'Lawrance’ı hepimiz az çok biliriz, en azından tarih kitaplarımızın 1. Dünya savaşı bölümlerinde adı mutlaka geçer. Hala Osmanlı Devleti idaresindeki Arap dünyasını örgütlediği ve Osmanlı karşıtı isyanı körüklediği anlatılır.
Aslında Lawrance da hem eylemleri hem de özel hayatı ile bölgenin kaderini şekillendiren en çarpıcı isimlerden biri.
Thomas Edward Lawrance ya da diğer adıyla Arabistanlı Lawrance 16 Ağustos 1888’de İngiltere’de doğdu. Aslında babası İrlanda’nın soylularındandı ancak hizmetçisiyle yaşadığı aşk ilişkisinden sonra skandal çıkacağı korkusuyla İngiltere’ye yerleşmişti.
Yarı Norveçli olan annesi eğitim konusunda oldukça katıydı ve Lawrance bir süre kilise okuluna gittikten sonra Oxford’da öğrenim görmeye başladı.
Şövalyelere hayran bir çocuk
Lawrance Lawrence olduktan sonra konuşan çocukluk dönemi arkadaşları, öğretmenleri onun iyi bir öğrenci olduğunu ama okulu zaman kaybı olarak gördüğünü söylüyorlardı. Onu hayal gücü oldukça geniş, utangaç ve çekingen ama ikna kabiliyeti çok yüksek biri olarak tanımlıyorlardı. Lawrance’ı tanıyanların ona dair söyledikleri arasında en çarpıcı olan özelliği ise, manipülasyon yeteneği.
Tarihe, tarihi eserlere ve kalıntılara çocukluğundan itibaren meraklı olan Lawrance parlak zırhları içinde Haçlı şövalyelerine de hayrandı.
Üniversitede tarih okumak istiyordu ancak gayrimeşru çocuk olması sebebiyle ilk büyük krizle karşı karşıyaydı. Babasının hizmetçisinden doğan çocuğuydu ve o dönem İngiltere’sinde böyle ilişkilerden doğan çocukların doğum belgesi alması çok zordu.
Üniversiteye giremeyince 17 yaşındayken evden kaçıp orduya katıldı ancak kısa bir süre içinde ordunun ona göre olmadığını anlayıp evine geri döndü. Babasının yardımıyla doğum belgesi krizini çözüp nihayet çok istediği üniversite öğrenimine başladı.
Ancak onun gizemlerle, şifrelerle, parlak zırhlarla, efsanelerle, hikayelerle örülü tarih merakı ile üniversitedeki tarih öğrenimi pek örtüşmüyordu.
Bu nedenle zaman zaman akademisyenlerle sorunlar yaşasa da öğrenimini sürdürdü ancak arayıştaydı.
Henüz öğrenciyken Levant ve Balkan bölgesinde çalışan David Hogarth ile iletişim kurdu. Tarihçi, arkeolog ve yazar olan Hogarth’dan çok etkilenmişti. Hogarth’ın çevresi akademi ile sınırlı değildi; İngiliz hariciyesinde de çok iyi bağlantıları vardı.
Doğuya ilk yolculuk
Lawrance bitirme tezi için Suriye’ye gitmeye karar verdi. 1909 yılında Suriye’yi yürüyerek gezecek, kendi kalelerini, hikayelerini, şövalyelerinin izlerini bulacaktı.
Lawrence’ın doğu ile kesişen yolları ölümüne kadar ayrılmayacaktı. Lawrance bir seyahat rotası belirlemişti. Rota, Osmanlı Devleti ile Almanya’nın birlikte inşa ettiği Bağdat Demiryolları hattına neredeyse paraleldi.
Masalsı tarih tasavvurları ile yola çıkan Lawrance’ın yürüdüğü güzergahlar birçok ülke arasında kıyasıya mücadelenin sahalarıydı. İngiliz istihbaratı özellikle Bağdat Demiryolu hattını sürekli gözetliyordu. Çünkü hat İstanbul’u Bağdat’a bağlıyordu. Bu da İstanbul’daki imparatorluk merkezinin askeri, ticari, siyasi; her açıdan Bağdat’taki nüfuzunu koruması hatta derinleştirmesi demekti.
