VARTAN ESTUKYAN
12 Eylül Askerî Darbesi’nin yıl dönümünün Türkiye Ermeni toplumundaki yansımalarını, o dönem topluma olan etkilerini gazeteci, yazar Pakrat Estukyan’la konuştuk.
Estukyan, ilk gözaltı dalgasında verilen mesajdan, işkencelerin simge binası haline gelen 'Sansaryan Han'ın dönüşümüne kadar 12 Eylül döneminde yaşananları anlattı.
‘Bunun arkasında halen işlevliği olan 12 Eylül anayasası var’
-Birkaç gün önce 6-7 Eylül Pogromu’nun yıl dönümüydü. Bugün 12 Eylül’ü anıyoruz. Eylül ayı Türkiye’nin para takviminden biri. 6-7 Eylül Pogromu veya Varlık Vergisi gayrimüslim azınlıklara yönelik uygulamalarken, 12 Eylül Darbesi tüm ülke için olumsuz bir tarih. Siz 12 Eylül’ü nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Eylül, Türkiye’nin bugününü de etkileyen bir dönüşümün tarihi aslında. 12 Eylül’de Türkiye’nin doğal gidişatı askerî bir darbe ile kesintiye uğradı ve darbenin sonuçları bugünümüzü de etkileyebilen özelliklere sahip. Bunu söylerken öncelikle mesela darbenin ürünü olan ve halen yürürlükte olan anayasayı kastediyorum. Birçok maddesinde değişiklik yaptığımız halde o anayasanın ruhunu değiştiremedik. Ruhundan kastettiğim şeyse bu anayasayı yapan heyetin başındaki Profesör Orhan Aldıkaçtı’nın cümlesi. Şöyle tanımlamıştı yapılan anayasayı: “61 anayasası devlete karşı halkı sakınan, halkın haklarını koruyan bir anayasaydı. Biz şimdi halka karşı devleti koruyan anayasa yaptık.”
Bu ifade ile tanımlamıştı yapılan anayasayı, o yüzden de Türkiye bugüne kadar özgürlükleri kısan, buna karşı güvenlikçi kaygılarla devleti korumaya çalışan bir anlayışın hüküm sürdüğü ülke haline geldi. O yüzden de şimdi sendikal haklarını isteyen işçilere karşı polis gücü kolayca devreye girebiliyor veya özgürlükler isteyen öğrencilere karşı polis gücü devreye giriyor ve bütün hak talepleri de kolayca bastırılabiliyor. Bunun arkasında halen yürümekte olan, halen işlevliği olan 12 Eylül anayasası var. Şu anda bu anayasayı değiştirmek istiyorlar olsalar bile istiyor mantık aynı mantık. Dolayısıyla daha baskıcı bir anayasa yapmak üzere bunu değiştirmek istiyorlar. Bu da meselenin en ironik, en vahim tarafını gösteriyor bize.
‘Türkiye hep diktatöryal hevesleri açık olan bir topluma sahipti’
12 Eylül zaten toplumda var olan bir devlet sopası hevesini karşılayan darbe olmuştu. O yüzden de dönemin gazeteleri 12 Eylül’ü gerçekleştiren paşalara hitaben “Nerede kaldınız paşam?” diye başlıklar atabilmişlerdi. Türkiye hep diktatöryal hevesleri açık olan bir topluma sahipti. ‘Başımızda irade sahibi bir diktatör olsun ve bizi hizaya getirsin, biz millet olarak hiçbir şey yapamayız’ anlayışı toplumda da kabul görmüştü. 12 Eylül böylece iktidara gelirken tabandan da destek görmüş bir hareket olarak karşımıza çıkıyor.
