Yeni resmi tarihin inşası kısa bir zaman dilimine sıkıştırıldığında birçok yerinden pot verir. İnandırıcılığı az olur fakat “ısrar ve tekrar”sayesinde zamanla yalanlar gerçeklerin yerini alır. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels bunu şöyle özetlemişti: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır.”
20 yıllık AK Parti iktidarında yeni bir resmi tarih yazılmaya başlandı. İlk 10 yılında daha çok Gülen cemaati marifetiyle yürütülen bu çaba,özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra AK Parti-MHP ittifakıyla hız kazandı.
Cemaatin etkin olduğu 2000’li yıllarda özellikle Samanyolu TV’de Şafak Tepe, Sungurlar, Ölümsüz Kahramanlar gibi bol efsaneli asker, polis dizileri yayınlanıyordu. Diziler cemaatin kumpas kurma performansına göre oldukça düşük zeka seviyesindeydi ama o dönemin cemaat anlayışına ve AK Parti misyonuna ziyadesiyle hizmet ediyordu.
Hatta cemaatin Samanyolu kanalında yayınlanan Şafak Tepe dizisinde senaristler gemiyi iyice azıya alıp özel harekatçılara yardıma gelen Hz Muhammed’i ışık hüzmesi şeklinde tasfir ederek kamyonete bindirmişlerdi. (Sonradan buna Erdoğan bile isyan etmişti)
TRT dizileri bu kadar mistik yalanlar yayınlamasalar da özellikle son dönemin Payitaht, Teşkilat, Kuruluş ve Bir Zamanlar Kıbrıs dizilerinde gerçeklik sınırlarını epey zorluyorlar.
1 Nisan günü TRT ekranlarında yeni bir dizi başladı. Fragmanından galasına çok büyük bir prodüksiyon olduğu her halinden belli oluyordu. Galaya Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Türkiye’den giden 150 kişi katılmıştı. “Lebaleb” bir gala yapıldı. Kıbrıs Mağusa İnsiyatifi ve 24 sivil toplum örgütü “Bir Zamanlar Kıbrıs” dizisi gala gecesinin iptal edilmesi gerektiğini açıkladı. Ancak büyük abi ana vatan Türkiye son sözü söylemişti.
Gala yapılacaktı.
Galanın iptalini isteyenler pandemi şartlarını ve yasakları öne çıkarmakla birlikte “Kıbrıs’taki tarihsel nazik duruma” parmak basıyorlardı. Dizi Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumları arasındaki meseleleri kaşımaktan başka bir işe yaramayacaktı.
Nitekim dizide hemen hemen hiçbir Kıbrıslı Türk oyuncu rol almadı. Bununla ilgili bir bildiri yayınladılar.
Dizinin 1 Nisan’da yayınlanması Kıbrıslı Türkler ve Rumlar için olsa olsa kötü bir şakaydı. Fakat ciddi devletler şaka yapmaz, sembolik tarihlere ciddi önem atfederler. Türkiye de öyle yapmıştı.
Peki 1 Nisan’ın anlamı neydi?
1 Nisan 1955’te Kıbrıslı Rumların sağcı milliyetçi örgütü EOKA, İngiliz sömürge yönetiminin sona ermesini ve Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesini desteklemek için silahlı saldırılar başlattı. (Bugün Rum kesiminde hala ulusal bayram olarak kutlanıyor.)
EOKA eylemlerini 1950’lerin sonlarına doğru Kıbrıs Türklerine yönelttiğinde Türkler de buna karşılık Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurdular. TMT bizzat Türkiye’nin o zamanki Kıbrıs Büyükelçiliğinde çalışan Kemal Tanrısevdi’nin evinde kuruldu. Devamında da her zaman Türkiye Özel Harp Dairesi tarafından yönetildi. Kurucuları sonradan cumhurbaşkanı olacak Rauf Denktaş ve Türk toplum önderi Dr. Fazıl Küçük idi. Sembol olarak iki kılıç üzerinde uluyan bir bozkurt kullanılmış, üyeleri ise kurt olarak tasfir edilmişti.
