Yazı Dizisi: Orta Doğu'nun Casusları 4/ Çekirgelerle gelen örgüt

Hediye Levent, tarih yazan ve tarihe geçen casusları ve hikayelerini anlatıyor.

Birinci Dünya Savaşı yılları bölgenin kaynadığı bir dönem olarak biliniyor. Bu dönemde hem İngiltere, Almanya, Fransa, Osmanlı gibi büyük devletler kıyasıya bir savaş veriyordu hem de bölgedeki güçler arasında mücadele başlamıştı.
Yine bu dönemde bölgede çok sayıda küçüklü büyüklü casusluk ağları ortaya çıktı. Bölgenin haritası değişiyor bazı ülkeler tarih sahnesinden çekilirken bazıları bağımsızlık yolunda ilerliyordu. Elbette kaynayan bölgede en aktif olanlar Yahudi casuslar ve casusluk ağlarıydı. Bölgedeki Osmanlı idaresi çatırdarken büyük devletler tarafından devlet sözü verilenlerin başında Yahudiler geliyordu.
Eylemleri kadar örgütleşme süreci de çarpıcı olan Aaronsohn kardeşleri ve kurdukları NİLİ adlı örgüt Yahudiler tarafından kurulan çok sayıda örgüt arasında öne çıkanlardandı.
Aslında NİLİ örgütünün hikayesi aşk, nefret, tehlike, idealler ve intiharlarla örülü bir hikaye. Fonda birinci dünya savaşının ayak sesleri vardı ve Osmanlı Devleti’nde İttihat ve Terakki rüzgarı esiyordu.
NİLİ adlı örgüt 1915-1918 yılları arasında aktif olarak çalıştı. Ancak örgütün de kurucularının da hikayeleri dünya Siyonist hareketinden ayrı değildi.
Peki Siyonizm neydi, nasıl gelişti?

Tanrı katilleri!


Milyonlarca Hristiyan Hz. İsa’nın Kudüs’teki Yahudilerin baskısıyla öldürüldüğüne
inanıyordu. Bu nedenle Yahudiler yüz yıllardır “Tanrı katilleri” olarak yaftalıydılar. Yahudiler ise Filistin’in Tanrı tarafından kendilerine vaad edilen topraklar olduğuna
inanıyordu. Bu inanç önceleri sadece imanla sınırlıydı. Avrupa’daki yeni fikir hareketleri ile
birlikte bir ideolojiye dönüştü. Yahudi karşıtlığı, Siyonizmin temellerini attı. Siyonizm de bir
ulus devlet kurmanın sistematik bir hedefe dönüştüğü bir ideoloji haline geldi.
Bu arada Siyon Yahudi dini metinlerde Kudüs’ün adıydı.
Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl 1897’de ilk Yahudi Siyonist Kongresi’ni yaptı. Yine
Herzl’in liderliğindeki Siyonistler Avrupa ve Amerika ağırlıklı olmak üzere yoğun bir siyasi
faaliyet sürdürüyordu. Filistin’deki Yahudi nüfusunu artırmaya çalışıyorlardı. Bunun için
dünyaya dağılmış olan Yahudileri Filistin’e dönmeye teşvik ediyorlardı. Çarlık Rusyası bu
girişimin en fazla karşılık bulduğu yer oldu. Çünkü Yahudiler kötü şartlarda yaşıyorlardı ve
kötü muamele görüyorlardı. Rusya’da, Romanya’da, Polonya’da yaşayan Yahudiler Filistin’e
göç etmeye başladılar. Ancak Filistin Osmanlı Devleti sınırları içindeydi. Dönemin sultanı
Abdulhamit’in ikna edilmesi gerekiyordu.
Teodor Herzl Sultan Abdulhamit ile görüşmek için 5 kez İstanbul’a gitti, sultanla sadece bir
kez görüşebildi.
Osmanlı Devleti’nin en büyük derdi dış borçlardı. Herzl dış borçların bir kısmının ödenmesi
karşılığında Filistin’den toprak istedi. Girişim başarısızlıkla sonuçlandı.

