26 yıl önce, 17 Ağustos 1999’da, saat 3 sularında sarsıntıyla uyanıp, kendimizi dışarıya attık. Lise çağındaydım, şimdiye kadar böyle şiddetli bir deprem yaşamamıştım. Sonra 45 saniye sürdüğünü öğrendiğimiz o dehşet anlarının saatler sürdüğünü sanmıştık. Bursa depremin merkez üstü değildi, bulunduğumuz yerde yıkım yoktu. Yine de evlere giremedik o akşam ve sonrasında uzun süre.
Sabah depremin İzmit Gölcük merkezli olduğunu öğrendik. 7.8 şiddetinde bir deprem İzmit’i, Yalova’yı yıkmıştı. Bursa, Eskişehir ve İstanbul’da da yıkılan binalar ve can kayıpları vardı. Artçı depremler sürerken saatler ve günler geçtikçe ölenlere ilişkin sayılar yükseliyordu. Kıyametti yaşanan. “Sesimi duyan var mı?” haykırışı hayatımızın bundan sonrasında kulaklarımızda olacaktı.
Resmi rakamlar 17.480 kişinin hayatını kaybettiğini söylüyordu. İnsanların pek çoğu inanmadı bu sayılara. Nitekim 2010 meclis araştırması raporuna göre 18.373 kişi hayatını kaybetmişti. Yüzbinlerce insan yaralandı, yüzbinlerce aile evsiz kaldı.
Sayılar ne kadar soğuk değil mi? Ölenlerin her birinin en sevdiklerimiz olduğunu düşünelim. Bir sayı olmazlar değil mi? Ya da demin yaptığımız gibi ‘yüzbinlerce’ demek yaşananı anlatmaya ne kadar yetiyor?
Yakın tarihimizin en büyük faciasıydı yaşanan ve öldürenin aslında deprem değil sistem olduğunu çok acı bir tecrübeyle öğreniyorduk.
Hırsız müteahhitler para kazansın diye, denetimsiz yapılmış çürük binalarda öldü on binlerce insanımız. O dönem yaygınlaşmaya başlayan telefon şebekeleri çökmüş, iletişim ortadan kalkmıştı. Kızılay’ın kendisinin yardıma muhtaç haline geldiği 99 Depremiyle çok net anlaşılmıştı.
Demokratik Sol Parti (DSP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) koalisyon hükümeti iktidardaydı. Yapılması gerekenler yapılmıyor, yapılamıyordu. Çünkü insan yaşatmaya, insan kurtarmaya odaklı bir sistemde yaşamıyorduk. Devlet yalnızca kendisini korumaya odaklanmıştı on yıllar boyu. Depremin vurduğu bölgeye yardım ekipleri zamanında gitmedi. Birçok kurtarma ekiplerinin ulaşması günler sürdü. Bazı noktalarda enkaz kaldırma çalışmaları aylarca devam etti.
Ve sonrası… Deprem uzun süre gündemden düşmedi. Hükümet bir dizi yasal düzenleme yaptı. Başta Özel İletişim Vergisi olmak üzere bir dizi yeni vergi getirildi. 2007 yılında lağvedilen Ulusal Deprem Konseyi kuruldu. İstanbul'un birçok noktasına deprem konteynırları yerleştirildi ve toplanma alanları belirlendi. Bu alanların hemen hepsi daha sonra imara açıldı. Deprem konteynırı diye bir şey gören var mı İstanbul’da mesela? Ben görmedim. Deprem sigortası zorunlu hale getirildi. Depremin ardından yapıların depreme dayanıklılık esasları ve denetim kuralları değiştirildi. 2007, 2012 ve 2019’da yönetmeliklerde pek çok değişiklik yapıldı.
Depremden sonra 170 kamu görevlisi hakkında dava açıldı. Bazıları görevden uzaklaştırılırken, bazılarının davaları zaman aşımı nedeniyle düştü. Yıkılan binaların müteahhitleriyle ilgili 2 binden fazla dava açıldı ama bu davalarda verilen hükümler ertelendi veya zaman aşımı nedeniyle düştü. Dönemin simge ismi Veli Göçer mesela 18 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Sadece 7,5 yıl yatıp çıktı. Yakın zamanda inşaat sektöründe faaliyet yürüttüğü haberi basına yansıdı.