Burada azınlıklar da farklı bir tutum içerisinde değildi ne yazık ki. Ülkenin azınlıkları da ortalama yurdum insanının tepkileri ile karşıladılar 12 Eylül’ü. Çünkü öncesinde gene sistematik olarak kimi karanlık odaklarca kışkırtılan, sağ-sol çatışması diye tarif edilen karşıtlık vardı. Bu karşıtlık özellikle üniversite gençliğinde çok ağır travmalara, çok ağır kayıplara yol açmıştı. Hemen her gün bir eylem yapılıyor ve bu eylemde insanlar ölüyordu. Sertlerde, mahallelerde kahvehaneler kutuplaşmıştı. Birisi birinin kahvesi, birisi öbürünün kahvesi, kahvehaneler kurşunlanıyordu. Otobüs duraklarında otobüs bekleyen insanların üzerine yayılım ateşi açılıyordu. Bütün bunlar sonradan sistem tarafından özellikle istenen şeyler olarak değerlendirildi. O günün hükümetleri tarafından ya da derin yapıları tarafından tasarlanan, kurgulanan, arzulanan şeylerdi. Bunlarla toplumun böyle bir faşist diktatörlüğe hazırlanması sağlanmıştı. Nitekim darbeden hemen sonra bütün bu eylemler bıçakla kesilmiş gibi anında sona erdiler, bir daha böyle şeyler yaşanmadı. Bu da askerlerin başarısı olarak gösterildi. “Siviller yönetemiyorlar, o yüzden Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yönetime el koydu” dendiğinde Türkiye’de birçok insan salt bu ve benzeri kaygılarla sevindiler. Ama sonrasında o yönetime el koymanın nasıl ağır bir baskı ortamı yarattığını hep birlikte tanıklık ettik.
-Az önce anayasa oylamasında azınlıkların da toplumun genelinden farklı bir tutum sergilemediğine değindiniz. Neredeyse %91,5’e yakın bir oranla ‘evet’ oyu kullanılarak o dönem yeni anayasa kabul edildi. Yani azınlıklar da bu %91,5’luk dilime dahil miydi? Bunu söyleyebilir miyiz?
Evet, fakat bunlar sadece gözlemler. Bu konuda elimizde somut veriler yoktur. Hiçbir zaman hangi grubun ne oranda ‘evet’ veya ‘hayır’ dediğini somut olarak bilmemiz mümkün değil. Ancak somut olarak görebildiğimiz tek bir şey varsa, özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde, yani Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde %8,5 ‘hayır’, %25-30’lara kadar yükselmişti yer yer. Onun dışında büyük şehirlerde kimin kime oy verdiğini sadece gözlemlerle tahmin etmek mümkün. Sadece konuşmalardan, bizim tanık olduğumuz konuşmalardan o temayülleri, o eğilimleri tahmin etmek mümkün. Somut bir veri hiçbir zaman olmadı, olmayacak da.
‘12 Eylül’le birlikte bunlar topyekûn kesildi ve bu kesinti bugüne kadar da sürüyor’
-Peki siz o dönemki gözlemlerinizi hatırlıyor musunuz? Yakın çevrenizde veya Ermeni toplumunun farklı kesimlerinde fikir ayrılıkları var mıydı? O dönem bu anayasa oylaması Ermeni toplumu içerisinde nasıl tartışmalara konu oluyordu, nasıl değerlendiriliyordu, hatırlıyor musunuz?
Öncelikle, çatışmalar bittiği gibi tartışma ortamları da bitti. İnsanlar konuşmaktan çekinir, sakınır oldular. 12 Eylül, bütün topluma, Türkiye toplumuna büyük bir korku iklimi de empoze etti. Ermenilere de, dolayısıyla diğer azınlıklara da aynı iklim dayatıldı. İnsanlar kolay kolay tartışmıyorlardı. Ondan öncesinde ben hatırlarım dolmuş seyahatlerinde bile, örneğin Taksim’den Eminönü’ne kadar giden bir dolmuşun içerisinde bile insanlar rahat rahat siyasete dair konuşur, görüş belirtirken, 12 Eylül’le birlikte bunlar topyekûn kesildi ve bu kesinti bugüne kadar da sürüyor.
Bugüne kadar insanlar artık siyaset konusunda tanımadıklarıyla konuşmaktan sakınıyorlar. Tanıdıklarıyla, kapalı çevreler içerisinde, ev içlerinde veya arkadaş buluşmalarında konuşulanlara gelince, çoğunluğun bu baskıyı onaylayan bir tutum içerisinde olduğu, buna karşılık gitgide daha sık duyulan cezaevlerindeki zulüm, işkence, işkence altında ölüm haberlerinin ise inanılmamaya gayret edilerek dinlendiğine tanık oldum. İnsanlar bunun gerçek olamayacağını, olmaması gerektiğini düşünüyorlardı çoğunlukla. Bu haberler zaman zaman sızıyordu. Cezaevinde, işkence altında öldürülen insanların hikâyeleri zaman zaman duyuluyordu ama bunlar hep yalan olarak tanımlanıyordu hükümet tarafından ve toplumun da genişçe bir bölümü bunun yalan olabilme ihtimalini daha çok seviyordu.