Yahudi göçünü engelleme girişimleri


Gerçi Filistin’e Yahudi göçleri 1800’lerin ortalarından itibaren başlamıştı. 1800’lerin sonuna
gelindiğinde göç o kadar artmıştı ki, Osmanlı Devleti göçmen akınını engellemek için bir
takım tedbirler almaya başladı. Önce Filistin’e sadece hac ve ticaret amacıyla giden
Yahudilere izin verdiler. Ancak bu yasağı delmenin yolları çoktu. Filistin’e farklı yollardan
giden Yahudiler büyük topraklar alıyor ve yerleşmeye hak kazanıyorlardı. Bunun üzerine
1892’de Osmanlı Devleti vatandaşı olan Yahudilere bile Filistin’de toprak satışı yasaklandı.
Ancak bunu da aşmanın yolları bulunmuştu. Nihayetinde 1900 yılı itibariyle yasaklar
esnemeye başladı. Artık Osmanlı vatandaşı olmayan Yahudilerin Filistin’de 3 ay kalmalarına
izin veriliyordu.
Bu yasaklar ve tedbirler ne göçü durdurdu ne de toprak satışlarını…
Osmanlı vatandaşı Filistinli Yahudiler toprak alıyordu. Rotschild ailesi gibi zenginler de
göçmen Yahudiler için köyler kurulması için maddi destek veriyordu.
Aaronshon ailesi de Romanya’dan göçen Yahudiler arasındaydı. Ailenin 4 çocuğu vardı
ancak üçü NİLİ adlı örgütü kurup aktif olarak örgütte çalıştı.
Ailenin en büyük çocuğu Aaron Aaronsohn Cemal Paşa’nın emriyle kurulan tarım merkezinin
başındaydı.
Alexander Aaronsohn örgütün İngilizler tarafından desteklenmesini sağlayan isimdi. Ayrıca
Filistin’deki Yahudilerin özellikle İngiltere ve Amerika’daki propaganda faaliyetlerini de
üstlenmişti.
Sarah ise, Osmanlı zabitleri ile yakın ilişkiler kurup çok kritik bilgiler edinen saha ajanı olarak
öne çıkıyordu.

Örgütün adı ne anlama geliyordu?


İddiaya göre, Aaronsohn kardeşler İngilizlerle temas kurdu. Sorumlu İngiliz subay bir parola
gerektiğini söyledi. Aaron yanındaki Tevrat’tan rast gele bir cümle seçti.
İsrail’in ihtişamı aldatmaz ifadesinin İbranicesi yani Nezah Israel Lo yeshaker’in baş harfleri
örgütün ismi olarak belirlendi.
Örgütün neden kurulduğuna ilişkin farklı rivayetler var.
Alexander Aaronsohn hatıratında örgütün doğuşunun bir olayla başladığını yazıyordu. Buna
göre, yaşlı bir adam ve yanındaki genç kızın yolu Araplar tarafından kesilmişti ve yaşlı
Yahudi ölesiye dövülmüş genç kız ise kaçırılmıştı.
Alexander ondan sonra yaşadıkları köydeki gençleri örgütlediklerini ve örgütün böyle
doğduğunu anlatıyordu.
Ancak abisi Aaron’un ziraat konusunda Amerika’da yükseköğrenim gördüğü, oradayken
Siyonist çevrelerle teması olduğu biliniyor. Hatta Aaron bir süre bir süre Anadolu’nun çeşitli

yerlerinde tarım konusunda çalışmıştı. Açıkça Siyonizm propagandası yaptığı için tehlikeli
bulunduğu ve Abdulhamid tarafından Filistin’e sürüldüğü rivayeti de var.

Çekirgelerin getirdiği fırsat


NİLİ adlı örgüt nasıl ortaya çıkmış olursa olsun örgütü örgüt yapan sebep çekirgeler oldu.
Birinci dünya savaşının şiddetle devam ettiği dönemde bir de çekirge istilası başladı.
Alexander Aaronsohn Türk Ordusuyla Filistin’de adıyla yayınlanan hatıratında çekirge
istilasına dair şunları anlatıyor;
“Çekirgeler Sudan’dan, güneşi karartan kalın bulutların içinde gelmişlerdi. Bu böcekler
“göçmen çekirgeler” adıyla biliniyordu. Filistin, 40 yıldan beri bunların ziyaretinden
korunmuştu. Fakat bu kez gelişleri, Eski Ahit’de Joel Peygamber’in bahsettiğine
benzemekteydi. Tam buluğ çağına gelmişler ve kuluçka için olgundular. Yeryüzü,
yumurtalarını gömmek için toprağı eşen bu dişi çekirgelerle kaplanmıştı. Eğer bunlar
kuluçkadan çıkarsa, istila edileceğimizi biliyorduk. Çünkü adım attığınız her yer yumurtayla
doluydu. ”
Alexander Aaronsohn’un anlattığına göre, “çekirgeler sadece yaprakları tamamen
yemiyorlar, bilakis ağaçların kabuklarını da kemirerek onları bir iskelet haline getiriyorlardı.
Tarlalar diplerine kadar açılmıştı. Çekirgelerin tahribatından hiçbir şey kurtulamamıştı.
Oburluklarıyla rastladıkları her şeye saldırmışlardı.”
Aaronsohn, çekirge sürüleri tarafından yüzleri yenilen Arap çocukları gördüğünü anlatıyordu.