Kısacası 17 Ağustos Depremi unutulmaz bir acı olarak tarihe yazıldı.
Ardından aynı yıl, 12 Kasım'da Düzce merkez üslü 7,2 büyüklüğünde, 845 kişinin hayatını kaybettiği bir deprem daha meydana geldi.
1999’dan 2023’e…
Depreme karşı alınması gereken önlemlerin toplumsal bilinç haline gelmesinde 1999 yılı milat oldu. Ancak yönetenler ne yazık ki buna uygun davranmadı. O günden bu güne toplanan deprem vergilerinin nereye harcandığı sorusu cevaplanmıyor.
1999’un ardından deprem defalarca kez kendini hatırlattı. Eksikleri, yapılmayanları, alınmayan önlemleri yüzümüze vurdu. Afyon’da, İzmir’de, Van’da, Elazığ’da… İktidar hiç birinden ders çıkartmadı.
Aradan uzun yıllar geçmişti. Bu kez 6 Şubat’ta saat 4’ü geçerken şiddetli bir sarsıntıyla uykumuzdan uyandık. Bitmeyecek sandığımız kadar uzun sürdü sarsıntı. Bu kez çok daha kötüsüydü. Gecenin karanlığında, yükselen beton tozu genizlerimizi yaktığında, bazı binaların yıkılmış olduğunu düşündük. Gerçek çok daha acıydı; neredeyse bütün Antakya yıkılmıştı. On binlerce insan yıkılmış binaların altındaydı ve sağ kalanlar olarak bir şey yapamamanın çaresizliğiyle sağa sola koşturuyorduk.
Ertesi gün aynı şiddette bir ikinci deprem daha…
Uzun süre kurtarma ekipleri gelmedi. Aynı kaderi paylaştı şüphesiz bütün deprem şehirleri. Tarifsiz bir yıkım, yüzbinlerce insanı yitirmemiz, yok olan hayatlar, dağılan aileler…
Büyük Marmara Depremiyle 6 Şubat depremleri arasında 24 yıl var. Dile kolay çeyrek asır. Diyelim ki 99 Depreminden ders çıkartmadı yönetenler. Hiçbir düzenleme yapmadılar. Hayatın doğal akışı, teknolojinin verdiği imkanlar bile her şeyin 24 yıl öncesine göre daha iyi olmasına sebep olurdu. Olmadı! 24 yıl sonra her şey daha da kötüydü. “Deprem sonrası yönetmelikle yapılan binalar sağlamdır” hepimizin inandığı koca bir yalanmış meğer. Arama kurtarma ekipleri şehre ulaştığında artık çok geçti. Kızılay sadece yetersiz değildi, kötülerin, zalimlerin, vicdansızların elinde rant kapısına dönüşmüştü. AFAD koordinasyonsuzluğun, liyakatsizliğin simgesi haline gelmişti. Yönetenlerin tek derdi eksiklerinin olmadığını ispat etmekti.
Son muydu peki 6 Şubat? Ne yazık ki değil. Bundan sonra da benzer acılar bizi bekliyor. Çünkü değişen hiçbir şey yok. Sistem aynı, zihniyet aynı. Geçen hafta yaşadığımız, yüreğimizi ağzımıza getiren Balıkesir depremi bunu bir kez daha göstermedi mi? Sadece bu yılı ele alalım. 23 Nisan’da Silivri’de 6.2 şiddetindeki depremde 359 kişi yaralandı. 3 Haziran’da Muğla'da 5.8 şiddetindeki depremde 1 kişi öldü, 75 kişi yaralandı. 10 Ağustosta Balıkesir Sındırgı’da yaşanan depremde 1 kişi öldü 29 kişi yaralandı.
Dünyanın pek çok yerinde bu depremler sıradan olaylar olarak geçip gidiyor. 17 Ağustos, 6 Şubat gibi depremler çok daha hafif sırıklarla atlatılıyor. Biz on biner on biner ölüyoruz.
17 Ağustos’ta, 6 Şubat’ta ve yaşadığımız bütün depremlerde ölenleri saygıyla anıyor, yakınlarına tekrar baş sağlığı diliyorum.