O dönemde Bağdat ve Irak coğrafyası hala Osmanlı’nın elinde olsa da İstanbul’a çok uzaktı ve çıkarılan bir kanunun Bağdat’ta uygulanması aylar alıyordu. En büyük sorun da kaynamaya başlayan coğrafyaya asker, silah, yiyecek göndermekti. Üstelik bu demiryolu hattı İngilizlerin bölgedeki ölümcül rakiplerinden Almanya’nın Basra Körfezi’ne kadar açılmasını sağlıyordu. Ayrıca Almanya bu sayede petrol zengini topraklarda üslenebiliyordu.
Bu arada İngiltere’den yola çıkan Lawrance önce Mısır’a oradan Beyrut’a gitti. Savaşın en şiddetli olduğu dönemlerde bile yanından ayırmayacağı fotoğraf makinesi, tripodu ve cihazlar çantasındaydı. Filistin’e ve oradan bugün ki Suriye sınırları içinde bulunan Humus kentine gitti. Humus’ta günümüzde de bütün ihtişamıyla ayakta olan Şövalyeler Kalesi’ni geçti. Tapınak Şövalyeleri’nden Haçlılara, Selahaddin Eyyübi’den Osmanlı’ya kadar binlerce yıldır onca savaş, yıkım ve ihtişam görmüş olan kale Lawrance’ı büyüledi.
Birkaç ay süren gezisini tamamlayan Lawrance çektiği fotoğraflar ve çizimlerle birlikte İngiltere’ye dönüp bitirme tezini tamamlamak için çalışmaya başladı.
İngiltere’nin arkeolog ajanları
Bu arada Bağdat Demiryolu hattının inşası hızla devam ediyordu ve İngilizler artık hatta dair daha detaylı bilgiler istiyordu. David Hogarth’a başvurdular. Sonuçta Bağdat Demiryolu hattına yakın bir noktada bulunan Hogarth sivil bir ekibin başındaydı ve dikkat çekmezdi.
Aynı yılın yaz ayında Hogarth da Lawrance’a ulaşarak Karkamış’taki kazılara katılmasını istedi. Lawrance 1910 yılında bir önceki yılki rotayı takip ederek Karkamış’a gitti.
Kazı bölgesinde Hogarth yoktu ancak 40’lı yaşların başında olan Gertrude Bell oradaydı. Bell Londra’da ve Orta Doğu’da ün kazanmış, kendini kanıtlamış bir isimdi. Arap kabileleri ile çok iyi ilişkileri vardı ve hem bu ilişkiler hem de çizdiği haritalar İngiliz hariciyesinin ve istihbaratının dikkatini çekeli çok olmuştu.
Bell’in ve Lawrance’ın yakınlarına gönderdikleri mektuplara bakılırsa ilk karşılaşmaları pek iyi geçmemişti.
Bell Lawrance ve yanındaki arkeoloğun çalışma biçimini sert bir şekilde eleştirmişti.
Lawrance annesine yazdığı mektupta bundan bahsediyor Bell ile ilgili şunları yazıyordu;
“…onu bir genel kültür bombardımanına tutmaya karar verdik. Bizans, Haçlılar, Roma, Hitit ve Fransız mimarisi, Yunan folkloru, Asur mimarisi, Mezopotamya etnografyası, tarih öncesi çömlekçiliği, yeni çıkan tele-foto mercekleri, Bronz Çağı maden işleme teknikleri, Meredith, Anatole France ve Ekimciler, Jön Türk hareketi, geometrik Arap mimarisi, deve fiyatları, Asurluların ölü gömme gelenekleri ve Almanların Bağdat Demiryolu’ndaki kazı yöntemleri. Bu yaylım ateşiyle beş dakika içinde onu güzelce afallattık”
Bell ise, Lawrance hakkında “İlginç bir oğlan, ondan iyi bir seyyah olur” diye yazmakla yetinmişti.
