Seçim sath-ı mailine girdiğimizden beri günde en az birkaç tanesini okuduğumuz, kimine kızdığımız, kimiyle umutlandığımız, güvenilirliği konusunda sorular sorduğumuz kamuoyu ve seçim araştırmalarının tarihçesine bakmaya ne dersiniz?
Önce terimin “kamu” kısmına dair birkaç bilgi. Romalılar döneminde Latince halk anlamına gelen publicus teriminden geliyor kamu terimi. Ortaçağda kamu deyince akla aristokrasinin, soyluların (yani sarayın) uygulamaları gelirdi. Burjuvazinin ortaya çıktığı 16-17. yüzyıllarda terim sadece kralı, danışmanlarını, mahiyetini (kısaca Saray’ı) değil, devleti (devlet dairelerini, bürokrasiyi) de anlatır oldu. 18. yüzyıldan itibaren hem kralların hem burjuvazinin hem de hükümetlerin seslendiği halkı ifade ederek Roma dönemindeki anlamına yaklaştı. Bu alanda İngiltere, basının yardımıyla kamuoyu kavramını daha erken keşfederken, Fransa’da bu mesele ancak Fransız İhtilali’nden (1789) sonra farkedildi.
Efkâr-ı umumiye
Osmanlı döneminde bu konudaki terim ise “amme” idi. Günümüzde, Türk Dil Kurumu’nun (TDK) tarifine göre kamunun üç anlamı var: Bunlardan birincisi “halk hizmeti gören devlet organlarının tümü”, ikincisi “Bir ülkedeki halkın bütünü, halk, amme”. Görüldüğü gibi, bizde kelimenin birincil anlamında “halk” değil “devlet” var. Bunu destekleyen bir başka bilgi, “kamu yararı” teriminin TDK Sözlüğü’ndeki karşılığı: “Devletin gereksinimlerine cevap veren ve bu ihtiyaçları karşılayan, devlete yarar sağlayan değerler bütünü, menafiiumumiye.”
Kısacası, bizim anlam dünyamız hala modern öncesi dönemlerin damgasını taşıyor.
Gelelim İngilizcede ilk kez 1741’de “public opinion” veya Fransızcada 1744’te “l'opinion public” (halkın görüşü) şeklinde formüle edilen terim karşılığı Türkçede kullanılan “kamuoyu” terimine. Bu hakikaten kafa karıştırıcı bir bileşim. Osmanlı döneminde kullanılan “efkâr-ı umumiye” (genelin, toplumun fikirleri) veya “efkâr-ı amme” (kamunun fikirleri) terimlerinde bulunmayan “oy”, seçimlerde kişinin herhangi bir aday veya partiye ait yaptığı tercih olarak yerleşmiş zihnimize, dolayısıyla TDK “kamuoyu” için şu tarifleri yapıyor: “1. Bir konuyla ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu, amme efkarı, efkarıumumiye”, “2. Toplumsal yaşamın olay ve olguları konusunda toplumsal kümelerin ya da toplumun ortaklaşa yargısını yansıtan düşünce ve kavramların toplamı”, “3. Bir insanın eylemleri konusunda çevresindekilerin onaylayıcı ya da kınayıcı tutumları.”
Agora ve Ecclesia
Tanımları yaptıktan sonra tarihe dönelim. Antik dönemde adı konmamış bile olsa kamuoyunu, şehrin Agora’sında, meclisinde, sokaklarında, okullarında, tiyatrolarında, tapınaklarında ya da soyluların evlerindeki Symposium denilen ziyafetlerde yapılan tezahüratlar, atılan nutuklar, yapılan sohbetler, fısıldanan dedikodular oluştururdu. Ama daha önemlisi örneğin Atina’da yılda 40 kez toplanan ve “özgür yurttaşlar”ın katıldığı (zamanla dini anlam kazanan) Ecclesia denilen toplantılarda siyasi sorunlar oylanırdı.
Sözde kalsa da ‘Vox Populi, Vox Dei’ (Halkın sesi Tanrı’nın sesidir) düsturunu şiar edinen Roma döneminde, meclisin müzakere zabıtlarını (Acta diurna) kamusal alanda yayımlayan ve halk tarafından tartışılmasını sağlayan Sezar, herhalde modern anlamda kamuoyunun önemini ilk keşfedendir. Cicero gibi ünlü hatiplerin konuşmalarına verilen tepkiler kamuoyu hakkında önemli fikir verirdi.
