldu. Ve işler tepetaklak gitti. Ondan sonra bir türlü düzelemedi. AB’nin biz yönelik eleştirileri başladı. İnsan hakları, temel haklar, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü bu konularda hep gerileme olduğunu söyledi.”
1994-1999 yılları arasında Brüksel’deki “Türkiye Avrupa Birliği Temsilciği”nde de görev yapmış olan Diplomat Yenel, Avrupa Konsey’inde sunulan son raporda Türkiye’nin AB’den gittikçe uzaklaştığının belirtildiğini söylüyor. “Orada ilginç olan iki nokta var bir tanesi, Türkiye’nin aday olarak durduğunu söylüyor, son satırında da diyor ki Türkiye gittikçe uzaklaşıyor bizden. Ve bu yıllar boyunca artan şekilde gözüküyor. Bu yılın son zirvesinin Türkiye’ye ilişkin bölümü oldukça kapsamlı ve genellikle olumsuz…”
Emekli Büyükelçi Selim Yenel’in de vurgu yaptığı gibi Türkiye’deki bir dizi siyasi kriz Türkiye-AB ilişkilerini tamir edilemez bir noktaya getirdi. 15 Temmuz darbe girişimi, göçmenler krizi, Türkiye’nin AİHM gibi üst mahkemelerin kararlarını tanımadığı hukuki kararlar, siyasi tutuklular meselesi, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün gerilemesi, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, anayasa değişikliği gibi gibi Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıran bir sürü olay ve antidemokratik uygulamalar, AB üyeliğinin rafa kaldırılmasına neden oldu…
Siyaset Bilimci Alphan Telek, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyen bir başka olaya, Gezi Direnişi’ne dikkat çekiyor: “Erdoğan’ın açıklamalarıyla birlikte AB’ye karşı yaklaşımları ve politikaları ve hükümetinde bunu sıklıka göstermesi -özellikle bu AB perspektifi yitirildikten sonraki süreçten bahsediyorum- yani 2010’dan sonraki süreç diyelim, bu süreçte oldukça geriletici bir etkiye sahip oldu. Ama tabi kırılma noktalarından biri Gezi Parkı Protestoları. Çünkü 2013’te yaşanan bu protestolar öncesinde Erdoğan ve Erdoğan’ın inşa ettiği değerler ağı, siyasi değerler ve dış politik değerler ağı temel bir unsura dayanıyordu o da şuydu; hem müslüman hem demokrat olunabilir. Dolayısıyla AB nezdinde de işe gelen bu politikacılık 2013 yılına geldiğimizde zaten bir ölçüde yara almıştı, iç siyasetteki otoriteleşme eğilimlerinden ötürü ve Erdoğa’ın bazı tavırlarından ötürü ama hala devam eden bir perspektif vardı. Fakat Gezi Protestoları zannediyorum önemli bir köşe taşı oldu çünkü sadece AB özelinde değil ama aynı zamanda Ortadoğu'da, Kafkaslar'da dahi Türkiye’de yaşanan bu protestolar önemli bir ses getirdi. Çünkü ortaya şu çıktı; müslüman demokrasi, İslami demokrasi yönünün çok da kuvvetli olmadığı tam tersine bir eğilim taşıdığı ortaya çıkmış oldu.”
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslarası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Özgür Ünal Eriş de islamafobinin Türkiye-AB ilişkilerinde daimi bir engel olarak kalacağını belirtiyor:
“Türkiye’nin çoğunluğu müslüman bir ülke olarak AB’de özellikle islamafobinin daha da fazlalaştığı ve daha muhafazakar hükümetlerin ön plana çıktığı, sosyal demokratlar yerine, hatta bazı durumlarda ırkçı bazı söylemleri olan partilerin bile başarılı olabileceği bir ortamda mesela Fransa, bundan sonraki seçimlerde Le Pen’in oyunun daha fazla artıcağı düşünülüyor. Aynı şeyi İtalya’da da gördük, başbakanın daha ırkçı bir partiden geldiğini de biliyoruz. Şimdi böyle bir ortamda acaba Türkiye’nin nufüsü da bir sıkıntı oluşturur mu? Bunu da irdelemek lazım. Çünkü her türlü sorun çözülse de Türkiye’nin müslüman nüfusu, büyük bir sayıya sahip olması hep AB ve Türkiye ilişkilerinin önünde bir engel olarak kalacak.”
