1- Her şeyin güzel olmasının kolay olmadığını, sloganların içini tam anlamıyla doldurmayınca bir çuval incirin kısa zaman içinde nasıl berbat olma potansiyeli taşıyabileceğini son 72 saatte yaşadık. Bu yazıyı okuyana kadar muhtemelen konudan çokça sıkılmış ve “Bu eleştiriler de haddini aştı, yeter artık muhalefete zarar veriyor, haddinizi bilin” saflarına geçmiş olabilirsiniz. Zaten çok da uzun bir yazı oldu, öyleyse lütfen bundan sonraki bölümleri okumayınız. Çünkü kimse eleştiriden azade değil, önümüzdeki seçim de “Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi” değil, her seçim zaten son 20 yıldır bize böyle pazarlanıyor. Olan yıllarımıza oluyor.
Öncelikle şunu hatırlatmak lazım, kurumsal iletişim dediğimiz disiplin, planlama ve sonuçları yönetme üzerine kuruludur. Kimse sizden Karadeniz gezisi düzenlemenizi beklemiyorsa, inisiyatif alarak kendiniz böyle bir iş planlıyorsanız, bütün hedef kitlelerin reaksiyonlarını hesaba katarak, kontrollü biçimde hareket etmeniz beklenir. Reel siyaset; senin gibi düşünmeyenleri ikna ederken (ki bu da bazen gerekmeyebilir, kemikleşmiş bir kitleye ayıracağınız zamanı kendi seçmeninizi konsolide etmeyi ya da partinize daha yakın merkezden oy koparmayı tercih edebilirsiniz) sana gönül verenleri çantada keklik görmemek ve onları elinde tutmak üzerine inşa edilir. Artık bebelerin bile bildiği siyasi amaçlarla düzenlenen Karadeniz gezisi, o hedefler doğrultusunda son derece başarılı geçmişken, bunu batırmak haliyle büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Türkiye’de kutuplaşmanın yarılmaya dönmesi ve bunda sorumluluğu büyük olan insanlara sahip çıkılmasıdır bu hayal kırıklığının ana kaynağı. İnsanları geren ve üzen; krizin içeriği kadar, yoğun öz güvenle “siz beni anlamıyorsunuz, bildiğim var, herkese kucak açacağım ben, siz yanlışsınız, bense Doğru Ahmet’im” yaklaşımıdır.
Aslında herkes akıllı, bizler ise Truman’ız bu ülkede. Böyle zamanlarda herkes sanki büyük bir organizasyonun aktörleri gibi geliyor bana, herkes bir film çekildiğini biliyor ama bir tek biz, yani Trumanlar, salak gibi yaşıyoruz, neyin döndüğünü bilmeden…
2- 90’larda medyanın güçlü isimlerine kanaat önderleri denirdi. Şimdilerin influencer’larına tekabül ediyor. Kurumunuzun ya da PR ajansınızın bir haberinin, sözgelimi Hıncal Uluç’un köşesinde çıkması demek, o günün bayram ilan edilmesi anlamına gelirdi. Bugün aynı Hıncal Uluç, A Spor’da haftanın olaylarını yorumluyor ama ratinglerde artık esamesi dahi okunmuyor. Şimdilerde 20-30 bin ancak satan itibarları düşmüş, okuyucu profili değişmiş, Sabah ya da Hürriyet’te haberinizin çıkması durumunda, kendi kendinize “Allah Allah biz nerede yanlış yaptık acaba?” demeniz gerekiyor, zira durum o kadar vahim. Bu mecraların sizin itibarınıza katacağı pek bir yarar yok artık. Afilli cümlelerle “itibar yönetimi”, “algı yönetimi”, “360 derece iletişim” gibi kavramlar, değişen koşullarda tükendi ya da evrildi. Konvansiyonel medya, bütün dünyada bize göre daha yavaş düşüşe geçmişken, Türkiye’de yaşanan total çürümeden en çok nasibini alan sektör oldu. Bu nedenle mesleğin; en sorunlu, en sorumlu, en pespaye isimlerini geziye çağırıp, onlara VIP muamelesi yapıp, bir de fotoğraf servis etmek, her şeyden önce dünyanın gittiği süreçlerin de tam okunamadığını gösteriyor. Alçı ve Özkök’ün; kendi hedef kitlenizi geçtim, “karşı mahalle” nezdinde dahi bir karşılığının olduğunu zannetmek, Gezi’de kaybettiklerimize, 20 yılımıza, manşetleriyle adeta yok ettikleri Ahmet Kaya’ya hakaretten öte, zamanın da ruhuna uymuyor. Tüm dünyada geleneksel mecra gazetecileriyle birlikte artık blogger’lar, sosyal medya fenomenleri, dijital medyadan gazeteciler daha fazla bu gezilere katılıyor. Hal böyleyken geleneksel yöntemlerle mitingler düzenleyip, buralara bir de geleneksel medyadan, mevcut çürümüşlüğün mimarlarını çağırmak ve bundan rahatsız olanlara da atarlanmak maalesef bir kibir göstergesidir. “Amiral Gemisi” Hürriyet’i onlarca yıl yöneten, iktidarların ve sermayenin sürdürülebilirlik bekçisi Özkök’ün, hala bir karşılığı olduğunu düşünmek ise hakikaten bambaşka bir aymazlık.