Vox Populi, Vox Dei
Burada bir parantez açalım: Bu Latince vecizenin Türkçesini (Halkın sesi Hak’kın sesidir) Mustafa Kemal ilk kez İzmir İktisat Kongresi'nin 17 Şubat 1923 tarihinde yaptığı açış konuşmasında zikretmişti. Vecizenin "Vox Populi" şeklindeki ilk bölümü, ilk kez Romalı hatip Cicero'nun metinlerinde "sıradan insanlar" anlamına kullanılmış, yani bugünkü gibi "halkın çoğunluğunun sesi" anlamına değil. "Vox Populi, Vox Dei" ifadesi ise ilk kez Frank ve Lombard Kralı Şarlman’ın danışmanı Yorklu Alcuin tarafından 798 yılı civarında Şarlman tarafından kendisine gönderilmiş bir dizi soruyu yanıtlarken kullanılmış. Şöyle ki: "İnsanlar (halk) ilahi yasalara göre yönetilmeli ve onlara boyun eğilmemelidir. 'Halkın sesi Tanrı'nın sesidir' diyenlere kulak asmamalıyız, çünkü bir kalabalığın sesi her zaman deliliğe yakındır."
Anlaşılacağı üzere söz önceden bilinmekte imiş, ancak Alcuin "halkın sesi"ni savunmak bir yana Şarlman'ı Frankların tek kralı aracılığıyla yeryüzündeki Tanrı'nın hükümetini (teokrasiyi) güçlendirmeye teşvik ediyormuş. Aslında bu yorum, krallıklar, sultanlıklar tipi yönetimler için gayet olağan. Muhtemelen Alcuin'in söylediğinin tam tersi anlamına “demokrasi”ler çağında kavuşmuş.
Maviler ve Yeşiller
Parantezi kapatıp devam edersek, Avrupa’da kamuoyunun kendini ifade ettiği ortamlardan biri de hipodromlardı. Tarih boyunca kölelerle imparatorun, kadınlarla erkeklerin yan yana seyredebildiği nadir demokratik etkinlik olan araba yarışlarının, dönemin diğer gözde eğlencesi olan gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı Roma’daki 170 bin oturma kapasiteli Circus Maximus’ta bazı yarışları 250 bin seyircinin izlediğini ileri süren kaynaklar var. Nitekim, Romalı hiciv yazarı Juvenal'in “halkı yönetmek için ekmeğini ve eğlencesini eksik etme” anlamına gelen panem et circenses (ekmek ve sirk) ifadesi siyasi bir özdeyiş olarak hala kullanılır.
Bizim Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in Hipodrom'u ise 60 bin ila 100 bin kişi arasında seyirci kapasitesine sahipti. Hipodrom'da, halkın arasında örgütlenmiş çeşitli gruplar, kendilerini başlangıçta Kırmızılar, Beyazlar, Maviler ve Yeşiller diye anılan araba yarışçıları aracılığıyla temsil ederler, yarışları izleyen halk kesimleri de bunlardan birini ya da öbürünü destekleyerek çeşitli konulardaki tercihlerini ifade ederdi. Gösteriler sırasında yapılan tezahüratın biçimi ve şiddeti halkın saray politikalarına ilişkin düşünceleri hakkında önemli bir fikir verirdi. Bizans tarihi boyunca, bu takımlar bazı imparatorların tahta geçirilmesinde, bazılarının indirilmesinde önemli rol oynadı. Zamanla ilk iki renk kayboldu ve geriye sadece Maviler ve Yeşiller kaldı. Bu iki takımın ortaklaşa davrandığı tek olay ise 532 tarihli Nika (Zafer) Ayaklanması idi. Adını isyancıların “Zafer, zafer!” nidalarından alan ayaklanma sırasında Konstantinopolis baştan aşağı yakılmış yıkılmış, Ayasofya tahrip olmuş, imparator şehirden kaçmaya kalkmış, isyancılar ancak İtalya’dan getirilen birlikler tarafından etkisiz hale getirilebilmişti. Ancak Hipodrom’un siyasal arena işlevi 10. yüzyıla kadar sürmüştü.