‘Üniversiteler bir defadan apolitik oldular’
-Söylediklerinizden, günümüzde insanların toplum içerisinde apolitikleşmesinin aslında başlangıcının 1980 Askerî Darbesi olduğunu anlıyorum. Sizce bu doğru mu?
Evet, bu tespit doğrudur çünkü bu politikleşme meselesinde çok çarpıcı bir alan üniversitelerdir örneğin. Üniversiteler bir defadan apolitik oldular. O zamandan tanıklığı hatırlıyorum mesela. Bir arkadaşım, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin kantinini şöyle tanımlamıştı: Daha bir hafta önce her bir köşesinde farklı masalarda alevli tartışmalar dinlemeye alışık olduğumuz kantinde bir hafta sonra kulağında Walkman’le kendi etrafında salınan adamlara rastlamaya başladık. Aynı adamlardı bunlar, aynı öğrenci kitlesiydi. Baskı, korkutma ve sindirme her yerde egemen olmuştu ve bütün bir toplumun apolitik olmasına, depolitizasyonuna sebep olmuştu.
‘Amaç gözdağı verilmesiydi ilk 10-12 kadar insan gözaltına alındı ve bunların ilk ortak özellikleri apolitik olmalarıydı’
-Tabii, o zaman üniversiteler siyasi anlamda çok hareketli. Üniversitelerde, özellikle Türkiye Komünist Partisi üyesi çok sayıda Ermeni genç de vardı ve o dönem çok sayıda Ermeni de gözaltına alındı. Bu gözaltıları ikiye bölebiliriz belki. Bunlardan bir kısmı siyasi gözaltılardı. Gerçekten de siyasi düşünceleri veya eylemleri yüzünden gözaltına alınanlardı. Bir kısmı da toplumun önde gelen isimleriydi aslında. Bu isimler mesaj mahiyetinde gözaltına alınmıştı. Bu gözaltılar hakkında ne söyleyebilirsiniz? Ermeni toplumuna ‘gözdağı verme’ suretiyle yapılan gözaltıları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada soruyu sorarken zaten ‘gözdağı verme’ vurgusuyla çok doğru bir noktaya temas ettiniz. Gerçekten de amaç gözdağı verilmesiydi çünkü toplu gözaltına alma furyasında iki üç gün içerisinde 10-12 kadar insan gözaltına alındı ve bunların ilk ortak özellikleri apolitik olmalarıydı. İkinci ortak özellikleri ise -ki bu çok önemli- Türkiye toplumu tarafından çok tanınan insanlar olmalarıydı. Herkesin bildiği insanlar bunlardan biri bir rahipti, genç bir rahip. Birisi cenaze işleri levazımatçısıydı. Birisi bir diş hekimiydi. Birisi bir tıp doktoruydu. Birisi öğretmendi. Ve böyle 10 kadar insan hiçbir mantıklı açıklama olmadan gözaltına alındılar.
O dönemin gözaltı koşulları oldukça ağırdır. İnsan gözaltına alındığında hemen akıbetini öğrenmek mümkün olmuyordu. Nerededir, neyle suçlanıyor, ne zaman yargılanacak? Bu soruların cevapları hiçbir zaman net olmamıştı o dönemde ve bu uzun zaman sürdü. Nitekim ilk yargılandıklarında da rahip hariç hepsi de beraat etti. Ama bu onların hayatında çok ağır bir travmaya yol açtı. Bir kısmı o olaydan birkaç yıl sonra hayatını kaybetti. O travmayı kolay kolay atlatamadılar. Travmaya bağlı olarak yaşadıklarını en yakınlarındakine bile anlatmak istemediler, konuşmadılar bu konuda. Çünkü dediğim gibi böyle bir pratikleri de yoktu. Şimdi olsun devrimciler, olsun karşı devrimciler, hepsi de siyasi bir örgütlenmiş yapının içerisinden geliyorlardı ve başlarına gelenin sebeplerini, boyutlarını, hedeflerini anlayabilecek durumdaydılar bunlara göre. Ama bu grup neye uğradığını şaşırmıştı adeta. Hiçbir anlamı yoktu bu tutuklamaların, baskılı cezaevleri süreçlerinin. O zamanki en masum işkencelerden birisi zorla marş ezberletmek, zorla marş söyletmek.
