Mimarlar Odası olarak deprem bölgesinde yaptığımız ön incelemenin her aşamasında, gördüğümüz büyük enkaz hepimizi öfkelendirirken, umut ise halkın dayanışma kararlığı ile enkazın altındaki yaşam belirtisiydi.
Ankara’dan hareket ettiğimiz heyetle birlikte, Adana, Osmaniye, Antakya, Gaziantep, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş’ta 7 il 14 yerleşim merkezinde yaptığımız incelemeler bize bir kez daha gösterdi ki, gördüğümüz sadece yıkılan binaların enkazı değildi; Deprem öncesinde alınmayan önlemler, yanlış kentleşme politikaları, deprem sırasında ve sonrasında yaşanan yönetememe halinin, devasa yıkıcı bir afete dönüştüğünün resmiydi.
Yönetim biçimi enkaz altında
Gittiğimiz tüm bölgelerde, ilk 3 gün tam da arama kurtarma sürecinin altın saatlerinde, herkesin ihtiyacı olduğu dönemde merkezi yönetimin orada olmadığı, insanların kendi çabaları ile kurtarma yaptıkları sıklıkla dile getirildi. Oysa deprem olduktan sonra ilk yapılması gereken can kaybını en aza indirmek için arama kurtarmanın öncelikli olarak başlaması, temiz içme suyu, gıda ve hijyen koşullarının sağlanmasıydı. Bu gerçekleşemedi. Herkes tek bir noktadan emir bekledi. Süreç yönetilemedi. Deprem öncesinde önlem almayan iktidar deprem sonrasını da yönetemedi. Yönetim biçimi enkaz altında kaldı.
Yanlış kentleşme politikaları, ‘işini bilenler’ enkaz altında
Yıkılan, çöken her bina, çatlayan her kolon, devrilen her duvar yer seçiminden, tasarımından statik hesabına, yapının inşasından denetimine kadar kurallara uymama, bilimi göz ardı etmenin acı göstergesiydi. Bu enkaz, rant odaklı, kar hırsı ile daha fazla sermaye birikimi sağlamayı hedefleyen, imar afları ile kurallara uymamayı ödüllendiren karar vericilerin çöküşüydü. Denetim süreçlerini özelleştiren, meslek örgütlerinin denetimini devre dışı bırakan ve yaşam içerisinde var olmamızın parçası olan dağı, taşı, ovayı, kıyıyı, ormanı, ağacı, suyu, toprağı yaşam alanlarını ekonomiye kazandırılacak kaynak olarak görenlerin bitişiydi. Bu enkaz, neoliberal kentleşme politikaları ile rant odaklı topyekûn bir yapı üretim süreci ve etik değerlerden yoksun işini bilenlerin enkazıydı.
Kuralsızlık ve yozlaşma enkaz altında
Hukuksal ve ahlaki kuralsızlığın her yere hâkim olduğu bir sistemde, “benim memurum” işini bilir ifadesiyle başlayan karakter aşınması ile etik değer ilkeleri, doğruluk, dürüstlük, kurallara uyma “enayilik” olarak nitelendirildi.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ile toplumcu bakış açısı, kamu yararı göz ardı edildi. Azgın bencillik, azgın kentleşmenin besleyeni oldu. Menfaat düşkünlüğü öne çıkartıldı. Kurumlarda, merkezi yönetimde, siyasette ahlak kavramı göz ardı edildi. Dürüst ve işini kurallara göre yapan insanlar cezalandırıldı, ötekileştirildi. İktidarlar eliyle yaratılan bu yozlaşma habis bir ur gibi her yere metastaz yaptı.
Hukuksal ve ahlaki kuralsızlık, toplumsal zeminin çökmesine neden oldu. Her gittiğimiz deprem bölgesinde yönetenlerin, milletvekillerinin, bakanların, politikacıların, belediye meclis üyelerinin, firmaların, meslek insanlarının birçoğunun menfaat ilişkileri kızgınlıkla dile getirildi. Toplum her şeyi biliyor, öfkeleniyor, kendini yönetenlere güvensizlik içerisinde, tutunacak bir dal arıyor. Depremin yarattığı büyük etki alanı bu çürümüş sistemin ahlaki enkazını da yıkılmış binalarla birlikte toplumun bilincine çıkarttı.
Büyük sessizlik
Ağaçlar, canlılar, insanlar, makinalar bir kent nasıl suskunluğa bürünür, deprem bölgesinde yaşadık. Antakya’da arama kurtarma sürecinde enkaz altında ses dinlemesi yapılırken bir kentin organize sessizliğe nasıl büründüğüne, arabaların anında nasıl kontak kapadığına, iş makinalarının nasıl durduğuna, insanların domino taşı gibi birbirini uyararak nasıl sustuğuna tanıklık ettik. Kentin büyük sessizliği, kurtarılacak bir canın kısık sesini bekliyordu. Depremin 12. gününde bile enkazdan canlı çıkan insanlar hepimize umut olurken, depremden sonraki ilk üç gününde geciken arama kurtarma ekiplerini yönetenlere, emri vermeyenlere öfke giderek büyüyor. Daha çok can kurtarılabilirdi. Kentin sessizliğini, sorumluların, susması gerekenlerin kulakları tırmalayan açıklamaları bozuyor. Büyük sessizlik bağrında büyük öfkeyi biriktiriyor.