Antik çağın ve Roma döneminin “siyasal insanı”nın, “inanan insan”a irca ettiği Kilise egemenliğindeki Ortaçağ’da halkın biraraya gelebileceği büyük meydanlar yoktur ama irili ufaklı feodal beylikler, krallıklar arasında gidip gelen din adamlarının, seyyahların, tüccarların, gezgin felsefecilerin kamuoyunu şekillendirdiğini tahmin ediyorum. Örneğin 17 Şubat 1600 günü, Roma’nın Compo di Fiori (Çiçekler Tarlası) meydanında Engizisyon tarafından yakılarak öldürülen Giordano Bruno, bu gezgin felsefecilerden biriydi.
İslam şehirlerinde de çıkmaz sokaklarla, avlularla mahremiyeti öne çıkaran kent dokusunda kamuoyu merkez camiinin avlusunda şekillenirdi. Doğan Kuban’ın dediği gibi “Büyük camiler, başka bir deyişle, Cuma camileri, kentlerin ticaret ve üretim alanlarının, yani çarşıların yakınında ya da içinde yer alır, ya da cami çarşıları kendine çeker. Büyük kalabalıklar camide ve cami avlularında buluşur. Cami, İslam kentinin forumudur.”
Aydınlanma Çağı’nda ise, Pascal, Locke, Voltaire, Rousseau, Hegel, Bentham, Tocqueville gibi düşünürler bu konuya kafa yordular. Örneğin Rousseau'ya göre, ceza hukuku, medeni hukuk ve kamu hukukunun yanı sıra kamuoyu dördüncü ama yazılı olmayan hukuk biçimiydi. Tocquville’e göre aşırı bireyselleşmenin getireceği içe kapanık toplum, kültürel olarak çoğunluk tiranlığına, “kamuoyu despotizmi”ne açık hale gelmekte idi.
İlk kamuoyu araştırması
Bugün kamuoyu denince de toplumun genelinin hem tecrübeleri hem de bilgileriyle oluşturduğu ortak kanaat akla geliyor. Bourdieu’nun veciz ifadesiyle “Eskiden ‘Tanrı bizimledir’ diyen siyaset adamı, bugün ‘kamuoyu bizimledir’ diyor.”
İlk kamuoyu araştırması 1879’da ABD’de, biçer-döver satan W.W.Ayer and Son firması tarafından, kullanıcıların eğilimleri ve gazetelerde bu konuda çıkan haberleri incelemek suretiyle yapılmıştı. 1940’da ABD Başkanlık seçimlerinde Ohio-Erie County’deki bir araştırma, seçmenlerin oy tercihlerini ölçmenin mümkün olduğunu ve grup üyeliğinin bireysel davranışlar üzerindeki etkisini keşfetmeye yardımcı oldu. Bugünkü anlamda kamuoyu araştırmaları ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de başladı. Ancak 1948 seçimlerinde uygulanan “opinion survey”ler başarılı olamadı. ABD’nin GALLUP Institute, Almanya’nın EMIND Institut, Fransa’nın ETMAR- ESOMAR gibi “dinazorları”nın öncülük ettiği kamuoyu araştırmaları 1965’ten sonra tüm dünyaya yayıldı ve bilgilenme süreçleriyle paralel bir gelişme gösterdi. Örneğin ABD’de 1959 ve 1961’de yapılan kamuoyu araştırmalarında soru yöneltilenlerin çoğunluğu Berlin Duvarı’ndan veya Fidel Castro’dan habersizdi. Ancak 1961’de Brezilya’da yapılan bir araştırmada, katılımcıların yüzde 95’i ABD Başkanı’nın kim olduğunu biliyordu. Ya da 1964’te ABD’deki her dört kişiden biri Çin’de komünist bir yönetim olduğunu biliyordu.