CEMAL PAŞANIN EMRİ!
Cemal Paşa ise hatıratında, çekirge istilası sebebiyle ağaçlarda yeşil yaprak bile kalmadığını
yazıyordu. Cemal Paşa’ya göre çekirge istilası yeşil bir ülkeyi birkaç saat içinde çöle
çevirecek kadar şiddetliydi.
1. Dünya Savaşı devam ediyordu ve zaten kıtlık tehlikesi her daim varken çekirge istilası
ümitsizliği daha da büyütüyordu. Ancak çekirgelerle mücadele o kadar da kolay değildi.
Çünkü Osmanlı hali hazırda savaştaydı ve petrol başta olmak üzere mücadele için gerekli
ihtiyaçlar yoktu.
Cemal Paşa ziraatçi olan Aaron Aaronsohn’u çekirge istilasıyla mücadele için görevlendirdi.
Çekirgelerle mücadele etmenin tek yolu Osmanlı idaresindeki her yeri dolaşıp toprağı
kazmaktı. Yani toprağı alt üst ederek çekirge yumurtalarını gömmekti.
Bu atama ile Aaronsohn kardeşler Osmanlı idaresindeki sivil ve askeri bölgelere girmelerini
sağlayan izin belgelerine kavuşmuş oldu. Gördükleri her şeyi not alıyorlardı; askeri birliklerin
durumu, askerlerin hedefleri, sevkiyat rotaları, demir yollarının durumu, askeri üsler, yollar,
telgraf hatları, hastanelerin yerleri…
Ayrıca güvendikleri isimleri de örgütlerine katıyorlardı. Mesela Ürdün’ün Afullah
bölgesindeki demiryolu kavşağında çalışan aile dostları Dr. Neumann da örgüttendi. Dr.
Neumann askerlerden her şeyi öğrenebiliyordu.

Aaron tarımdan hiç anlamayan insanları da işe alıp tarım merkezini istihbarat örgütüne
paravan yaptı.

Lawrance ile ilk temas


Aaronsohn kardeşlerin İngilizleri ikna etmesi kolay olmadı.
Kardeşler önce Mısır’da Lawrance’ın ekibi ile görüştü. Ancak İngilizler için öncelikli olan
Mekke Şerif’i Hüseyin’i desteklemek ve Arap kabileleri isyana ikna etmekti. NİLİ’ye
ayrılacak insan ve para kaynağı yoktu.
Bunun üzerine Aaron Aaronsohn Londra’ya gitmeye karar verdi ancak Osmanlı Devleti ile
İngiltere savaş halindeydi. Bu nedenle bir gerekçe gerekliydi. Osmanlı Ordusunun yakıt krizi
vardı. Aaron Aaronsohn Cemal Paşa’ya krizin susam yağı kullanılarak hafifletilebileceğini
söyledi. Bu konuda Avrupa’daki bilim çevreleri ile görüşmesi gerektiğini belirtip izin aldı.
Birkaç ülke değiştirip sahte pasaportlarla İngiltere’ye ulaşmayı başardı. İngiliz istihbaratının
başındaki Sir Basil Thomson ile görüştü. Aaron Aaronsohn’un kısa bir görüşmede verdiği
bilgiler İngiliz istihbaratının başındaki Thomson’u ikna etmeye yetti.
Aaronsohn’lar için Londra seyahati çok tehlikeliydi ancak başarıyla sonuçlanmıştı.
Kardeşler istihbarat karşılığında göçmen Yahudilere maddi destek sağlamayı da
başarmışlardı.
Aaron Aaronsohn Filistin’e döndükten sonra örgüt çalışmalarına hızla devam etti.