Lawrance o dönemde henüz 23 yaşındaydı ve orta çağ çömlekçiliğine merak salmıştı.
Kimileri Lawrance’ın İngiliz istihbaratı tarafından Orta Doğu’da çalışmak üzere görevlendirildiğini söylüyor. Ancak bunun tersini savunanlar da var.
Lawrance’a dair bir belgeselde Oxford Tarih bölümü hocalarından biri, “Çok iyi bir arkeolog olabilirdi ama savaş zamanıydı ve dışişleri bakanlığı ile istihbarat tarafından görevlendirildiğinde bunu kabul etmek zorundaydı” diyor.
Yine de bölgedeki ilk yıllarında sadece arkeoloji ile ilgilenen Lawrance yerel işçilerle iletişim kurmak için Arapça öğrendi. Yıllar içinde farklı şive lehçeleri ile Arapçayı mükemmel konuşmaya başladı.
İstanbul’u Bağdat’a bağlayan hatta bir de Mekke ve Medine’ye kadar uzanan Hicaz Demiryolları hattı eklenmişti. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Osmanlı karşıtı Araplar için Hicaz Demiryolları hattı Bağdat hattından daha tehlikeliydi.
Sonuçta henüz birinci dünya savaşı patlamamıştı ancak savaşın ayak sesleri duyuluyordu. Zaten Osmanlı Devleti ve Almanya tam da bu sebepten dolayı yeni bir hat inşasına girişmişti.
Hicaz Demiryolları hattının inşasından sorumlu Alman Auler Paşa, hattın önemine dair şunları yazmıştı; “Osmanlı imparatorluğunun güney vilayetlerinin çok uzak mesafelerde bulunmaları şimdiye kadar orada söz sahibi olmanın karşısındaki en büyük engeldi”
Mısır’da gizli ofis
Lawrance da bir taraftan kazılara devam ediyor diğer taraftan hattı yakından izliyordu.
Bugün Bağdat ve Hicaz Demiryolları hattına ilişkin belgeler arasında Lawrance’ın çektiği fotoğraflar ve aldığı notlar da var. Ancak İngilizlerin üzerinde çalıştığı tek konu demiryolu hattı değildi elbette, detaylı haritalara ihtiyaçları vardı.
Lawrance ile birlikte o bölgede uzunca bir süredir bulunan arkeologların bir kısmı Kahire’ye çağrıldı. Görünüşte sivil amaçlarla toplanmış bir ofis olsa da hem Mısır’da hem de bölgede Osmanlı Devleti’ni şüphelendirmeden çalışmak çok zordu. Nihayetinde Osmanlı subayları kendi istihbaratları sayesinde akademik çalışma görüntüsü altında bölgeye ait haritaların hazırlandığını, fotoğrafların çekildiğini ve detaylı raporlar hazırlandığını öğrendiler.
Lawrance dahil ekibin birkaç üyesi evlerine, İngiltere’ye gönderildi ve bu çalışmalara dair raporları tamamlamalarını istediler. Lawrance İngiltere’ye döndükten sonra bir taraftan raporunu hazırladı diğer taraftan orduya katılmak için tanıdıklarını devreye sokmaya çalıştı. Birkaç girişimden sonra orduya değilse de bölgedeki İngiliz istihbaratına katılmayı başardı.
Nihayet yıl 1914’tü ve İngiltere Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.
Arap aşiretleri ile ilk tanışma
Osmanlı Devleti yüzyılın başından beri devam eden siyasi istikrarsızlıklar, art arda gelen savaşlar ve kötü ekonomi politikaları bütçenin boşalmasına sebep olmuştu.
Kısacası Osmanlı Devleti giderek zayıflıyordu ve İngilizler Osmanlı Devleti’ni bölgeden tamamen atmak için yerel aşiretleri örgütlemeye çoktan başlamıştı.