Prof. Dr. Özgür Ünal Eriş, islamafobinin yanısıra Türkiye’nin kalabalık bir ülke olması nedeniyle de AB için bir tehdit oluşturduğunu ifade ediyor. Çünkü Türkiye AB üyesi olursa, parlamentoda en çok milletvekili sayısına sahip olacak… Şimdi bütün bu problemler, kriterler bir yana aslında Avrupa Birliği’nin aday ülkelerden talep ettiği kriterlerin tamamını karşılamadığı halde AB’ye üye olan ülkeler de var
Erhan Akdemir ise şöyle devam ediyor: “Sonuçta siyasi bir karardan bahsediyoruz. Yani Hırvatistan girerken de siyasi bir karardı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi girerken de siyasi bir karardı. Diğer ülkeler girerken de, 1 Mayıs 2004’te… İşte Bulgaristan, Romanya’nın girmesi de siyasi bir karardı. Bulgaristan ve Romanya’yı Türkiye ile karşılaştırdığımızda ne ekonomi ne siyasi açıdan, o dönemlerde Türkiye ile karşılaştıramayacak kadar gerideydi. Ama bu bir siyasi karardı. Bu anlamda Türkiye’nin önündeki en büyük engel şu anda siyasi engel tabi.”
Buraya kadar, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecini başından sonuna tarihsel bir akışla ve bütün yönleriyle ortaya koymaya çalıştık. Özgür Ünal Eriş şöyle diyıor:
“Tabi yeni iktidar gelirse eğer, aslında dış politika söylemleri biraz daha batılılaşma yönünde, yani Türkiye’nin yeniden normatif bir düzene, daha demokratik bir düzene geri döneceğini, özellikle de parlamenter sisteme geri döndükten sonra Avrupa Birliği’nin temel değerleri olan saydamlaşma, hukuk düzeni, demokrasi insan hakları gibi kavramların daha ön planda olacağını söylüyorlar. Evet bu güzel fakat bu Türkiye’nin AB üyeliğine giden bir yol olacak mı? Şimdi burda tabi bir takım sıkıntılar var. Sıkıntılardan bir tanesi, Türkiyenin AB üyeliğinin önünden duran bazı problemlerden kaynaklanıyor. Mesela bunlardan bir tanesi Kıbrıs.. Kıbrıs sorunu çözülmediği sürece Türkiye-AB ilişkilerinde de ileri gidileceğini düşünmüyorum. Ve Kıbrıs hangi iktidar gelirse gelsin, Türk dış politikasının kırmızı çizgisi. Dolayısıyla orada biraz zorlanma olacak. İkinci önemli olan konu da vize serbestisi. Vize serbestisinin olması için Türkiye’nin AB’nin istediği bazı kriterleri yerine getirmesi lazım. Türkiye geçtiğimiz senelerde bu kriterlerin çoğunu yerine getirdi. Sadece birkaçtan kriter kaldı. Ama burada esas yerine getirilmesi gereken kriter ve şu anki iktidarın da zorlandığı konu terörüz tanımı… Terörün tanımı Türkiye-AB arasında bağ fikir ayrılıklarına yol açıyor. AB terörün tanımını biraz daha darlaştırıyor. Ve özellikle şiddete dayalı yapılan eylemlerin terör çerçevesinde görülmesi gerektiğini söylüyor. Ve bunun içinde Türk kanununda bazı değişikliklerin olması gerektiğini öne sürüyor. Türkiye perspektifine bakarsak terör tanımı biraz daha geniş.”
Prof. Dr. Özgür Ünal Eriş, Kılıçdaroğlunun Cumhurbaşkanı olsa bile, koalisyon ortaklarının farklı ideolojilerde siyasi paritlerden oluşması nedeniyle Türkiye-AB ilişkilerinde sorunların devam edebileceğini öngörüyor…
Üç ayda vize olur mu?