ABD’de televizyon tartışmaları
Televizyonun böyle yaygın olmadığı bir dönemde Roosevelt 1932’den 1945’e kadarki kampanyalarında radyoyu kullanarak kamuoyunu çok etkilemişti. 1960’lardan itibaren yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Amerikan seçmenlerinin yüzde 60’ı siyasi fikirlerini televizyon tartışmalarından edinmeye başladı. Çünkü tarihte ilk kez siyasi liderler kozlarını 1960’ta ABD televizyonlarında paylaştılar. O yıl başkan adayları Kennedy ve Nixon’un tartışmasını 100 milyondan fazla kişi izlemişti. Başlangıçta Nixon favoriydi. Çünkü hem iyi bir tartışmacı olarak bilinirdi, hem devletin yüksek kademeleriyle sıkı ilişkileri yüzünden bilgi düzeyi yüksekti, ancak tartışmayı kazanan Kennedy oldu. İşin ilginç yanı, telefon anketlerinde tartışmayı televizyondan izleyenler seçimi Kennedy’nin kazanacağını, radyodan izleyenler Nixon’ın kazanacağını tahmin etmişti ve kazanan tahmin televizyonu izleyenler grubununkiydi. 1980’de Carter’in ılımlı Cumhuriyetçi Anderson’la televizyon tartışmasını reddetmesi muhafazakâr Cumhuriyetçi aday Regan’ın sivrilmesine yardım etti. 1984’te Reagan, Mondale’yi yerinde esprileri ile alt etti. 1992’de “Baba” Bush ile Bill Clinton arasındaki tartışmada Bush’un üstten bakışları, kibirli tavırları aleyhine işledi.
Yıl: 1950, Türkiye’de ilk seçim anketi
ABD’den ülkemize gelirsek, Türkiye’deki ilk seçim öncesi anketi Ahmet Emin Yalman’ın sahibi olduğu Vatan gazetesi düzenlemişti. 31 Mart 1950 tarihine kadar gazeteye ulaşan toplam 5.386 cevap CHP ve DP temsilcilerinin de bulunduğu bir ortamda sayılmış, sonuçlar okuyuculara "Garp memleketlerinde seçimden evvel umumi efkarın reyini öğrenmek için anketler yapılır. Bilhassa Gallup umumi efkâr enstitüsünün seçim arifesinde yaptığı anketler o memleket vatandaşları için yol göstericidir. Memleketimizde anket fikri henüz teşekkül etmemiştir. Bu eksiği hisseden gazetemiz seçime girecek Türkiye’de halk efkarının meylini öğrenmek vazifesini yapmak istedi ve bu anketi hazırladı" diye takdim edilmişti. Buna göre, sorular ve verilen cevaplar şöyleydi: "Seçimlerde rey kullanacak mısınız?" şeklindeki ilk soruya katılanların yüzde 94'ü "evet" demiş, "oy sandığının namusuna bu defa saygı gösterilecek mi?" sorusuna yüzde 50,9 "hayır" cevabını vermişti. Katılanlara oylarını hangi partiye verecekleri sorulduğunda ise yüzde 56,44 Demokrat Parti'ye, yüzde 11,24 Cumhuriyet Halk Partisi'ne, yüzde 3,94 Millet Partisi'ne, yüzde 23,52 karışık listeye, yüzde 4,11 bağımsız adaylara, yüzde 0,54 ise Milli Kalkınma Partisi'ne oy vereceklerini söylemişlerdi.
“İşte Paşam, İstanbul!” ve hezimet
Anket sonuçlarına CHP yöneticileri pek itibar etmemişti çünkü halk seçimler öncesinde CHP’nin düzenlediği miting alanlarını dolduruyordu. Hatta, İnönü'nün Taksim'de gerçekleştirdiği seçim mitingine on binlerce kişinin katılması üzerine İstanbul’un “Mini mini” Valisi Fahrettin Kerim Gökay, İnönü'ye İstanbul'un tamamen CHP'li olduğunu kanıtlamak için miting alanındaki insanları gururla göstererek "İşte Paşam, İstanbul!" demişti. Halbuki dikkatli bir gözün seçebileceği gibi alandaki kişilerin çoğunun yakasında DP rozeti vardı. Nitekim seçim sonuçları miting kalabalıklarının ne kadar yanıltıcı olduğunu gösterecek ve DP ezici bir zafer kazanacaktı. Gökay’ın “İşte Paşam, İstanbul!” böbürlenmesi de DP’lilerin alay repertuvarına eklenecekti.