Zaten Osmanlı Devleti’nden hazzetmeyen bazı Arap aşiretler ve kabileler İngilizlerle işbirliğine başlamıştı ve İngiltere bu çalışmalara hatırı sayılır bütçeler aktarıyordu. Ancak sadece para değil Osmanlı Devleti sonrası bölgede büyük güce hatta bağımsızlığa kavuşma vaatleri ile ittifaklarını genişletmeye çalışıyorlardı.
İngilizlerin özellikle temas kurduğu isimlerin başında Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali geliyordu. Şerif Hüseyin İngilizlere açıkça, “Osmanlıya isyan edersek bizi destekler misiniz?” diye sormuştu. Şerif Hüseyin Hicaz demiryolu inşaasına başından beri karşıydı. Hem Osmanlı Devleti’nin İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye çok kısa süre içinde asker, silah ve malzeme gönderme ihtimalinden rahatsızdı hem de hatla birlikte kendi siyasi ve ekonomik gücü zayıflayacaktı.
Yüzlerce yıldır dünyanın farklı yerlerinden hacılar hac vazifesi için kutsal topraklara kervanlarla gidiyordu. Bu da kervan ve deve sürüsü sahipleri açısından büyük bir ekonomik gelir demekti. Ayrıca kervanların rotası boyunca hacılara hizmet vererek para kazanan küçük işletmeler, lokantalar, hanlar işsiz kalabilirdi. Osmanlı subayları trenin de çok sayıda istasyonda duracağını dolayısıyla rota boyunca bu işten kazanç sağlayanlar açısından tehlikeli bir durum olmadığını anlatmaya çalıştı. Ancak Mekke Şerifi şiddetle hatta karşı çıkmaya devam etti. Nihayet orta yolu buldular. Demiryolu hattı Medine’ye kadar gidecek oradan deve kervanları ile Mekke’ye taşınacaklardı. Böylece deve sürüleri olan Şerif Hüseyin’in kabilesi olan Haşimiler ve diğer kabileler ekonomik kayıplarını azaltacaklardı.
Mekke ve Medine kuşatması
1915 yılında İngilizler tekrar Lawrance ile temas kurdular ve ekibi topladılar.
Diğer taraftan Şerif Hüseyin’e tam destek sözü verilmiş ve bunun ilk adımları da atılmıştı. Ancak İngiltere bir Arap isyanını destekleyip desteklememe konusunda kararsızdı. Çünkü Osmanlı Devleti bölgeden tamamen çıkarıldıktan sonra Arapların birleşerek bir devlet kurması ihtimalinden tedirgindiler. Lawrance ve Hogarth’a göre Arapların böyle bir niyeti yoktu.
1916 yılına gelindiğinde çekişmeler kıran kırana bir savaşa dönüşmüştü.
Savaş bütün şiddetiyle devam ederken Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlı’ya karşı ilk kurşunu attı ve Mekke’deki Osmanlı askerleri kuşatıldı. Kuşatma tam 2 yıl 7 ay sürdü. Mekke ve Medine’deki Osmanlı ordusu ile diğer bölgeler arasındaki ilişki tamamen kopmuştu. Hala Osmanlı yanlısı kabileler vardı bu nedenle Şerif Hüseyin’e bağlı gruplar sıcak çatışma yerine kuşatmayı tercih etti.
İngilizler ise Müslümanlar için kutsal olan topraklara asker sokmanın infial yaratacağını düşündükleri için geride durdular.
Mekke ve Medine’deki askerlerin başında Fahrettin Paşa vardı. Kuşatma uzadıkça açlık, salgın hastalık, toplu firarlar da baş göstermişti. Padişahın ikna etmesi ile müdafaaya son veren Fahrettin Paşa İngilizler tarafından tutuklandı ve sürgüne gönderildi.
Daha sonra milli mücadeleye katılan Fahrettin Paşa’yı Lawrance’ın övdüğü ve Çöl Kaplanı dediği bazı kaynaklarda yer alıyor.
Ancak Mekke ve Medine kuşatma altında etkisiz hale getirilse de bölge çok büyüktü ve Yemen’den Filistin’e ve Irak’a kadar birçok yer hala Osmanlı ordusunun elindeydi.