3- Bizden “akıllı” olmamızı bekleyenler Alçı gibi siyasi propaganda aparatlarının bu gezi sonrası objektif habercilik kriterlerine bir anda dönmesini falan mı bekliyorlar cidden? Alçı’nın getirilen eleştirilere karşı yazdığı hakaretler ortadayken, böyle bir beklentiye girmek, herkese kucak açtığını iddia eden naif bir sevgi pıtırcığı olmanın çok ötesinde, süreçleri de doğru okuyamamaktır. Selvi ve Alçı gibi isimler “gazeteci” kimlikleriyle iktidarın meşruiyet yastığı oldular, ekran sözcülüğünü yaptılar, günümüzün taşlarını döşediler. Gazeteciliği adeta bir paravan olarak kullandılar.
Aslında Hürriyet’ten, Sabah’tan ya da Yeni Şafak’tan fark etmez, gazetecilerin geziye katılmasına kimsenin itirazı yok, niye olsun ki zaten. Nitekim Alçı’nın yazısından öğreniyoruz ki bu mecralardan çok sayıda emekçi gazeteci katılmış. Buradaki temel itiraz; Alçı ve Özkök gibi iki müsebbip ismin çağrılmasının ısrarla savunulmasına, geçmişimize bir anlamda hakaret edilmesine, Gezi’de kaybettiklerimizin unutulmasına.
4- Alçı’nın Gezi Direnişi hakkında söyledikleri ortadayken, İmamoğlu’nun kürsüye çıkıp hepimize atar yaparak, “kardeşim” dediği, Gezi davasında 18 yıl alan Tayfun Kahraman’dan ve arkadaşlarından bahsetmesi de ne yazık ki olmadı, olmaz, olmamalı… Resmi rakamlara göre milyonların katıldığı, 7 insanımızı kaybettiğimiz Gezi Direnişi hakkında aldığınız tavır ikircikli olamaz, bu gibi hassas konularda total bir tutarlılık beklemek hepimizin en doğal hakkıdır.
5- “Hellalleşme” gibi son derece muhafazakâr bir üst şemsiye söyleminin bir uzantısıdır bu gezide yaşananlar. Oysa bu isimlerle helalleşilmez, yargısından demokrasisine, ihale vurgunlarından yaşadığımız yoksulluğa kadar son 20 yılın baş sorumluları ya yargılanırlar ya da en kötü ihtimalle tarihin çöplüğünde kendi kendilerine yok olurlar. Bir daha böyle bir dönem yaşanmaması için bu olmazsa olmazdır ve sağlıklı bir gelecek de ancak böyle inşa edilir, yaptıkları insanların yanına kar kalarak değil. Bu kin tutmak ya da devr-i sabık yaratmak değildir, demokrasinin sürdürülebilir olmasının doğal şartıdır. Şayet “Yeni Türkiye” dedikleri paradigma yıkılmayacaksa ne anlamı var onca uğraşa? İmamoğlu ve Ongun’un anlayamadığı bu.
