Mekânın politik bir güç olarak ifadesi her tarihsel sürecin bir parçasıdır. 21 yıldır kesintisiz şekilde süren AKP iktidarının yıkıcı mekânsallığı ve yerine yeni ideolojinin inşasının mekânsallığı kentlerin her yerinden okunuyor: Atatürk Orman Çiftliği’nde ki Kaçak Saray’dan, TOKİ konutlarından, şehir hastanelerinden, tek tip okul binalarından, betonlaşan parklardan, ticaret ile ibadetin bir aradalığından oluşan ranta hizmet eden millet bahçelerinden, kentin silüetini delen rant kulelerinden, eskiye öykünen adliye binalarından satır satır okunuyor.
Bu otoriter mekânsallığa karşı yürütülen kent mücadelesi siyasal İslam ile neoliberalizmin gerçek niyetlerini her defasında toplumun gözünün önüne serdi. Kentsel mekan için hak arama mücadelesinin mekansallığı olan yargı binaları ise kentin değişik yerlerinde parçalı yapısıyla, Osmanlı ve Selçuklu’ya öykünen mimarisi ile hukukun nereye doğru evirileceğini mekan üzerinden açığa çıkarttı.
Halkınıza nasıl bir adalet kurguluyorsanız yargı mekânları onun temsilidir. Adliye binalarının adalet Sarayı olarak adlandırılması “Adalet’in Sarayı mı?, Sarayın Adaleti mi?” olacağının ilk ipuçlarıydı. Sonrasında yer seçimlerinden, mülk edinmesine, kiralık adliye saraylarından, hukuksuz yargı mekânlarına hukukun geldiği durum, kent mücadelesinde hepimizin gözünün önünde gelişti. Mekâna yönelik verilen her mücadelede, iktidarın şifreleri önce mekân üzerinden çözüldü. Hukuka aykırı inşa edilen her yapı hukuksuzluğu bir kez daha üretti. Toplumun su gibi ekmek gibi, nefes gibi ihtiyacı olan Adalet arzusu mücadelenin başköşesine oturdu. Kentsel mekâna yönelik yapılan müdahalelerde, verilen mücadelelerde, gelmekte olanı bize anlattı.
Saray rejimi
Laik Cumhuriyet değerlerinin kurucu mekânı olan Atatürk Orman Çiftliği’nde Atatürk’ün şartlı bağışı, vasiyeti ve hukuk ihlal edilerek 2012 yılında inşasına başlanan Kaçak Saray’a meslek örgütlerinin açtığı davada yargı 2014 yılında yürütmeyi durdurma kararı verdi. 2010 referandumu sonrasında rüzgârını dolduran dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “ben bu mahkeme kararına uymayacağım, bu binayı da bitireceğim içine de girip oturacağım, gücünüz yetiyorsa gelin yıkın” demişti. Hukukun üstünlüğünün, üstünlerin hukukuna dönüştüğü bu an bu günlerde yaşanan Anayasa’nın ihlalinin adım taşlarından biriydi. Kaçak Saray inşası ve Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin saraya karşı verdiği mücadelenin ortaya çıkarttığı Saray Rejimi mekânın gücünün nasıl siyasal bir argümana dönüştüğünün de ifadesi haline geldi.
Benzer bir şekilde Taksim Gezi Parkı’nda kentsel kamusal alana sahip çıkılması mekânın gücünün ve mekâna dair verilen mücadelenin açılan davalar ve yaşanan süreçlerle tüm toplumu harekete geçiren Yargıtay’ın Anayasayı tanımamasını ortaya çıkartan örnek bir olaya dönüştüğünü görüyoruz. İşte iki ana mekân ve mekân üzerinden yürütülen mücadele ile kendisini de aşan bir toplumsal olayı bir kez daha açığa çıkarttı. Rejim değişikliğinin simge mekânı ile rejimin nasıl olacağını gösteren ve ona isyan olan Gezi ve davası süreci ile apaçık gözler önüne serildi.
Defalarca kez beraatle sonuçlanmış yargı süreçlerini hiçe sayarak milyonluk Gezi’nin faturasının 5 kişiye kesilmesi, 18 yıllık müebbetten, milletvekilliğine uzanan kentsel varoluşun, TBMM’nin, yüksek yargı organlarının ve iktidarın turnosolu olan tavrını milyonlar nezdinde bilince çıkarttı.
Adalete nöbet
Gezi davasında hukuksuz tutuklamalar ve mahkûmiyetler sonrasında başlatılan adalet nöbetleri 567.gününü doldurdu. Adaletsizliğe bir isyan olarak başlayan adalet nöbetleri ve sonrasında yaşananlar hukuksuzluklar, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay’ı karşı karşıya getirdi. Rejime ve anayasal düzene karşı bu karşı çıkışı, toplumun gözünün önüne seren Gezi Davası ve Can Atalay vakası oldu. Kendisini de aşan bir siyasal sonuç doğurdu, tıpkı Kaçak Saray gibi… Bu süreç farklı kesimlerden yükselen adalet talebi ile biçim değiştirmiş Gezi’nin esintisi hissettirdi. Toplumsal muhalefete Can suyu gibi geldi.
Gezi davası tutsakları özgürlüğüne kavuşana kadar sürecek olan Adalet Nöbeti “ her ne şart altında olursa olsun Vicdan zorbalığa karşı direnecek” diye başlamıştı. Adalet nöbetlerinin her yere yayılması sadece Gezi davası için değil, toplumun her kesimi için adalet nöbetine dönüşemese de, kararlılığı ile direnen tüm kesimlere bir mesaj vermeye devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta, dezenformasyon yasasının Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmesi sırasında gazetecilerin AYM önünde tuttuğu adalet nöbeti, AYM’nin Can Atalay için verdiği hak ihlali kararını tanımayan Yargıtay’ın kararı ile CHP milletvekillerinin TBMM’yi terk etmeme eylemi ve TBMM’de süren Adalet Nöbeti, Barolar Birliği’nin Anayasa’ya sahip çıkan adalet yürüyüşü, CHP İstanbul İl Başkanlığı’nın Çağlayan Adliyesi önünde tüm toplumu oturma eylemine çağrı yapması adalet arayışını sokağa çıkartan toplumsal muhalefete can suyu veren cesaret büyütücü hareketler.
Hangi alanda olursa olsun herkesin hukuka ihtiyacı olduğu bir dönemde, toplumsal sözleşmemiz olan Anayasanın iktidar eliyle ihlal edilmesi AYM kararının tanınmaması anayasasızlaştırılacak bir kaos döneminin ipuçlarını bir kez daha veriyor. Toplumsal muhalefetin yeniden toparlanacağı bir Can suyuna dönüşen adalet isteme hareketliliği ise umut verici.
Adalete olan ihtiyaç Anayasayı yani toplumsal sözleşmemizi sahiplenmek, anayasal direnme haklarımızı her yerde kullanmak sorumluluğumuz ve zorunluluğumuzdur.