Biz o günlerin tanıklığını Hrant Dink’in köşe yazısıyla biliyoruz. ‘Tuvalet korosu’ başlıklı bir yazı yazmıştı. Tuvaleti koğuşa çevirmişlerdi çünkü, tuvalete kalkıyorlardı ve orada da koro halinde marş söylüyorlardı o zaman 60 yaşında ve daha büyük yaşlarda olan insanlar. Askerler zorla bunlara marş söyletiyorlardı. Tabii dayak yemeleri de cabasıydı.
‘Hafıza kırımı yaşanmıştır on yıllar içerisinde’
-Siyasi olmayıp da gözaltına alınanlar aslında bir bakıma rehinlerdi diyebiliriz. Herhangi bir suçtan ötürü değil, tamamen keyfi bir rehin vaziyetindelerdi. Bunu ilk duruşmada tahliye edildiler cümlenizden yola çıkarak da söylüyorum. Buradan yine bir gözaltı ve işkence konusuna geleceğim. 12 Eylül ve Ermeniler denince aslında büyük toplum tarafından çok da bilinmeyen bir bağ da var. Bugün Sirkeci’de gayet lüks bir otel olarak hizmet veren, halbuki hukuki durumu bütün belirsizliğini koruyan Sanasaryan Han, 12 Eylül zamanında emniyetin en önemli işkencehanelerinden biriydi. Ermeni toplumunun kendine ait bir mülkün işkencehane olarak kullanılmasına dair bir fikri veya karşıt görüşü var mıydı? Bir isyanı oldu mu o dönem devlete karşı?
Hayır diyeceğim bu soruya, olmadı diyeceğim ne yazık ki. Çünkü Türkiye Ermeni toplumunda da bir hafıza kırımı yaşanmıştır on yıllar içerisinde. Mesela ‘Siyasi şube’ olarak da bilinen Sanasaryan Hanı’nın adı zaten basında, medyada ‘Sansaryan Han’a’ dönüştürülmüştü. Hatta Demirtaş Ceyhun’un bu başlıkla bir kitabı da vardı ‘Sansaryan Han’ diye. 12 Eylül’e gelinceye kadar o han zaten işkenceleriyle ve ‘tabutluk’ diye tanımlanan hücreleriyle belli bir çevre için bilinen bir mekândı. Hasdal Kışlası’na, Metris Cezaevi’ne kıyasla Sanasaryan Han’ın 12 Eylül’de çok önemli bir işlevi olmadı. Orası esas daha öncesinde, darbe öncesinde de bir siyasi şubenin işkence merkeziydi ve Türkiye’deki birçok devrimci oradaki işkence tezgahlarından geçmiştir. Birçoklarının orayla ilgili çok çarpıcı anıları vardır. Bir kısmının da anıları falan yoktur çünkü beşinci kattan merdiven boşluğundan aşağıya atılmışlar ve sonra da intihar etti diye tutanak tutulmuş insanlardan bahsediyoruz. O çuvallarla insan dövmek, doğrudan cop izi kalmasın, sopa izi kalmasın diye insanları çuvallarla dövmek, ıslata ıslata dövmek gelenekleri, Sanasaryan Han’ın tarihinin çok önemli dönüm noktalarıdır.
