Sosyal medya ve sistem

Dijital şiddet ile gerçek şiddet arasındaki çizgi uzun zaman önce silindi. Gençler ve çocuklar bir ekrana bakarken neyin savaş, neyin oyun, neyin şaka, neyin hakaret olduğunu ayırt etmeye çalışıyor.

Ebru Turgut

Alışkanlığı; telefonunu eline alıyor, sosyal medyasını açıp ekranı kaydırmaya başlıyor. Bir hesaptan ötekine, sonra bir başkasına geçiyor. Ekranda bağırışlar, alaylar, linç; insanların birbirine söylediği hakaretler, tehditler. Gözlerini kırpmadan videolara bakıyor. Bir çocuğa yapılan zorbalıkla karşılaşıyor, ne hissediyor?

Devam ediyor. Aynı uygulama içindeki canlı yayınlara tıklıyor.
Babasının yanında oryantal yapan bir kızı izliyor, sonra mahalleden tanıdığı bir kızın makyaj yapmasına eşlik ediyor. Ne düşünüyor? Gangsta rap ise neredeyse izlediği tüm videoların içinde duyuluyor.

Aklımdaki soru burada başlıyor. Neden Böyle? Bir yere ait olma arzusu mu? Bir boşluğu doldurma çabası mı?

Biz sosyal medya” diyoruz ama her mecra aslında bir ürün; o üründen üretilmiş bir marka. Amaçları ortak: kullanıcının dikkatini, zamanını satın almak ve para kazanmak.
Ürün varsa pazarlama da vardır. Peki bu markaların başarısının arkasında ne yatıyor? Neden orada vakit geçiriyoruz? Cevap bir pazarlama teriminde saklı: Yapışkan Büyüme.

Nedir bu yapışkan şey?

Yapışkan Büyüme aslında kullanıcıyı fark etmeden bağımlı hâle getiren bir mekanizmadır. bir içerikle karşılaştığınızda ve onunla etkileşime girdiğiniz anda algoritmalar sizi geri çağıran bir davranış döngüsüne sokar. Bu döngü yalnızca izlemeyi değil; içerik üretmeyi, paylaşmayı, tekrar etmeyi de tetikler. Kullanıcı, fark etmeden büyümenin aktif bir parçasına dönüşür.

Trendlerin hızla çoğalması, benzer içeriklerin art arda üretilmesi ve platformların kişiye göre şekillenen öneri sistemleri, büyümeyi lineer değil; tutunmuş” bir hareket gibi kendini yeniden üreten bir yapı hâline getirir. Pazarlama açısından kritik olan da budur: takipçi sayısı değil, geri dönüş oranı belirleyicidir çünkü yapışkan büyüme, bir markanın (sosyal medya platformları) kullanıcıyı kaybetmeden sürekli davranış yarattığı, sürekliliği alışkanlığa alışkanlığı ise maalesef bağımlılığa çevirdiği noktada ortaya çıkar.

Dünyada neler oluyor?

Haydi Avustralyaya Gidelim, Youtube’da izlemeyi çok sevdiğim 60 minutes Australia isminde bir kanal var. Geçtiğimiz aylarda orada yayınlanan bir konudan bahsedeceğim. Bizden çok uzak olan kıtada bazı genç kızlarda kontrol edemedikleri tik davranışları ortaya çıkmış. Üstelik bu sağlık sorunu sosyal medyada bir akım olarak yayılıyor.

Bir hareket, bir taklit ve dönüşüm; dönüşümün sonundaysa çocuklar, gençler kendi bedenlerinin kontrolünü kaybediyor.

Kolombiyada bir araştırma yapılmış; araştırmanın amacı, şiddetin sosyal medyada kullanıcılar tarafından nasıl deneyimlendiğini ve anlaşıldığını bulmak. Araştırma, platformların çok yönlü ve akışkan yapısının şiddeti kendi ekosistemi içinde büyüyen bir olguya dönüştürdüğünü gösteriyor.

Sosyal medyada bir hakaret, bir tehdit, bir linç çağrısı bir tıkla genişliyor, büyüyor, çoğalıyor. Algoritmalar, öfkeyi seviyor. Nefreti büyütüyor. Tıklanmayı artıran her şey erik” olarak ödüllendiriliyor. Dijital şiddet ise hala sanal olarak algılanıyor.

Her şey bir anda aynı ekrana düşüyor!

Dijital şiddet ile gerçek şiddet arasındaki çizgi uzun zaman önce silindi. Gençler ve çocuklar bir ekrana bakarken neyin savaş, neyin oyun, neyin şaka, neyin hakaret olduğunu ayırt etmeye çalışıyor, çoğu da maalesef ayırt edemiyor. Hepsi bir ekosistemin, kültürün, sistemin parçası ve bu sistem, gençleri şiddete sürükleyen, zorbalığa kanıksatan ya da kontrol kaybını “trend” haline getiren güçlü bir ekosisteme dönüşmüş durumda.

“Sıkıntı” sanırım son yıllarda herkesi ele geçirmiş bir canavar. En çok da maddi sıkıntı ve gelecekte bizi neler bekliyor korkusu peşimizi bırakmıyor. Sıkıntının sonucundaysa gencinden yaşlısına, doğasından hayvanına herkes gelecek kaygısı içinde. Toplumda kaygı bozukluğu aldı başını gitti.

Bu arada belirsizlikle savaş sanatının kitabını da tüm dünya halkları olarak yazmış olabiliriz çünkü neredeyse her ülkede kaygı bozukluğu bizim kadar olmasa da yüksek. Politika, kaygı üstüne yapılır. Siyaset ise o kaygıyı nasıl gidereceğini anlatmakla başlar. Dünyada daha henüz bizi yönetmesini istediğimiz için seçtiğimiz biri de çıkıp kaygımızı giderecek bir şey söylemedi.

Tüm bunlardan kaçmak için komik bir kedi videosu izlemek, içimizdeki yorgunlukları, haksızlıkları arkadaşlara yazmak, torunlar neler yapıyor diye girmek ve sonra bambaşka şeylere bakarken kendini bulmak, ayna ayna diyerek kameraya gülümseyip selfi çekmek, arkadaşlarla bir aradalığın güzelliğini paylaşmak ve kaygıdan ülkede ve dünyada yeni bir şey olmuş diye her saat başı haberlere bakmak bizleri akıntıya sürüklenen balıklara dönüştürüyor.

Hepimiz birer algoritmaya dönüştük bile artık geri dönüşü olmayan bir yolda mıyız? Sorular ve onlara cevap arayan bizler; yazıyı yazarken aklıma Murathan Mungan’ın sözlerini kaleme aldığı Yeni Türkü’nün seslendirdiği “Çember” şarkısı geliyor. Mırıldanmaya başlıyorum. Çok güzel şarkıdır. Sonra bir ördek sesi duyuluyor. “Duck The System!”

Konuk Yazar Haberleri