İstihbarat kaynağı barlar


Kudüs’teki barlarda içki içerken kritik bilgileri anlatan Alman askerlerinden, rüşvetle satın
aldıkları Osmanlı subaylarından, içkili partilerde gevşeyen istihbaratçılardan çok önemli
bilgiler alıyorlardı. Ayrıca haritalardan gizli dosyalara kadar kritik evrakları da temin
edebiliyorlardı.
Yine Sarah Aaronsohn’un gönül ilişkileri sayesinde çok sayıda üst düzey subayla yakınlık
kurduğu anlatılıyor.

POSTA GÜVERCİNLERİ
NİLİ örgütü topladığı bilgiyi haftada birkaç kez Yafa açıklarına gelen İngiliz gemisine
ulaştırıyordu. Gemi sahilden görülebilecek bir yere gelerek dumanıyla işaret veriyordu.
Aaronsohn kardeşler şifreli mesajları küçük kapsüllere koyarak güvercinlerin ayaklarına
bağlıyorlardı. İngilizler Aaronsohn’lara onlarca posta güvercini de vermişti. Böylece haftalar
alacak istihbarat akışı bir gün içinde yapılabiliyordu.
İş öyle bir noktaya geldi ki, Osmanlı ordusu bir yere top bataryalarını tam olarak
yerleştirilmeden İngiliz uçakları tarafından vuruluyordu. Artık ordu içinde casusluk
şebekelerinin olduğu çok açıktı.

Er İbrahim’in dikkati


Örgütün nasıl ortaya çıkarıldığına dair iki rivayet var.
İlk rivayetin kaynağı bir Lübnan gazetesinde yayınlanan casusluk faaliyetleri tefrikası. Tefrika
isimsiz yayınlandı. Ancak tefrikanın büyük ihtimalle İttihat ve Terakki dönemi Polis genel
müdürü Hüseyin Aziz Bey tarafından yazıldığı öne sürülüyordu.
Tefrikada da yer alan ilk rivayete göre, Hüseyin Aziz Bey Nasıra Mıntıka Kumandanı Yunus
Haydar Bey’e bir telgraf gönderdi. Telgrafta şöyle bir uyarıda bulunuluyordu; “İngiliz
donanmasındaki zırhlılardan biri her gün aynı saatte bölgeniz sahillerine yanaşıyor. Bu
şüpheli hareket sadece bölgeyi kontrol için olmamalı”
İstanbul’dan olayın araştırılması için Şerif, Sami, Arif ve Ahmed adlı polisler
görevlendirilmişti.
Ancak NİLİ örgütünü bu sivil polisler değil sıradan bir er ortaya çıkardı. İbrahim adlı bir er
sahile yakın bir yerden geçerken bir adamın art arda kibrit yaktığını gördü. Aynı zamanda
sahile yaklaşmakta olan gemi de er İbrahim’in dikkatini çekti. Er İbrahim adamın kafasına
silahının dipçiği ile vurup adamı bayılttı. Ardından sürükleyerek karakola götürdü. Yakalanan
kişi NİLİ örgütünden Yakob Abraham Habon’du.
Habon sorgu için götürüldüğü Şam’da örgütün en önemli isimlerinden Naaman Belkind ve
Josef Tabon’un yakalanmasını sağladı.
Dönemin Polis Genel Müdürü Hüseyin Aziz Bey yıllar sonra sitemle şunları yazmıştı;
“Casuslara karşı mücadeleyi savaşın başında yapabilmiş olsaydım çok farklı olurdu ancak
kumandanlık izin vermedi”

Hipnozla gelen itiraf


Hüseyin Aziz Bey tarafından kaleme alındığı söylenen tefrikaya göre, Naaman Belkind ve
Josef Tobin’i konuşturmak için bilimsel yöntemlere başvurmaya karar verdiler. Beyrut Tıp
Fakültesi’nden Abdi Bey Şam’a çağrıldı. Tutukluları hipnotize etmesi istendi. Yöntem kısmen
başarıya ulaştı ve örgütün çökertilmesini sağlayacak isimlere ve bilgilere ulaşıldı.

