21 yılın bunca tortusu ya da çıktısı varken, gündelik yaşamda muhafazakarların sahip çıktığı, teorik düzlemde ise teoloji ve felsefenin alanına giren “ahlak” ile mevcut iktidarın muhasebesine başlamak çoğunuza tuhaf gelebilir.
Öyle ya; demokrasi ve adalet yerlerde sürünürken, burjuvazi hariç herkesin yoksulluğu gittikçe daha fazla tatması acı bir gerçekken, eğitim, sağlık, ulaştırma ve daha birçok hizmetin “nitelikli” olanlarına ancak parayla ulaşılabildiği, tarumar olmuş bir düzende “ahlak”ın lafı mı olur diyebilirsiniz…Lakin bu saydıklarımızın yarattığı tahribattan en çok etkilenen kavram aslında “ahlak”.
Bu satırların yazarının gündelik yaşam pratikleri bağlamında hiç de ahlak ya da ahlakçılık ile alakasının olmadığını, ancak AKP döneminde yaşananların ışığında kendini neredeyse Ortodoks bir ahlakçı olarak tanımlamaya başladığını hatırlatarak hayli uzun bir yazı sizleri bekliyor. Uzun çünkü kaç çocuk yapmamız gerektiğini dikte ettirecek kadar ahlak bekçilerinin zamanında yaşadık en olmayacak rezillikleri. Ahlak takiyeciliğinin canlı tanıkları olduk. Son not her “ahlak” kelimesini lütfen tırnaklar içinde okuyun, “ahlak” nedir, gerekli midir, nasıl da göreceli bir kavramdır tartışmaları saklı kalmak üzere…
1.“Söz konusu inşaatsa ahlak teferruattır”
Çok sayıda “ahlak” yaklaşımı var. Sokrates Ahlakı, Eflatun Ahlakı. Aristo Ahlakı, Konfüçyüs, Locke, Kant falan derken bu topraklarda bizim payımıza makyavelist “ahlakın” düşmesi ne büyük talihsizlik. Bundan tam 500 yıl önce yaşamış olan Niccolo Machiavelli, o pek meşhur “Amaca ulaşmak için her araç meşrudur” sözünü sanki bu topraklar için söylemiş gibi. Paranın kutsandığı, para kazanmak için her şeyin mubah görüldüğü vahşi bir düzende yaşıyoruz. Temel kalkınma modeli olarak inşaatın kutsandığı, bunun için her türlü kanunsuzluğun imar affı adı altında meşrulaştırıldığı, denetimlerin göstermelik yapıldığı, bunun da nasıl hayatlarımızın sonunu hazırladığını yaşayarak hep birlikte gördük. Kentsel dönüşümün rantsal dönüşüme döndüğü bir ülkede amaç inşaatsa gerisi teferruattır; kolon kesmek de, üç kuruş uğruna malzemeden çalmak da…
2. “Muzaffer abinin tanıdıkları var büyük yerlerde, komşusu Reis’in eniştesinin kaynıymış”
Sadece inşaat için mi geçerli bu yaşadıklarımız, değil elbette? Hangimiz “Muzaffer abinin tanıdıkları var büyük yerlerde, komşusu Reis’in eniştesinin kaynıymış, o işi oldu bil, bak kesin diyorum olm, o iş bende” muhabbetine maruz kalmadık ya da tanıklık etmedik? “Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi” içimizden ya da dışımızdan, yakınımızdan ya da uzağımızdan AKP iktidarından nemalanma (abartılı genellemede hata olmaz, söz elbette meclisten dışarı sevgili okur) ihtimalini? 21 yıl önce böyle değildik demeyeceğim elbette ama bu kadar da dibin dibini görmemiştik. 1980 sonrası liberal, sonrasında neo-liberal dalgadan nasibimize en çok, para hırsının hayatımızı daha da çok domine etmesi düştü. Komşusu taşerona girdi diye kendisinin de bu iktidardan nemalanacağını düşünen ve AKP’yi çaresizce destekleyen işçi ile ihaleler alan başta beşli şey olmak üzere büyük sermaye, bu “ahlak” anlayışı bağlamında birleşti. Sınıfsal farklılıklar arasındaki uçurum her geçen gün derinleşirken…
3.“Affımı istedim ben, istifa etmedim”
İstifa geçen yüzyıla ait bir kavram artık. Lugatımızdan çoktan çıktı. Görevden affını isteyen fanilerden oluşuyor Ankara artık. On binlerce insanın öldüğü bir bölgenin valisi milletvekili olmak için “istifa” ediyorsa, diğer istifa da Beşiktaş üyeliğinden istifa eden bir ittifak üyesiyse biz hangi ahlakı, vicdanı tartışacağız bu ülkede? Üstelik ağızlarından “ahlakı” hiç düşürmeyenlerin iktidarında…
4.“Ne var canım bunda?”