Demokrat Parti döneminde de amatörce de olsa kamuoyu araştırmalarının düzenlendiği biliniyor Bu araştırmalar İstanbul’da merkezi yerlere (örneğin Gülhane Parkı’na) veya miting alanlarına konulan sandıklara oy atmak şeklinde yapılıyordu. Bu sandıklarda bazen on binlerce kişi oy kullanırdı. Sonuçlar ertesi gün, gazetelerde sekiz sütuna manşet olacak şekilde yayımlanırdı. Ama, 1957 seçimleri arifesinde bu anketlerde Demokrat Parti’nin oyu düşük çıkmaya başlayınca İstanbul Vali Vekili Kemal Hadımlı bu oylama işini yasaklayacaktı.
İlk yayınlar, ilk şirketler
Gelelim işin bilimsel yanına. Kamuoyu araştırmasının önemine dair ilk bilimsel yayın “Halk Efkarı ve Yoklaması” adıyla 1954 yılında Seha Meray tarafından yapıldı. Bilimsel yöntemlerle ilk kamuoyu araştırmasını yapan da 1956’da Halk Efkarı Mefhumu ve Tesir Sahaları adlı kitabın da yazarı olan Nermin Abadan Unat idi. Unat’ın Ankara Üniversitesi’nde oluşturduğu SIHAG kısaltmalı birim, siyasi liderler üzerine araştırmalar yaptı ancak bunlar bir yerde yayımlanmadı. Zaten birim, kısa süre sonra engellemeler yüzünden kapandı.
İlk araştırma şirketi ise Nezih Neyzi’nin 1962’de kurduğu PEVA idi. Bu şirketin ilk bilimsel araştırması “Ticaret Odası’nda çalışanların maaşlarıyla piyasada ödenen maaşların karşılaştırılması” konusunda olmuştu. Nermin Abadan Unat’ın 1966 yılında yayımladığı “Anayasa, Hukuk ve Siyasi Bilimler Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili” kitabı bir ilkti.
İlk seçim araştırmasını 1975’te Milliyet gazetesi sipariş etti. O yıl ara seçimler yapılacaktı ve Ankara ili hakkındaki çalışmayı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Nermin Abadan Unat, Türker Altan, Doğu Ergil, Ahmet Taner Kışlalı yürütmüştü.
1975’te GALLUP ve ESOMAR üyesi olarak kurulan PİAR (Piyasa Araştırmaları ve SİAR (Sosyal ve İktisadi Araştırmalar), 1977 seçimleri için Politika gazetesine ve 1978’de Tercüman gazetesine seçim araştırması yaparak bu alandaki bir başka ilki gerçekleştirdi.
SİAR’ın başarılı 6 Kasım 1983 tahminleri
12 Eylül 1980 darbesinden sonra yapılan ilk genel seçimler (6 Kasım 1983’te yapılmıştı) kamuoyu araştırmalarının popülerleşmesine neden oldu. Seçime 10 gün kala, 27 Ekim 1983 günü Milliyet gazetesinde yayımlanan SİAR anket sonuçlarında kararsızlar dağıtıldığında Turgut Özal’ın ANAP’ı, yüzde 48.8, Necdet Calp’in HP’si yüzde 32.9, Turgut Sunalp’in MDP’si yüzde 18.3 oy alcak tahmini yapılmıştı. Seçim sonuçları şöyle oldu: ANAP yüzde 45,1, HP yüzde 30, 1, MDP, yüzde 23,3… Sonuç gayet başarılı bulunmuştu çünkü yüzde 1’lik yanılma payı ile gerçekleşmişti. 8 Kasım 1983 tarihli Milliyet’te SİAR’ın Başkanı Bülent Tanla başarının anahtarını anlatırken, Ankara’nın Haymana, Sivas’ın Gemerek, Antalya’nın Korkuteli bölgeleri ile İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirleri karşılaştırmalı olarak yorumladıklarını anlatıyordu okurlara…
“Seviyeli” televizyon tartışmaları
Darbecilerin kapattıkları partilerin açıldığı, siyasi yasakların kaldırıldığı 1987 sonrasında aynen ABD’de olduğu gibi bizde de parti liderlerinin seçim dönemlerinde televizyonlarda tartışmalar yaptığını hatırlar benim kuşağım. 1991 yılında TRT’de yayımlanan Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit ve Doğu Perinçek’in katıldığı liderler açık oturum ile 24 Aralık 1995 günü Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal, Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş’in katıldığı seçim münazarası unutulmazlar arasındadır.