6- Karadeniz gezisine dönelim…Tele 1 adına geziyi izleyen Engin Açar’ın detaylı izlenim yazısından öğreniyoruz ki gazeteciler arasında ciddi bir ayrım yapılmış. Benzerlerini ancak PR ajanslarında göreceğimiz bir sınıfçılık… “Lordlar” kamarasından oluşan VİP otobüsünü, içinde “halktan” gazetecilerin olduğu iki midibüs izlemiş: “(…) Bu düşünce bende Ertuğrul Özkök’ün 'Business Class' diye bilinen, özel ve daha konforlu bölümünde yolculuk yaptığını gördüğümde başladı. Kendi parasıyla mı o bölümden almıştı bileti bilmiyoruz, sormanın da ayıp olacağını düşünerek üzerine gitmedik ama tablo hoş değildi. Nagehan Alçı ve Akif Beki başka bir uçakla geldikleri için onların hangi sınıftan uçtuklarını göremedim. Ancak indiğimizde gördüğüm tablo, 'ayrımcılığın' tesadüf olmadığını düşündürüyordu. Bekleyen üç basın aracı vardı. İkisi yarım otobüs şeklinde bizim içinde bulunduğumuz araçtı. Diğeri ise lüks marka ve konforlu bir VIP minibüstü. VIP lüks minibüs Ertuğrul Özkök, Nagehan Alçı, İsmail Saymaz, Akif Beki, Özlem Gürses gibi belirli gazetecilere ayrılmıştı. Onlar bu araçla programı takip etti. Can sıkıcı bir durumdu. Yapılan bu ayrım, geziyi takip eden diğer gazetecilerin tepkisine de neden oldu. Özellikle bizim canımız çok sıkıldı. Çünkü, geziyi adım adım izleyen ve canlı yayınlayan Tele1’di. VIP araçta bulunanların temsil ettikleri kurumların hiçbiri canlı yayın yapmadı. Gazeteciler ise ancak bir gün sonra yazdı.”
Üstelik İstanbul Belediye Başkanı’nın, İstanbul halkına, seçim zamanı da olmadığına göre kâğıt üzerinde hiçbir faydası olmayan gezisinin harcamalarını kimin yaptığını sormayalım isteniyor. Bu konu bir detaymış gibi sunuluyor. Çok önemsedikleri Alçı’nın yazısından öğreniyoruz ki bu konu da son derece muammaymış. “Aman canım 20 yıldır AKP her gün yapıyor, onlara laf söylesenize” falan demeyin gözünüzü seveyim, yıllardır bunları yazdım, yazdık; yeni bir siyaset, sadece söylemde “herkesi kucaklayalım” ile değil böyle uygulamalarda da kendini göstermeli. 20 yıldır bu ülkeyi soyuyorlar diye bu tarz etik tartışmalara hiç girmeyelim mi yani? Böyle saçma bir beklenti olabilir mi?
7- “Benden hoşlanmasanız bile ki bazılarınız hoşlanmıyor. Bazılarınız aslında benim de hiç hoşuma gitmiyor. Yine de benim en büyük destekçilerim olacaksınız, çünkü onlar kazanırlarsa 15 dakika içinde işsiz kalacaksınız. Bu yüzden buna çok zaman harcamak zorunda değilim.” Bu sözlerin sahibi Trump, sanırım İmamoğlu’nun en son anılmak isteyeceği isimlerden biri olsa gerek, ancak son üç gündür kullandığı dil ne kadar benziyor değil mi? Hemen “Çok haksızlık yaptın” demeyin lütfen, kullandığı dil neredeyse birebir aynı. Aynı üstten bakan söylemle, hayatlarımızın altüst olduğu 20 yıldır zaten yeterince uğraşırken, insanların çalışmadığı ve hiç beklemediği bir yerden “Vız gelir tırıs gider (Dün bu cümle için özür geldi)” ve “Akıllı olun” söylemi geldi. Kılıçdaroğlu da zamanında hatırlarsanız “Tıpış tıpış oy verin” demişti.
Aslında “akıllı olun” bir kalıptır, devamında “Yoksa aklınızı alırım” gelir, o iki cümle mafya dünyasında ayrılmaz kardeşlerdir. Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na “Akıllı ol” tehdidi hala hafızlardayken böyle bir davet aldık İmamoğlu’ndan…
Birkaç dakikalık taramayla “Vız gelir tırıs gider” cümlesini kullanarak kimlerle aynı söyleme düşmüş olduğuna da bir bakalım: Soylu 2014, 2015, 2021 yılarında, Yalçın Akdoğan 2015’te, Binali Yıldırım 2014, 2019’da, Erdoğan 2019’da… Ben AKP’nin 20 yılda en az 2 bin kere bu kalıbı kullandığına eminim ama ispatlayamam.