Üsküdar Amerikan Lisesi öğrenci ya da öğrencilerinin Ulus Musevi Lisesi maçında gol sonrası Nazi selamı vermeleri, gerek sosyal medyada gerekse arkadaş sohbetlerinde genellikle “çocuk bunlar normal yahu, abartmayın” yorumları ile geçiştirildi. “Ne var canım”dı bunda? Faşist bir partinin iktidar ortağı olduğu bir ülkenin genelinde faşizm algısının bu şekilde tezahür etmesi doğal elbette. “Önemsemeyin, ne var canım” diyenlerin iyi niyetinden zerre şüphem yok, zaten çocuklardaki bu asgari vicdan eksikliğinin müsebbibi elbette 21 yıllık iktidar ve onun yarattığı arkaik eğitim düzeni. Ahlakın, vicdanın değil, ötekileştirmenin dilinin egemen olduğu sistemi yaratanlardır sorumlular. Peki ya veliler?
5. “Sen hiç Amed’deki maçı izledin mi?”
Bir yanlışı savunmak için başka bir yanlışı örnek gösterince akan sular hep durdu şu 21 yılda. Bir de “sen neden zamanında şuna tepki vermedin” genelde bir yanlışı savunmak için kullanılan temel kalıp oldu. Bursa maçında açılan pankartların başka bir duruma işaret ettiğini istediğin kadar iddia et: “Sen Diyarbakır’daki maçta böyle yorum yaptın mı?” Cevap olarak da “ee yaptım ona da yaptım, buna da yaptım, ne dicen şimdi” demek son derece manasız, zira lümpen polemiğinin hayatımızayön verdiği yıllar olarak anılacak 2000’li yıllar.
6. “Dinimizce mahsur yok”
Ahlakın ve haliyle ahlaksızlığın maskelendiği asıl alan din. Çocuk gelin/damatların zirve yaptığı, ensestin hiç olmadığı kadar arttığı dönem bu. “Helal”, “dinen caiz olma” yeni bir ahlak anlayışının kodları olarak sokuldu hayatımıza. Bebe yaşlarda Kuran kurslarında bunun tohumları atıldı. Gözümüzün önünde canlı canlı yaşandı her şey, gencecik çocuklar tarikat yurtlarında heba oldu. “Güzel ahlak” kısvesi altında, onlar için anlamlı olan o “ahlakın” içi boşalırken başka “ahlakı” savunmak yine muhaliflere düştü.
7. Dibi kazıyan troller”
Trol tekneleri balıkçılığı bitirdi. Kendi kendilerinin ayağına kurşun sıktı balıkçılar. Tıpkı inşaatçılar gibi üç kuruş fazla kazanmak için kazıdılar denizlerimizin dibini. Başka troller de ana avrat küfür ve hakaretlerle hayatımızı kazıdılar. “Hainlik ve teröristlik” üzerine kurulu retorikleriyle on binlerce trol hesap üç beş kuruş maaş almak için kendilerini sattı. Ahlak elden gidiyor deyip sağa sola sataşmak için aşağılık işler yaptılar. Şimdilerde hem trollerin hem de bot hesapların Muharrem İnce yararına çalıştıkları iddia ediliyor, 21 yıl boyunca da iktidarın propaganda aygıtının ana dişlileri oldular. Küfürleri hakaretleri ile ahlakın ahlaksız bekçilerini İnce bilmez mi, elbette çok iyi bilir.