Gelelim diziye…
Dizi bir düğün sahnesiyle açılıyor. Herkes aşırı mutlu. Tüm eşler birbirine aşık. Çocuklar Halay çeken kalabalık kır gazinosunda çapraz koşular yapıyor. (Pist olmadığı için “lütfen çocuklarınızı pistten alın” anonsu da yok) Fonda 1980’lerden bir oyun havası çalıyor. (Sanat yönetmenlerine hatırlatalım; olay 1960’larda geçiyor) Dizideki pozitif hava o kadar uzun sürüyor ki (hesapladım, 25 dakika bir hadise çıkmıyor) tam aşktan ve şefkatten tiksinecek kıvama gelmek üzere iken neyse ki mevzu patlıyor.
EOKA’lı Rum milliyetçiler önce köyün delisini, sonra yardımcı kahraman Derviş’in hamile eşini ve kundaktaki bebeğini öldürüyorlar. Senaristler seyirciyi bunun kesmeyeceğini düşünmüş olacak ki, EOKA’lı teröristler kahramanımız Kemal Dereli’nin (Ahmet Kural) eşini ve 5 yaşındaki kızını da kaçırıyorlar.
EOKA kurucusu Nikos Sampson (Tayanç Ayaydın) Kemal’in eşini özellikle kaçırıyor çünkü ona gençliğinden beri saplantılı bir takıntısı var. Yeri gelmişken Tayanç Ayaydın’ı hatırlatmakta fayda var. Yıllarca Sakarya-Fırat dizisinde jandarma uzman çavuş olarak oynadı. 2009’da başlayan bu dizi, ortam yumuşayıp, Kürt meselesinde çözüm süreci başladığında halka yersiz gaz veriyor diye 2013’te yayından kaldırıldı. (Çözüm süreci bittiğinde daha bir kanlı, gaz veren PÖH, JÖH dizileri ekranlarda boy göstermeye başladı.)
Mağusa limanındaki işinden dönen Kemal Dereli yaşanan vahşeti görür ve direniş için dağlara çekilir. Rumlar adaya harıl harıl silah taşırken sahneye nihayet Denktaş çıkar. İçi mühimmat değil fotoğraf makinalarıyla dolu olan valizi gösterip (Denktaş gerçek hayatta da iyi bir fotoğrafçıdır.) “Onların silahı varsa bizim de fotoğraf makinalarımız var, çektiğiniz tüm fotoğrafları Dünya’ya ulaştırın” der. Bu arada kendisi silahlı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın lideridir ama ona çok takılmayın.
Muhtemelen önümüzdeki bölümlerde reytingler müsaade ederse (ki etmese de önemli değil sonuçta işlevsel bir TRT dizisi için masraftan kaçılmaz) şiddet ve kahramanlık hikayeleri tırmandırılarak 1974 Kıbrıs Barış Harekatı günlerine kadar gelinecektir. Başta da dediğim gibi resmi tarih bir ısrar ve abartma sanatıdır. İçinde bir tutarsızlık aramak manasız bir çabadır.
Korkum TRT’nin yeni resmi tarihi yazarken ipin ucunu kaçırıp o dönemin başbakanını Ecevit değil Erbakan olarak göstermesi. Ecevit’in savaşı başlatma parolası olan “Ayşe tatile çıksın” sözünü de Erbakan’ın ağzından “Ayşe abdestini alıp hicret etsin” olarak değiştirmesi.
Peki bugün Kıbrıs Türk halkının ihtiyacı olan şey eski gerilimleri tırmandıracak yapımlar mıdır yoksa tansiyonu düşürecek çalışmalar mıdır? Türkiye’de kutuplaşmaktan herkes pimi çekilmiş el bombası gibi iken neden bu sanal gerilimi küçücük ve sorunlu bir adaya da taşıyoruz?
Cevabı basit; dizinin hedef kitlesi 326 bin nüfusuyla ada halkı değil 83 milyon nüfusuyla hep “zinde ve gergin” kalması gereken Türkiye halkıdır.