Bu münazaraların sonuncusu 2002 yılında CHP lideri Deniz Baykal ile AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan arasında, seçime bir hafta kala, gazeteci Uğur Dündar’ın “Seçim Arenası” programında gerçekleşmişti. Baykal yayında Erdoğan’ın siyasi yasaklı olmasını yanlış bulduğunu dile getirmiş ve seçim sonrasında bu durumun ortadan kalkması için uygun zeminin hazırlanacağına dair mesajlar vermişti. Erdoğan hem Baykal’ın yaklaşımından hem de anketlerden aldığı güçle gayet memnun ayrılmıştı yayından.
2002’den sonra liderleri bir daha yüz yüze tartıştırmak mümkün olmadı ancak 2009 yılındaki yerel seçimlerden önce iki siyasi münazaraya şahit olabildi kamuoyu. İlkinde, Uğur Dündar'ın yönetiminde, dönemin CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ile AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat “hayali ihracat” iddialarını tartıştı. Programda yaşananlar sonunda Fırat partideki tüm görevlerinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu programdan kısa süre sonra Kılıçdaroğlu bu sefer dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile karşı karşıya geldi. Programda parlayan Kılıçdaroğlu oldu ve bu parıltının da etkisiyle partisi tarafından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı gösterildi. Oyların yüzde 37’sini alarak ikinci sırada yer alan Kılıçdaroğlu seçimi kaybetti ancak 2010 yılında Deniz Baykal’ın istifasıyla boşalan CHP Genel Başkanlığı’na getirildi.
Son yüz yüze siyasi tartışma YSK tarafından iptal edilen İstanbul BB seçiminin galibi CHP’li Ekrem İmamoğlu ile seçimin mağlubu AKP’li Binali Yıldırım arasında 16 Haziran 2019 günü İsmail Küçükkaya’nın moderatörlüğünde NTV-Star TV ortak yayınında gerçekleşti. Sonucu biliyorsunuz…
Bilgi iktidar mıdır?
Peki hem dünyadaki hem bizdeki adaylar neyi tartışıyorlardı kamuoyunun gözleri önünde? Neydi bu tartışmaları böylesine önemli kılan? İçerik mi, biçim mi? 17. yüzyılda Bacon “Bilgi iktidardır” demişti, ondan 350 yıl sonra Foucault “Bilgi ne pozitivistlerin iddia ettiği gibi nesnel ve tarafsız, ne de Marksistlerin ileri sürdüğü gibi insanı geliştirici ve özgürleştirici bir şeydir. Tam tersine bilgi, iktidarı ayakta tutan güçtür. İktidar bilgi yoluyla toplumun kılcal damarlarına sızar,” dedi.
1964’te Gutenberg Galaksisi kitabında “Küresel Köy” kavramını kullanan Marshall McLuhan “Bilim-kurguyu yaşıyoruz” diyeli 60 yılı geçti. Bunu, Donna Haraway’ın “bilim ve kurgu arasındaki fark optik bir yanılsamaya dönüştü” saptamasına cevaben söylemişti. Artık biliyoruz ki, bilimin taşıdığı ağır bagajı taşımadığı için kendini daldan dala konmakta özgür hisseden “kurgu” edebiyata has olmaktan çıktı.
Örneğin artık “sosyal bilimler kurgusu” diye de bir şey var. Örneğin politikacılar acaba kamuoyu araştırmaları seçmen davranışlarını etkiliyor mu diye sürekli endişe duyarlar ya, Jean Baudrillard bu sorunun “cevaplanamaz” olduğunu söylüyor. Kamuoyu araştırmaları acaba gerçeğin tam bir fotoğrafını çekebilirler mi? Baudriallard buna “karar verilemez” diyor.