Lawrance ise çölde, birkaç kabile ile birlikte Hicaz Demiryolları’nı tamamen yok edip Osmanlı garnizonları arasındaki ikmali tamamen kesmek için kolları sıvamıştı. İngiltere Mekke Şerif’i Hüseyin’e 70 bin sterlinlik altın göndermiş ve dağınık durumdaki Arap kabileleri birleştirmeye çalışıyordu.
Bu arada Lawrance Arap kabilelerle birlikte Osmanlı Ordusu için hayati önemdeki telgraf hatlarını kesiyor, biri tamir edilemeden diğerine geçiyordu. Yine Hicaz Demiryolu boyunca bazı noktalarda rayların altlarına mayınlar yerleştiriliyordu.
1917’ye gelindiğinde yanındaki Arap aşiretlerle birlikte çölde yüzlerce km aşan Lawrance bugün Ürdün’de bulunan Akabe limanına ulaştı. Lawrance yanındakilerle Şam’a doğru ilerlerken Kahire’den yiyecek, para, silah ve hava desteği almak daha da zorlaşıyordu.
Yine Şam’a doğru çekilen Osmanlı ordusu hala buralarda güçlüydü ve çölde Hicaz Demiryolları’na yönelik saldırılar başarılı olurken Ürdün’den itibaren kurulan pusuların çoğu Osmanlı ordusu tarafından keşfedilip engelleniyordu.
Mekke şerifi ile karşı karşıya geldi
Bütün bunlar olurken Lawrance fiziksel ve psikolojik olarak tükenmenin eşiğindeydi.
Savaş uzadıkça yanındaki Arap kabileler arasındaki husumetler ve huzursuzluklar artıyordu. Ayrıca firarlar da başlamıştı.
Bu arada Rusya’da Bolşevik İhtilali gerçekleşti ve devrimciler Sykes-Picot anlaşmasını bütün dünyaya duyurdular. Anlaşma İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkeler arasında gizli olarak yapılmıştı. Bölge büyük ölçüde İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya arasında bölüşülmüştü.
Anlaşmanın duyurulması ile birlikte kendisine büyük Arap devleti kurma sözü verilen Mekke Şerifi Hüseyin İngilizlerin niyetini sorgulamaya başladı.
İngilizler Mekke Şerifi Hüseyin’e “Bolşeviklerin yayınladığı şey bir taslak, asla gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyecek” dediler.
Bu kriz henüz atlatılmamışken meşhur Balfour Deklarasyonu duyuruldu. Her milletin kendi kaderini tayin hakkı olduğu belirtilen deklarasyonun ardından Filistin’e yönelik Yahudi göçü sele döndü. Şerif Hüseyin ve Araplar bir kez daha tedirgindiler çünkü İngilizlerle yaptıkları görüşmelerde bunlardan hiç bahsedilmemişti.
Lawrance’ın hayatını değiştiren gazeteci
1918’de İngilizler fiilen Kudüs’e girdikten kısa bir süre sonra Lawrance da Kudüs’e gitti. Orada tanıştırıldığı Amerikalı gazeteci Lowell Thomas birkaç yıl içinde Lawrance’ın dünya çapında tanınmasını sağlayacak ve hayatını büyük ölçüde değiştirecekti.
Bu arada Arapların tedirginlikleri giderek artıyordu ve Osmanlı Devleti ile yeniden temas kurdular. Lawrance ve İngilizler bunu öğrenmişti ve İngilizler Arapları rahatlatan açıklamayı yaptılar; Araplar tarafından kurtarılan bölgelerin egemenliği tanınacak.
Böylece Araplar Sykes-Picot anlaşmasının tamamen geçersiz olduğuna emin oldular ancak yanıldıklarında kısa bir süre sonra anlayacaklardı.
Lawrance ile İngiltere arasındaki ilk çatlaklar da belirginleşmeye başladı. Lawrance bir demecinde şöyle demişti; Arapları bir yalan uğruna savaşmaları için çağırıyoruz ve ben buna dayanamıyorum.