Kendi Kürt meselemiz, Alevi meselemiz, seküler-muhafazakar gerilimimiz, gelir uçurumumuz ve pandemi hezimetimiz yetmiyor artık demek yeterince zinde kalmamıza. Öyle ya da böyle bir denge içinde yaşayan Kıbrıs’ın kabuk bağlamış yaralarını kanatıyoruz şimdi de.
Kıbrıs’ın ihtiyacı olan EOKA vahşetlerini hatırlatarak gerilim yaratmak değil gerçek kahramanlarla iki toplum arasındaki barışı inşaa etmektir. Bugüne kadar hepimize çoğunlukla Kıbrıs’ın savaş kahramanlarından bahsedilidi.
Bir kere de savaş değil barış kahramanlarını anlatalım.
Mesala Derviş Ali Kavazoğlu’undan bahsedelim biraz.
1924 yılında Alaniçi köyünde doğan Derviş Ali Kavazoğlu’na Aleko der herkes. 11 yaşındayken babasını kaybeder ve ilkokulu bırakmak zorunda kalır. Yetim kalır ve Lefkoşa'daki akrabalarının yanına gider. Kıbrıslı Rum bir marangozun yanında çırak olarak verilir. Zamanla işinde ustalaşır ve kendi dükkanını açar.
Delikanlılık çağlarına geldiğinde sendika çalışmalarında aktif olmaya başlar. Sol fikirleri ve Kıbrıs’ta birliği savunduğu için TMT tarafından tehdit edilir. Sonunda bir gün dükkanı yakılır. Güney Lefkoşa’ya taşınmak zorunda kalır.
Aleko hem Türk milliyetçilerinin bölünme-taksim planına hem de Rum milliyetçilerinin Enosis-Yunanistan’a bağlanma planına karşıdır. Kıbrıs’ta iki halkın birlikte yaşamını savunur.
Zamanla siyasi çalışmalarına yoğunluk verir. Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in merkez komite üyeliğine kadar yükselmiştir. Gerilimli savaş ortamında partisi AKEL’de gördüğü ulusalcı eğlimlerin yükselmesinden endişelidir. Barışçı değerlerin peşindedir.
AKEL, Aleko’ya asistanlık yapması için Rum genç Kostas Mişaulis görevlendirmiştir. Günlerce birlikte saklanırlar. Yoldaşlıkları kardeşliğe dönmüştür artık. Bu arada Aleko siyasi çalışmaları dışında fakir köylülerin sigorta, tarım, tapu izni vb bürokratik işlerinde onlara yardım etmektedir. 11 Nisan 1963 günü genç yoldaşı Kostas Mişaulis’la birlikte yine böyle bir yardım işi için köylülerle buluşmaya giderken pusuya düşürülür.
Hep yardımına koştuğu ve onlar için hayatını vakfettiği köylüler muhtemelen Aleko ve Kostas’ı TMT’ye ihbar etmiştir. (Sinan Cemgil ve Mahir’lerin sonuna ne kadar benziyor değil mi?) Kostas ve Aleko oracıkta infaz edilir.
Milliyetçilere inat iki yoldaşın kanları birbirine karışır ve kucak kucağa son nefeslerini verirler...
Ölümlerinden bir süre sonra Aleko’nun kişisel eşyaları arasında Ankara Yenişehir postanesinden postalanmış içerisinde el yazısı ile, “Alçak canının cehenneme gideceği gün yakındır” yazan bir mektup bulunur.
Kıbrıs’ta bugüne kadar 50-60 yıl önce öldürülüp kör kuyulara atılan ve toplu mezarlara gömülen 1.188 kişinin kayıp cenazelerine ulaşıldı. 1.510 Kıbrıslı Rum ve 492 Kıbrıslı Türk için kayıp araması BM ve AB öncülüğünde hala devam ediyor.
Bunlar olmasın diye öldü Aleko ve Kostas.
Hüner eski yaraları yalanlarla kanatıp iman tazelemek değil, barışı aramaktır.
Türkiye’de ve Kıbrıs’ta…
---------------------------------------
Notlar
https://sol.org.tr/yazar/aleko-29618
https://www.havadiskibris.com/bir-zamanlar-kibris-dizisi-gala-gecesi-iptal-edilmelidir/