HAİN GÜVERCİN
Örgütün ortaya çıkarılmasına dair ikinci rivayete göre ise, Aaronsohn kardeşler posta
güvercinlerinin ihanetine uğradı.
Sarah Aaronsohn’un İngiliz gemisi ile iletişim kurmak için kullandığı güvercinlerden biri
olabilecek en yanlış yere gitti. Güvercin bölgenin polis müdürünün beslediği güvercinler
arasına karıştı. Polis müdürü güvercinin ayağındaki kapsülü fark etti. Kapsül içindeki not
şifreliydi. Filistin’de ve Şam’da çözülemeyince İstanbul’a gönderildi.
Sarah Aaronsohn güvercinin kayıp olduğunu fark ettikten sonra birkaçı hariç bütün
güvercinleri öldürdü. Örgütü ele verebilecek bütün belgeleri ya yaktı ya da gömdü. Ancak bu
da pek işe yaramadı.

Alexander Aaronsohn “Türk ordusuyla Filistin’de” adıyla yayınladığı hatıratta yer alan
dönemin Osmanlı Devleti’ne ve ordusuna dair gözlemleri oldukça çarpıcı.
İngilizler tarafından 6-7 dile çevrilip dağıtılan bu hatırat Alexander Aaronsohn’un askerliğe
çağrılması ile başlıyor. Savaş öncesi dönemdeki hayatına, ailesinin durumuna ilişkin bilgi yer
almıyor.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyet’in ilanı ile azınlıkların hakları
genişletilmişti ancak onlara da zorunlu askerlik geldi. Birinci dünya savaşı başlayınca
Filistin’deki 19 ile 45 yaş arasındaki her dinden erkek de orduya çağrıldı.
Alexander Aaronsohn askere gitmemek için Amerikalılarla olan bağlantılarını kullanmaya
çalıştı. Hatta Filistin açıklarındaki Amerikan askeri gemisine binmeyi de başardı. Ancak
kaptan Osmanlı Devleti ile Amerika ilişkileri bozulabilir gerekçesiyle Aaronsohn’u gemiye
almayı reddetti.
Alexander Aaronsohn 20 arkadaşı ile birlikte orduya başvurdu ve askere alındı
Alexander Aaronsohn hatıratında ordudaki ilk gününü şöyle anlatıyor; “Bizim gruptan
takriben 300 kişi seçilerek Kuzey Celile’nin bir tepesinden Taberiye Gölü’ne yakın olan
Safed’e yürüyüş için hazırlık yapılması emredilmişti.
Bu sıcak altında, toz içinde ve vücut ağrılarıyla dört gün süren bir yürüyüştü. Yakıcı eylül
güneşi bize, tepemizden ve ayaklarımızdan acımasızca işkence ediyordu. Çukurlarla ve
gevşemiş taşlarla dolu basit patika yolda gidiyorduk. Fakat bir süre sonra, üstü başı perişan
sivri taşlara aldırış etmeden yalın ayak gezen Araplara imrenmeye başladık. Uzun ve ciddi
mesafede bir yola gitmek istediklerinde ayakkabılarını çıkartıp omuzlarına asarlar ve nasırlı
ayaklarına güvenirler.
Yiyecek maddelerimizi kendi imkanlarımızla yolda satın almak zorunda kalıyorduk. Araplar
zaten korkunç bir durumdaydılar. Birçoğunun tek meteliği dahi yoktu. Açlık sıkıntısı had
safhaya çıktığında yolun sağında ve solunda bulunan küçük çiftlikleri yağmalamaya
başlıyorlardı. Kümes hayvanları, ve sebzeler gibi küçük şeylerle başlayan hırsızlıklar,
subaylar tarafından engellenemeyen büyük zorbalıklara dönüşmüştü. Evlere baskınlar yapıp,
kadınları rahatsız ediyorlardı.
Alexander Aaronsohn uzun ve yorucu bir yürüyüşün ardından ulaştıkları yeri kinayeli
ifadelerle aktarıyor; “Terk edilmiş eski bir cami karargah olarak bize tahsis edilmişti. Çıplak
taş fayanslar üzerinde sıkışık ve karmakarışık bir ortamda kirliliği ve haşaratları
düşünemeyecek kadar yorgun Sultan’ın askerleri olarak ilk gecemizi burada geçirdik.
Bir sonraki günün akşamı üniformalarımızı aldık. Türk askeri üniforması Alman etkisi altında
son 5 yılda oldukça değişmişti. Hakiden yapılmış, İngiliz ordu üniforması ve diğer Avrupai
biçimlerden biraz daha koyu renge sahipti. Dikkat çeken tek şey ise, türban ve Alman
miğferinin tuhaf bir karışımı olan Hedşar’dı. Bu, dindarlığı pratikle birleştiren Enver
Paşa’nın bir eseriydi ve adı onun şerefine Enveri konulmuştu.
Bütün üniformalar eski ve kirliydi. Hatta bazılarının arasında Mekke veya Yemen’de
koleradan ölen bir Arap askerine ait bir üniforma bile olabilirdi”
Alexander’a göre o dönemde her 10 subaydan 9’u satın alınabilirdi.