Suskunluk Sarmalı
Nitekim ilk kez 1965’te Almanya’da gözlenen ve E. Noelle Neuman tarafından tarif edilen Suskunluk Sarmalı teoremine göre, sadece birbirini tanıyan insanların oluşturduğu gruplar değil, toplumun geneli de kendilerine benzemeyen, kendileri gibi düşünmeyen üyelerini dışlamaya eğilimlidir. Bireylerde adeta genetik bir bilgi haline gelen bu “dışlanma korkusu” yüzünden, bireyler çevrelerinde hangi fikir ve davranışların benimsendiğini veya reddedildiğini veya hangi fikir ve davranışların taraftarlarının arttığını veya azaldığını sürekli gözlemlerler. Yani düzenli olarak, bir çeşit kamuoyu yoklaması yaparlar. Sonunda ortaya çıkan kanaatleri doğrultusunda, eğer kendilerine yakın fikirlerin daha çok taraftarı olduğunu düşünürlerse kendilerini güvende hissedip konuşmaya başlarlar. Aksi durumda susarlar. Böylece azınlıkta olanların veya azınlıkta olduklarını sananların sesleri daha az duyulur ve bu durum o kesimlerin kamusal alandaki zayıflığı konusundaki kamusal kanaatleri pekiştirir. “Sarmal” yerine “kısır döngü” de diyebiliriz belki. İşte alın size, bilginin veya bilgisizliğin toplum üzerindeki (hatta buna aydınları da katabiliriz) etkilerinden biri...
Yine Batılı uzmanların tanımladığı “kazananın peşine takılma eğilimi” (Bandwagon effect) ile “kaybedeceği varsayılana destek olma eğilimi”nin (Underdog effect) birbirini götürüp götürmediğini merak edebiliriz. Veya “en istenmeyeceğin kazanacağı düşünüldüğünde, kendi eğilimine en yakın olana yönelme eğilimi” (tactical voting-taktik oylama) ya da “eğer bir şeye ‘gerçek’ etiketini yapıştırırsak, o gerçek haline gelir” diyen Thomas Teoremini’ni anımsayabiliriz.
Kendini gerçekleştiren kehanetler
Bir başka kavram “kendini gerçekleştiren kehanet” (Self-fulfilling prophecy) meselesi. Sırf kehanetten kaçmaya çalıştığı için kehanette söylendiği gibi öz babasını öldürüp öz anasıyla evlenmek zorunda kalan mitolojik kahraman Oidipus’un hikayesini duymuşsunuzdur. Mitolojiden günümüze atlarsak, hani on yıllardır ABD tarafından atom bombası üretiyor diye tehdit edilen Kuzey Kore ve İran’ın, namlunun ucunda olduğunu düşünerek gerçekten atom bombası üretmesi ve atom bombasına sahip olduğu için de ABD tarafından imha edilecek olması ihtimalini, ya da bir zamanlar “en güvenilen kurum ordu”, “en güvenilmez kurum siyaset/medya” gibi önermelerin her ankette birinci çıkmasının, zamanla kararsızların ve fikri olmayanların bir kısmının etkilenmesi üzerine, bir sonraki ankette de birinci sırada çıkmalarının adeta garanti olması ihtimali gibi durumlarını bilirsiniz.
Semarkand’da Ölüm’le randevu
Baudriallard’ın “kendini gerçekleştiren kehanet” konusunda verdiği örnek ise, Somerset Maugham’ın “Samarra’da Randevu” adlı hikayesinin bir versiyonu. Hikâye bu ya, zamanın birinde, bir asker (Maugham’ın hikayesinde Bağdat’ta) pazar yerinde dolaşırken birden Ölüm’le karşılaşır. İkili göz göze gelirler ve adam Ölüm’ün kendisine işmar ettiğini sanarak korku içinde saraya koşar ve en hızlı atını kendisine vermesi için Sultana yalvarır. Tek arzusu, Ölüm’den kurtulmak için mümkün olduğunca çabuk, bir gün uzaklıktaki Semarkand’a, (Maugham’un hikayesinde Bağdat’a 125 kilometre uzaklıktaki Samarra’ya) gitmektir. Sultan atı verir, adam telaş içinde Semerkand’a doğru yola koyulur. Ardından Sultan en iyi adamını korkuttuğu için çıkışmak üzere Ölüm’ü sarayına çağırır. Ölüm şaşkınlıkla cevaplar Sultan’ı: “Onu korkutmak istememiştim ki!... Sadece onu pazar yerinde görünce çok şaşırdım, çünkü kendisiyle yarın Semarkand’da randevumuz vardı...”
CB seçimleri için yaşadığımız heyecanı görünce soruyorum: Acaba bizim Semarkand’da Ölüm’le bir randevumuz var mı? Varsa randevu günümüz 14 Mayıs’ta veya 18 Haziran mı? Bence değil… Sizin de öyle olmadığını 15 Mayıs veya 19 Haziran sabahı göreceğinizi tahmin ediyorum…