Kültür varlıklarımız ve belleklerimiz de enkaz altındaydı
Antakya’da tarihi merkeze geçebilmek için neredeyse her sokaktan geçme girişimimiz hep bir enkazla tıkandı ve hep geri döndük. Ezan sesiyle çan seslerinin birbirine karıştığı kültürler coğrafyası kentlerde, kültür varlıklarının yıkımı geleceğe taşınması gereken değerlerin yıkımıydı. Antakya’da camiler, havralar, kiliseler, Hatay Meclisi, Valilik binası, ilk cami olan Habib-i Neccar Cami ve birçok sivil mimari eser yıkılmıştı. Adıyaman’da Ulu Cami’nin yıkıntıları üzerinde ki kepçe, kültür bilmezlik olarak belleğimizde yerini aldı. Gazi Antep’te surlar, kiliseden camiye dönüştürülen Kurtuluş Cami, Maraş’ta Ulu Cami ve Arasa Cami, Malatya’da Yeni Cami yıkıntılarının çevresinde hiçbir önlem alınmamıştı. Sürece müdahil olacağını ifade eden Kültür Bakanlığı ise biz oradayken maalesef yoktu. Kültür varlıkları ve bellek mekanlarımız enkaz altındaydı.
Bilimin meydanı
Arama kurtarma süreci devam ederken insanların geçici olarak barınmasını çözecek çadırlar, yaralılara müdahale edecek sağlık üniteleri ve birimlerin kurulması gecikti. Açık alanlarda kurulan çadırlar ise standartlara aykırı şekilde kurulmuştu. Bu düzenleme, salgın hastalık riskini, her çadırdan çıkan soba bacaları ile de yangın riskini içerisinde barındırıyordu. Meslek örgütleri olarak kentsel planlama sürecinde sürekli dile getirdiğimiz, yapılaşmaya açılmaması gereken, aynı zamanda toplanma alanları olarak da belirlenen, açık ve yeşil alanların ne kadar kıymetli olduğu gerçeği depremle birlikte bir kez daha açığa çıktı. Bilime kulaklarını tıkadılar, meydanları yok ettiler, en önemli toplanma alanı olan kent merkezindeki stadyumları yıktılar. Malatya’da kent meydanına cami yapılmasına karşı çıkan mimarları “din düşmanı” ilan edenler ise şimdilerde bu meydanın yapılaşmaya açılmamasının ne kadar doğru bir karar olduğunun farkındalığı ile meydandalar.
Örgütlü dürüstlük
7 il 14 yerleşim merkezinde, iktidarların yönetenlerin yanlış kentleşme politikaları önlem almaması, yapı üretim sürecinin parçalanması, inşa sürecinin denetlenmemesi, imar aflarının sonuçları, yönetim tarzının tek elden merkezileşmesinin enkazına tanıklık ettik. Ahlaki çöküntü ile merkezi iktidardan, yerel yönetimlere, siyasetten, tüm kurumlara kadar, kendi menfaatlerini düşünerek, “mış” gibi yapan kurumlar, yöneticiler, bakanlar, vekiller, belediye meclis üyeleri, doğruluğu, dürüstlüğü rafa kaldıranlar, rantı düstur edenlerin sistemi enkaz altında kaldı. Liyakatsizlikle, toplumun birbirini denetleme kültürünün de ortadan kalkması ile yaşanan erozyonla, enkazın altında koca bir Türkiye ve hepimiz kaldık. ‘Bir yıl içerisinde yeniden binalarınızı inşa edeceğiz’ söylemi ise, aynı nehirde ikinci kez yıkanmaya çalışanların hiç ders almadığının ifadesidir.
Oysa şimdi yeniden arınmaya, örgütlü dürüstlüğe ihtiyacımız var. Yer seçimleri yanlış yapılmış alanlarda binaları yükseltmek değil, yitirilen değerlerimizi doğruluğu dürüstlüğü yükseltmek sorumluluğumuz. Bilim ve tekniğin ışığında topluma güven verecek adanmışlık duygusuyla hareket edecek Cumhuriyet kadrolarına ihtiyacımız var. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına da bu yakışır.
Enkaz büyük. Ülkenin enkaz kaldırma ve bertaraf etme planı bile yok. Sokaklar toz içerisinde, asbest ölçümleri yapılmıyor. Enkazlar tarım arazilerine, su yataklarına dökülerek doğa katlediliyor ve birçok afete kapı açılıyor. Tüm bunlar bilim insanlarının söyledikleri dikkate alınarak önceden planlamasının yapılması gerekiyordu.
Yüzyılın son enkazı olması dileğiyle, tüm bu enkaz altındaki sistemin içerisinde, elini değil, bedenini yüreğini taşın, enkazın altına koyan, geleceğe ses verenlere, dayanışmayı büyütenlere bin selam.