Subayların bu alışkanlığı sayesinde önce iyi ve temiz üniforma alıyor sonra o bölgedeki bir
motelde kalma izni aldı.

Hacı Wılhelm


Alexander hatıratında İstanbul’dan sürekli Almanların bitmeyen zaferlerine ilişkin telgraflar
geldiğinden bahsediyor. Özellikle Araplar üzerinde etkili olan propaganda telgraflarının bir
süre sonra ters etki yapmaya başladığını anlatıyor.
Bu arada Osmanlı ile ittifak halinde olan Almanlar da ayrıca propaganda faaliyetleri
yürütüyordu.
Mesela 1898 yılında Alman Kaiser’i Şam’a gitti ve Sultan Selahaddin’in kabrini ziyaret etti.
Kaiser’in “300 milyon Müslüman’a onların dostu olduğumu söyle” sözü oldukça meşhurdur.
Alexander’a göre Almanlar bu politikaları sayesinde birçok kazanım elde etti.
Alexander hatıratında bu konuya dair şunları aktarıyor;
Bağdat Demiryolu ihalesini Almanlara getiren ve onları Fırat ile Dicle vadisinin efendisi
yapan planın bir parçasını teşkil etmişti. Bu plan ve proje çerçevesinde öngörülen tali
demiryolları Almanların dolaylı olarak Kıbrıs etrafındaki Akdeniz’in iki Suriye yolunun ve
Lübnan vadilerinin efendisi yapıyordu. Almanlar Tebriz ve Tahran’a giden Fars yolarına ve
Zübeyir’deki Basra Körfezi şube hattına da hükmediyorlardı.
Bu demiryolları İran’ın kontrolünü Almanların eline teslim ediyordu. Buradan Hindistan’a
ulaşım kolaylaşıyor ve Suriye üzerinden Süveyş Kanalı’na ve Mısır’a ulaşılıyordu.
Ancak Alexander’a göre Almanlar Filistin’e Alman göçünü de teşvik ediyorlardı.
İttihat ve Terakki’nin alameti farikalarından biri de Almanya ile birlikte cihat
propagandasıydı. Bununla ilgili Alexander’ın verdiği örnekler oldukça çarpıcı;
Bütün camilerde ibadetler, Allah’ın rahmetinin Sultan ve Hacı Wilhem’in üzerine olması
çağrısıyla bitiyordu. Burada dikkat çekici olan şey, hacı tabiri sadece Mekke’ye hac
seyahatini yapan ve Kabe’deki kutsal taşı öpen Müslümanlar için kullanılmasıdır. Kutsal
mekanlara giren her Hristiyan hemen öldürülür. Fakat Protestanların lideri II.Wilhelm Hacı
Wilhelm olarak adlandırılıyordu.
Alexander Aaronsohn, hatıratında Filistin’deki Alman propagandası kapsamında Arapça
ilanlar dağıtıldığını ve halka açık konuşmalar yapıldığını aktarıyor. Aaronsohn’a göre, bu
ilanlarda Almanların Muhammed Peygamber’in soyundan geldikleri söyleniyordu. Ayrıca
İslam’ın kurtarıcısı olarak Kayzer’in gelişini önceden haber veren Kuran ayetlerinin olduğu
anlatılıyordu.
Alexander aşağıdan yukarıya rüşvet dağıtarak askerliğe elverişli olmadığı raporu aldı. Doktor
genç ve sağlıklı olan Alexander’a aşırı kanama teşhisi koydu. Alexander ordudan ayrılsa da
ordu içindeki kendi köyünden arkadaşlarından hatta NİLİ örgütü casuslarından ayrıntılı bilgi
almaya devam etti
Bu arada, Osmanlı Ordusu’nun en büyük yenilgilerinden Süveyş Kanalı harekatı başladı.