8. “LGBTI+ dernekleri kapatılsın”
Bülent Ersoy örneğinin bu konuda sık sık verilmesi ne derece doğru bilmiyorum ama Selin Ciğerci’nin Konya’da dükkan açması nedeniyle neredeyse linç edilecek olması vesilesiyle, Bülent Ersoy’un aynı kentte kısa zaman önce kapalı gişe konser vermiş olmasındaki toplumsal ikiyüzlülüğü dile getirmeyelim mi? Bülent Ersoy’un saray çevresinde kabul görmüş olmasındaki muktedirlerin pozitif ayrımcılığı, hak arama mücadelelerinde, Cumartesi Anneleri’nde, Çağlayan’da, 8 Mart’ta onur yürüyüşlerinde cop olarak, gaz olarak, gözaltı olarak geri döndü. Şimdilerde Yeniden Refah (Her ne kadar anlaşamasalar da) ile Hüdapar’la, kadınlar ve LGBTI+ bireylerin hayatı üzerinden pazarlıklar yapılıyor. Elbette “ahlakımızı” korumak için. Zira her şey “ahlak” aşkına…
9. “Be hey densiz, be hey kanun tanımaz, ahlak bilmez”,
Siyasette hayatımıza Devlet Bahçeli sendromu diye bir kavram girdi. Güneş Motel pazarlıkları, hülle partileri ya da sürekli parti değiştirenleri gördük ama rakibi hakkında yıllarca “zırvalamış, hezeyana batmış, zıvanadan çıkmış”, “ispatlamayan namert, alçak, şerefsiz”, “sen nasıl bir insansın”, “senin yaptıklarını ancak iblis teşebbüs edecektir”, “sende şeref ve mertlik işportaya düşmüş, hurdaya çıkmıştır” deyip ardından Erdoğan’ı “şahsından” daha cansiperane savunmanın literatürdeki karşılığını daha önce hiç bu şekilde görmemiştik. Kurtulmuş ya da Soylu’yu da aşan bir dönüş bu. “Dün dündür bugün bugündür”den oluşan bu makyavelist yaklaşımın toplumun geniş kesimlerine de sirayet ettiğini sokak röportajlarından görüyoruz.
- “Kemal Kılıçdaroğlu kiliseleri yenileyecekmiş, ne düşünüyorsunuz?
- Yeniler tabi, çünkü o dinsiz.
- Aa pardon arkadaşlarım uyardı, meğerse Erdoğan demiş” düzeltmesi üzerine saniyesinde “Ne güzel yenilemiş işte, onlar da insan”a bağlayan önemli bir kitle Bahçeli’nin ya da Mehmet Ali Çelebi’nin izinden gidiyor. Üstelik sonuna kadar haklı olduklarını düşünerek…
10. “Ahlaksız ahlakınız sizin olsun”
Eurovision’u da, vapurdan inen kadınların kıyafetlerini de, feminist hareketi de, kürtajı da, evde kalmayan kadını da ahlaksızlık olarak gören bu anlayışın “ahlak”ını devirmek için sayılı günler kaldı. Sisi, Esad, BAE, Suudi Arabistan için için demediğini bırakmayan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranan, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan iktidarın yarattığı tahribatı onarmak kolay olmayacak.
Her şeye yeniden başlamamız gerekiyor. Son olarak alın o ahlaksız ahlakınız sizin olsun, bize depremde çadır satılamayacağını hatırlatan, facianın ertesinde kimsenin tekmelenmeyeceği bir ülke ve sizin tarumar ettiğiniz her şey için yepyeni bir toplumsal vicdan lazım. Van depreminde ihmalden kaybettiğimiz Yunus’un yüreğimizi hala acıtan fotoğrafının çerçeveletip hediye olarak sunulamayacağını anlayabilmeniz, gençlere anlatabilmemiz için, deprem çadırının satılamayacağını bilmeniz, bilmemiz için, Nazi selamının neden verilemeyeceğini birinci sınıftan öğretebilmemiz için bize radikal bir dönüşüm lazım.