Herkesin gözü Şam’da
Şam herkes için çok önemliydi. İngilizler, Fransızlar ve Lawrance ile birlikte Arap kabileler farklı kollardan Şam’a ilerliyordu.
İngilizler Fransızlardan önce şehre girmeye çalışıyordu. Lawrance ise İngilizlerden önce Mekke Emirinin güçleriyle şehri almaya çalışıyordu.
Sonuçta Balfour deklarasyonuna göre, şehir eğer Araplar tarafından alınırsa egemenlikleri tanınacaktı.
Taraflar yarışırken küçük bir Arap kuvvet şehre girmişti ve kuvvetin başındaki isim kendini vali ilan etmişti. Şehirde günler süren bir kıyım yaşandı.
Lawrance şehre girdiğinde sokaklarda Osmanlı esirlerinin cesetleri, yıkılmış binalar, yağmalanmış çarşılar vardı. Ancak daha sonra İngiliz güçlerin komutanı Allenby Lawrance ile Mekke Şerifi’nin üçüncü oğlu Faysal’ı yanına çağırıp Şam’ın ve Lübnan’ın Fransızların kontrolünde kalacağını söyledi. Lawrance büyük bir hayalkırıklığı ve öfkeyle İngiltere’ye döndü.
Huzursuz günler
Orta Doğu ve Arap dünyası uzmanıydı artık. Hükümete yakın çalışması istendi, kral tarafından kabul edildi, rütbeler teklif edildi ancak Lawrance birçoğunu reddetti.
İngiltere kralı ile özel görüşmesinde Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Paris Barış Konferansı’na katılmasını istedi.
Konferans öncesi Faysal, Reuters’a “Yahudilerle Araplar arasında her iki ulusun da çıkarı gözetilerek ilişkiler kurulabileceği ümidinde olduğunu” söyledi.
Aslında İngilizler dışında Arapların ve Yahudilerin önemli bir kısmı bu konuda pek emin değillerdi. Bu arada Suriye’nin bağımsızlığı ve Faysal’ın krallığına bağlanması konusunda İngilizler hiç istekli değildi.
Faysal konferans devam ederken bir Fransız gazetesine verdiği röportajda, “bir Yahudi devletini kesinlikle reddettiğini” söylüyordu.
Yanlış taktikler
Diplomatik pazarlıklar sürerken Fransa Başbakanı George Clemenceau Faysal’a Suriye’de sınırlı bir varlık sözü verdi.
Faysal bunu kabul edecekken Lawrance biraz daha beklemesini söyledi ve ancak pazarlıkları kızıştırması düşünülen bu taktik işe yaramadı ve Faysal konferanstan eli boş döndü.
Faysal yani Mekke Şerifi Hüseyin’in 3.oğlu daha sonra Gertrude Bell ve İngiltere’nin desteği ile Irak kralı olacaktı.
Konferanstan sonra Lawrance geride bıraktığı eşyalarını ve evraklarını almak için Kahire’ye döndü.
Yıl 1919’du. Lawrance’ın yıllar önce Kudüs’te tanıştığı Amerikalı gazeteci Lowell Thomas Lawrance ile ilgili bir hikaye yazmıştı. Hikaye Amerika’da ve İngiltere’de büyük ses getirmiş ve Lawrance bir kahramana dönüşmüştü. Filmi de çekilen hikaye ile birlikte Lawrance artık dünya çapında tanınıyordu ancak Thomas’ın makalelerinde Lawrance’a ve yaptıklarına dair oldukça abartılı bölümler ve açıkça yanlış bilgiler de vardı. Ancak Lawrance bunlara itiraz etmedi, düzeltilmesini istemedi. İstediyse de arşivlere giren bir talepte bulunmadı.
Thomas, Lawrance’ı Arabistan’ın taçsız kralı ya da Mekke prensi gibi ifadelerle tanımlıyordu. Lawrance bu ününün kendisine siyasi bir gelecek getirebileceğini fark edip kendi hikayesini kaleme almaya karar verdi. Bilgeliğin 7 sütunu adlı otobiyografik çalışma böyle ortaya çıktı. Lawrance çalışmada kendinden çok bölgedeki çatışmaları anlatıyordu.