‘Hükümet ‘Ali Cengiz oyunu’ diye tabir edebileceğimiz hukuki manevralarla buraya el koydu’
Sizin de sorduğunuz gibi aslında o han adını Mıgırdiç Sanasaryan’dan almaktadır. Mıgırdiç Sanasaryan çok zengin bir Ermeni iş adamıdır. Bir petrol zenginidir, Bakü petrollerinin hisselerine sahip bir iş adamıdır ve Erzurum’da kendi adıyla anılan bir okul kurmuştur. Sanasaryan Okulu. Fakat o okul kapandıktan sonra bütün varlığını İstanbul’daki Getronagan okulu için seferber etmiştir. Sanasaryan Han o dönemde Erzurum’daki okulun finansmanına destek olsun diye, okulun giderlerini karşılasın diye yapılmıştı. Sonrasında bizatihi sahibi tarafından bu kez Getronagan’ın giderlerini karşılaması için işlevini kazandı ve okulun vakfiyesi de Türkiye Ermeni Patrkiliği’ne teslim edildi. Yani kişisel bir vakıf değil, Patrikhane’nin bir vakfı olarak işlev gördü. Bugün de Patrikhane nezdinde bazı böyle bireysel vakıflar vardır. Vakıf derken fonlar demek daha doğru olur. Sanasaryan da bir fon olarak patrikhaneye devredilmişti ama hükümet ‘Ali Cengiz oyunu’ diye tabir edebileceğimiz hukuki manevralarla buraya el koydu. Uzun yıllar Emniyet Müdürlüğü’ne tahsis etti. Sonrasında Patrikhane hak talep etti bu yapı üzerinde. Yargı süreçleri devam etti ve süreç halen bitmemişken, sonuçlanmamışken Vakıflar Genel Müdürlüğü bunu sizin de sorunuzun başında belirttiğiniz gibi bir otel işletmesine uzun erimli bir kontratla kiraya verdi. Şu anda orası bir otel olarak işlev görüyor ama hukuki süreç de bir yandan sürüyor. Eğer süreç Ermeni Patrikhanesi lehine sonuçlanırsa muhtemeldir ki otel işletmesi Patrikhane’nin kiracısı olacak. Bu da genel olarak gelirlerden çok mahrum olan Getronagan okulu için bir nefes alma kanalı olacaktır.
‘Bu aile içi bir hikâye’
-Az önce bahsettiğimiz Sanasaryan Han’a el koyma örneğinden yola çıkarak, başka bir el koyma sorusuyla söyleyişimizin sonuna geleceğim. Hatırladığım kadarıyla, Bomonti’deki Şişli eski Karakolu’nun yan tarafındaki arsa, TSK Güçlendirme Vakfına bağışlanmış. Bağışlayan kişi de Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesi’nin kurucusu Avedis Ohanyan Çakır. O arsanın girişinde ‘Bu bina Avedis Ohanyan Çakır tarafından TSK Güçlendirme Vakfı’na bağışlanmıştır’ diye bir tabela asılı. Sizce o dönem böyle bağışlar gerçekten oldu mu, yoksa bunlar zaten askerî darbe sürecinde zorla el konan mülkler midir, mallar mıdır?
Zorla diyemeyeceğim. Bildiğim kadarıyla Avedis Ohanyan Çakır’ın evlatlarıyla sorunu vardı ve mirasının onlara kalmasını arzu etmiyordu. Bu aile içi bir hikâye, çok da basına yansıyan bir şey değil. Ben bunu dedikodular üzerinden duymuşumdur sadece. Gerçekliğini bilemem.
Avedis Ohanyan Çakır’a doğrudan bunu Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na bağışlaması için bir baskı yapıldı mı, yapılmadı mı bu konuda hem bilgim yok hem duyumum, böyle bir dayanağım yok. Böyle bir şey iddia edemem o yüzden ama şunu bunu biliyorum. Aynı dönemde Maral Müzik ve Dans Grubu diye bildiğimiz topluluk, hiçbir dernek, hiçbir kültürel, sanatsal faaliyet yürütemiyorken devletin teveccühü ile bir konser düzenledi, hem de bunu Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenledi. Ama öncesinde açıklamışlardı, konserin bütün geliri Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na bağışlanacaktı. O konser esnasında hatırlıyorum, ‘Dağlıların Barı’ diye bir dans gösterisi vardı. Bu gösterinin sonucunda bütün erkek dansçılar bir küme oluştururlar, birbirlerinin omuzlarının üzerine yükselerek üç-dört insan boyutunda bir küme oluştururlar ve o kümenin üzerinden de halkı selamlarlar. O gösteride de aynı kümeyi oluşturdular ama en üstteki genç dansçı koynundan bir Türk bayrağı çıkararak salladı ve o an bütün salon tarafından tabii ki coşkuyla alkışlandı. Hatta enstantane hemen akabinde yayınlanan Kulis Dergisi’nin kapak fotoğrafı oldu ve iklim içerisinde Maral Müzik ve Dans grubu 12 Eylül faşizminde bunu yapabilen dernek olarak da tarihe geçti. Onlar bu yaptıklarını Ermeni gençlerinin kendi kültürleri için yan yana gelmelerini sağlıyoruz diyerek açıklıyorlardı. Ben ve bazı arkadaşlarım bu eylemi kınamıştık, bu gösteriyi ve özellikle de biletlerin Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na bağışlanması planını eleştirmiştik. Yeri gelince bunu da bir anekdot olarak paylaşmak istedim. (Haber Merkezi)