8- Tüm bu çabalar muhafazakâr AKP’nin kitlesinden oy çalmaya yönelik; anlamadığımızı iddia ettiği strateji bu kadar basit aslında, Trumanlık bir yere kadar yani, o kadar da alık değiliz, anlıyoruz. Ancak son 11 yılda CHP bu söylemle, ağzıyla kuş tutsa yüzde 25’i aşamadı. Siz başkanlığı dualarla teslim alsanız da, sübhane rabbike ile açılışlar yapsanız da, her milliyetçi, İslamcı, faşist yazar/politikacıyı ölüm yıldönümlerinde ansanız da, kemikleşmiş AKP seçmeni kolay kolay taklidine yönelmiyor. Bunu görmek için son 11 yıldır kaç seçim kaybedildiğine bakmak yeterli. Her şey denendi, bunca yoksulluk, işsizlik, açlık, enflasyon, Kürt sorunu, adaletsizlik varken, SHP’nin yarısı kadar olamayan bir sosyal demokrat anlayışı beklemek artık çok lüks, bu anlaşılıyor. Oysa artık görünen o ki hayat pahalılığı ve sofra ateşi iktidarın sonunu getirecek, yıllardır süre gelen sağa yanaşma manevraları değil…
9- Önceki maddeye itiraz gelebilir “Ama İstanbul seçimleri?” diye. O zaman biraz rakamlar konuşsun…Bugün meczup muamelesi gören Mustafa Sarıgül’ün bile 2014 İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde kaç oy aldığını hatırlayan var mı? Yüzde 40. 2019’un ilk seçiminde alınan yüzde 48.8’in içinde HDP, İyi Parti, konjonktürel usanmışlık ve isyan vardı. Herkes zafer sarhoşluğuyla bu basit hesabı pas geçti, mitleştirmek istedik ve mitleştirdik. “Her şey güzel olacak” da özlediğimiz, nefis bir vaatti kuşku yok ki. Şimdi bir fotoğraf üzerinden bunun yıkıldığını söylemek belki iddialı olacaktır ama şüphesiz ivmenin büyük bir yara aldığı bir gerçek.
“Amma eleştirdin, lafı da uzattın, yeter yahu, sen olsaydın ne yapardın, onu söyle” sorusunun tek yanıtı var: “Bir düşüncemiz vardı, ancak işin bu boyutunu hiç hesaba katmadık, toplumun hassasiyetini ve bize verdiği mesajı aldık, bu fotoğraf nedeniyle kırdığımız herkesten özür dilerim. Bundan sonra daha dikkatli olacağımıza söz veriyorum. Ne kadar şanslıyım ki bizi yakından takip eden ve eleştiren insanlar var, lütfen böyle devam edin” demek çok mu zordu? Evet zordu. Ortak akıldan beslenmek yerine liderlik kültüyle yaşayan Türkiye’deki egosal düzen içinde bunları söylemek hakikaten çok zor.
10- Kriz yönetimlerinde önce hasar tespiti yapılır. Hele ki Türkiye gibi balık hafızalı bir ülkede genelde önce ve çoğu zaman sonraki günlerde hiç açıklama yapılmaz. Ancak yapılan açıklamalarla yangına daha çok körükle gidildiği de pek nadir görülür. Bu hafta yaşanan tam da budur. Yakın geçmişte hatırlayın, Migros boykotu yaşandı, önce Migros “bize ne kardeşim bu işçiler taşeron firmanın” minvalinde bir açıklama yaptı, tüketici boykotu kitlesel boyuta gelince Migros anında geri adım atmak zorunda kaldı ve işçiler işlerine zaferle geri döndü. Çünkü inatlaşmanın daha fazla zarar getireceğini gördü Migros.
Geçen hafta “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” ihtimalini canlı canlı yaşadık. Bu anlamda İmamoğlu için de bir fırsat söz konusu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir, yerel seçimlere iki yıl varken bu yaşananlar nefis bir ders aslında, yeter ki vız gelmesin, tırıs gitmesin.
“Nasıl olsa gidecekler ilk seçimde ve nasıl olsa seve seve, tıpış tıpış oy verecekler, ben kafama göre takılırım” bakış açısının yanlış ve son derece kaygan bir zemine oturmuş olduğunu da gördük. İkincisi bu iktidarın gitmesi elbette çok önemli ama oluşan 20 yıllık paradigma değişmeyecekse, önümüze eskimiş “Yeni Türkiye”nin isimleri tekrar gelecekse Cumhurbaşkanı İmamoğlu ya da Yavaş olmuş hakikaten ne fark eder sorusu da akıllarımıza takıldı. Elbette 20 yıldan sonra iktidara kim gelirse gelsin soluklanacağız, sokaklarda danslar edeceğiz, belki sevinçten çıplak koşacağız ama belli ki herkesin genetik kodlarıyla derinden oynanan yıllardan geçmişiz. Bütün kurumlar istisnasız çürümeden nasibini almışken, kim gelirse gelsin her şeyin bir anda güzel olmayacağına artık yavaş yavaş kendimizi alıştırmalıyız. Önümüzde her hâlükârda uzun ve meşakkatli bir yol olacak.