Lawrance’tan sonra bölgede İngilizler ve Fransızlar arasında petrol yatakları ve boru hatları güzergahları ile ilgili sorunlar büyümeye devam etti. Elbette bu durum Arapları doğrudan etkiliyordu. Lawrance’ın da bizzat ‘öldü’ diye güvence verdiği Sykes-Picot fiilen uygulanıyordu.
Psikolojik çöküşün eşiğinde
Uzun süredir fiziksel ve psikolojik olarak çökmenin eşiğinde olan Lawrance her bir gelişmede daha da öfkeleniyor ve gazetelere İngiltere’nin Orta Doğu politikalarını sert bir şekilde eleştiren mektuplar yazıyordu. Bir taraftan ünü artarken diğer taraftan hızla çöküyor ve yalnızlaşıyordu. Zaten Oxford’daki işinden de ayrılmıştı.
Lawrance son bir deneme yapıp sivil arabulucu olarak bölgeye gönderilmesini istedi. Ona göre Şam, Humus, Hama ve Halep tek bir Arap devleti olacak; İngiliz ve Fransız danışmanlar yardımıyla yönetilecekti. Ancak Lawrance’ın bu teklifi reddedildi. Lawrance’ın Irak ve Suriye’deki yönetime Arapların da dahil edilmesine dair bütün önerileri reddediliyordu.
Faysal bir kez daha İngiltere’ye gitti ve İngilizlerin Irak topraklarındaki petrol yatakları üzerindeki haklarını ve Basra Körfezi’ne ulaşma talebini kabul ederek Irak kralı olmayı kabul ettirebildi. Faysal İngilizlerin desteğini almış olsa da Irak’ta bir rakibi vardı ve İngilizler tarafından Faysal’ın önü açılsın diye kaçırıldı.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in bir diğer oğlu Abdullah da Ürdün kralı olmuştu.
Ölümcül tutku
Lawrance’ın psikolojisinin harap olduğu artık aşikardı. Bu nedenle onu mümkün olduğunca ordu içinde tutmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra hava kuvvetlerine ve uçaklara merak saldı.
Öfkelendiğinde intihar tehditleri savuracak kadar kendini kaybedebiliyordu. Bu nedenle çevresindekiler intihar dahil her şeyi yapabileceğinden korkuyordu.
1926’ta nihayet Bilgeliğin 7 Sütunu adlı eserini bitirdi. Ardından hava kuvvetleri ile birlikte Afganistan’a gitti.
Bir İngiliz gazetesi Lawrance’ın Afganlar arasına ajanlık yapmak için gönderildiğini yazdı. Bu haberle Lawrance’ın orada çıkardığı sorunlar ve itaatsizlikleri birleşince Lawrance’ı İngiltere’ye geri göndermeye karar verdiler.
Yine de Lawrance 1935’e kadar hava kuvvetlerinde kaldı. Bunların dışında motosikletiyle hız yapmayı çok seviyordu. Ölümü de bu tutkusu yüzünden oldu.
Hava kuvvetlerinden ayrıldıktan hemen sonra İngiliz hükümeti sivil bazı pozisyonlar teklif etti ancak Lawrance bunları da reddetti ve Londra kırsalında bir kır evine yerleşti.
13 Mayıs 1935’te motosikleti ile kaza yaptı ve hayatını kaybetti.
Resmi kayıtlarda motosikleti ile hız yaparken yoldaki çocuklara çarpmamak üzere manevra yaptığı için öldüğü belirtiliyor. Ancak bu hikayenin doğru olmadığı ve Lawrance’ın hızla bir ağaca çarparak intihar ettiğini iddia edenler de var.
Lawrance’a dair yazıların ne kadarı doğru, ne kadarı abartı bilinmez ancak bölgenin kaderini şekillendiren isimlerden biri olduğu kesin.