Alexander hatıratında harekat dönemini şöyle anlatıyor;
“Alman subaylar hiç şüphesiz kabiliyetsiz insanlar değillerdi. Kısa bir süre sonra öğrendiğim
gibi büyük bir orduyu mısır’a getirebilecekleri konusunda hayal kurmuyorlardı…. Türkler ise
daha az basiretliydiler. İngilizleri şimdi buradan atacaklarına ve zaferle Kahire’ye
gireceklerine inanıyorlardı. Büyük bir şevkle Süveyş kanalı’na karşı seferin hazırlıklarına
başlanılmıştı. Basit askerlerin bu zafer seferi hakkındaki düşünceleri gerçekten de
eğlendiriciydi. Bunlardan bir tanesi kanalın büyük oranda yığılan kum torbaları vasıtasıyla
doldurulacağını söylemişti. Bir tanesi ise, binlerce devenin seferden önce susuz bırakılacağını
ve sonra bunların salıverileceğini ifade etmişti. Yarı susuz hayvanlar sürüler halinde kanala
saldıracaklar, orada boğulacaklar ve cesetleri askeri birliklerin geçmesi için köprü
olacakmış”
Alexander’a göre Cemal Paşa enerjik fakat teferruat bilgisi ve uzak görüşlü stratejik
yetenekleri eksikti.
Süveyş Kanalı harekatı yenilgiyle sonuçlandı.
Buna rağmen Alexander Aaronsohn hatıratında Osmanlı ordusunun hakkını teslim ediyor
şunları yazıyor; “Süveyş Kanalı’na karşı Türklerin yaptıkları harekatın başarılı olmasına çok
yaklaşmalarına şaşırmamak gerek. Yanlarında çok az yedek malzemeyle 20 bin civarında
Anadolu’dan gelmiş Türk askeri çölü sadece altı günde geçmişti”
Hatıratta Osmanlı Ordusu’nun yiyecek ve su temini, hayvanların bakımı gibi konularda çok
düzensiz ve tedbirsiz olduğuna defalarca değiniliyor. Alexander Süveyş Kanalı harekatında da
tedbirsizliğin yaşandığını söylüyor. Mesela, Osmanlı ordusu çölü geçerken yanında iki ağır
top götürüyor. Ancak topları çeken hayvanlar açlıktan ölünce topları askerlerin çektiği
anlatılıyor.
Alexander’a göre İngilizler isteselerdi harekata katılan askerlerin hepsini yok edebilirlerdi
ancak Mısır’ın Müslüman halkına ne kadar merhametli oldukları propagandası yapabilmek
için savunmada kalmakla yetindiler.
Alexander’ın hatıratına göre, art arda gelen sonu gelmez zafer telgraflarından sonra Süveyş
yenilgisi orduyu özellikle de Arap taburlarını olumsuz etkilemişti. Hatta Cemal Paşa’nın
İngilizler tarafından satın alındığı dedikodusu bile yayılmıştı.
Velhasıl NİLİ örgütü çökertildi.
Ancak örgütün çökertilmesi pek bir şeyi değiştirmedi. Nihayetinde birinci dünya savaşı sona
ermişti. Osmanlı Ordusu ağır bir yenilgi ile Filistin dahil Orta Doğu’dan çekilmek zorunda
kalmıştı.

Aaronsohn’lara ne oldu?

Sarah Aaronsohn’un Filistin’deki evinde yakalandıktan sonra sorgulanmak üzere Şam’a
götürülürken kayalık bir yerde kendini trenden atarak intihar ettiği söyleniyor.
Sarah Aaronsohn’a dair ikinci rivayet ise, evinde tutuklandıktan sonra ağır bir işkence
gördüğü ve yine sorgulanmak için Şam’a gönderilmesinin emredildiği şeklinde. Bu rivayete
göre Sarah, kan içindeki kıyafetlerini değiştirmek için eve gitmek istedi. Yanında polislerle eve giden Sarah başına 3 el ateş ederek intihar etti. Bir insanın başına 3 el ateş etmesi kulağa
pek mümkün gelmiyor ancak Osmanlı’nın bölgeden çekilmekte olduğu günlerdi. Osmanlı’nın
son günlerine dair kayıtların olmadığı ya da kaybolduğu göz önüne alınmalı.
Alexander Aaronsohn son anda bir Amerikan mülteci gemisine binmeyi başararak Avrupa’ya
kaçtı.
Büyük abi ve tarım merkezinin başındaki Aaron Aaronsohn’un ise 1919’da Versay Barış
Konferansı’na gitmek üzere bindiği uçak düştü. Aaron’un öldüğü bu kazanın şaibeli olduğuna
ve İngiltere tarafından öldürülmüş olabileceğine inananlar var.

Özel Haber Haberleri