Hatırlayalım Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, vize vaadini şöyle açıklamıştı: "Üç ay içinde vize sorununu bitireceğiz. Türkiyede her vatandaş artık AB’ne vizesiz girecek”
Bu sözlere itiraz edildiğinde de sayın Kılıçdaroğlu şöyle yanıtlamıştı: Türkiye’nin yapabileceği bir şey değil, dışardan ancak planlanabilecek bir şey. Yoo hayır bizim yapacağımız şey, siz düşünce özgürlüğüne kısıtlama getirirseniz demokrasi sizin ülkenizde yoktur.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel’e vize sorunun üç ayda çözülüp çözülemeyeceğini sorduğumda konuya ilişkin şöyle demişti:
“Biz çok hızlı bir şekilde Türkiye pasaportumuzun itibarını arttıracağımızı her fırsatta söylüyoruz. Gençler artık yurtdışına gitmek için kara kara düşünmeyecekler, vize almak için aylarca kapılarda beklemeyecekler.
Bu meseleleri sayede trenden inip trene binmek olarak gören bir iktidar var karşımızda. Dönemsel olarak hangisi işine geliyorsa, kendi iktidarını nasıl sürdürebiliyorsa böyle bir fırsatçılıkla davranan iktidar vatandaşımızı burada mağdur etti. Biz Türkiye’yi dünyaya açacak bir stratejiyle geliyoruz. Bu şekil de AB vizyonumuz da hızlı bir şekilde ayağa kaldırılacak
Oradaki eleştiri biraz da bu üç ay meselesineydi, üç ayda halledilebilir mi?
-Yeşim Hanım yeter ki vatandaşımız bize güvensin nasıl halledileceğini görürsünüz. Bu problemler çözülmeyecek problemler değil, diyalogla aşılabilecek problemler.”
Onursal Adıgüzel, 26. yasama döneminde meclisin AB Uyum Komisyonu’nda olan bir isim olduğu için konuyla ilgili değerlendirmeleri önemli. Adıgüzel, “bütün bu sorunlar çözülebilir, yeter ki öncelikleriniz bu çerçevede olsun” diyor.
Siyaset Bilimci Alphan Telek de, Türkiye’nin otoriterleşme eğiliminden demokratikleşme çizgisine yönelmesinin AB ile olan ilişkilerine ivme kazandıracağını ifade ediyor:
“Kemal Kılıçdaroğlu eğer yönetime gelirse, eğer cumhurbaşkanı olursa, Türkiye siyaseti çok büyük bir ivme kazanacak. Çok büyük bir heyecan kazanacak. Aslında biz bu heyecanı 2002 yılında da görmüştük. Yeni bir iktidarın gelmesi durumunda içerde ve dışarda çok büyük bir heyecan doğuyor ve enerji doğuyor. Bu enerji beklenen birtakım hamlelerin daha hızlı gerçekleşmesi, diyalog kanallarının açılması yönünde kuvvetli bir fırsat oluşturuyor. Bu oluşan fırsat diplomatik kanallara sıkışabilecek süreçlerin çok daha hızlı atılmasını sağlıyor. Zannediyorum Kemal Kılıçdaroğlu’nun AB ile olan ilişkilerde üç ayda tamire gideceğini ve vize serbestisinin oluşabileceğini söylemesi bu oluşabilecek heyecana bağlıyor. Aslında haklılık payı da olduğunu düşünüyorum. Bazı teknik detayların netleşmesi, bu teknik detayların sözleşmelere yansıması için çok kısa bir süre olabilir. Fakat bu tür bir iktidar değişikliği yani Türkiye’nin otoriterleşme eğiliminde demokratikleşme çizgisine yönelmesi hem bölgede hem AB nezdinde önemli bir örnek oluşturacak ve Türkiye bu önemli örneğin enerjisinden faydalanarak özellikle AB nezdinde birtakım adımları daha kolay atacaktır…”