Bir ‘dezenformasyon’un otopsi raporu: Şebnem Korur Fincancı 'vakası'

Dezenformasyon tam da böyle bir şey değil miydi? “İklim” yaratmak değil miydi “dezenformasyoncu”nun işi? Ata yadigarı mermileri “çatışma” sembolü yapmak değil miydi, kendi tanıttığı kitabı fon müziğiyle, “buz”lu fotoğraflarla “örgütsel doküman” yapmak değil miydi? Ve en nihayet herkes “görevi”ni yapmıştı: Diyarbakır Cezaevi törenle kapatılırken, oradaki işkenceleri yıllar sonra belgelemek için uğraşan Şebnem Korur Fincancı artık cezaevindeydi.

Madem ki konumuz bir adli tıpçının tutuklanması, madem ki konumuz o adli tıpçıyı cezaevine gönderirken yaşanılan dezenformasyon süreci, o zaman konuyu adli bilimlerin alt dalı olan adli tıptaki en bilinen kavramla inceleyelim: Otopsi raporu

Soruşturma ve kovuşturmalarla yakından ilgili olanlar daha onlarcasını, yüzlerce sıralayabilirler ama çoğumuzun “dezenformasyon” denilince ilk aklına gelen; cami içindeki bira şişeleridir. Çok da tipik bir örnektir bu. Oysa ki tek değildir. Dedik ya, ilgilileri onlarcasını bir çırpıda sayabilir. Biz de birçok örnek sıralayabilirdik; gereksiz. Doğrudan konumuza girelim: Bir dezenformasyon vakası olarak Şebnem Korur Fincancı soruşturması.

Konunun olgunlaşması gerekiyordu. Cumhurbaşkanı’nı kahvede dinleyen kişi “Bu zat…” diye başlayan cümleleri duyduğunda Cumhurbaşkanı’nın bahsettiği konuyu az çok biliyor olması gerekiyordu. Peki bu kahvedeki yurttaş bu “bilgi”ye nereden sahip olacaktı? Bilginin kaynağı cebince duruyordu. Açacaktı telefonunu, girecekti sosyal medyaya, bütün her şeyi birkaç parmak kaydırma hareketiyle öğreniverecekti. Bu kısa “eğitim”den sonra Cumhurbaşkanı’nın dediklerini, Şebnem Korur Fincancı’dan bahsettiğini anlayabilirdi. Kahvedeki yurttaş aldı telefonu eline girdi birkaç siteye. “Tanıdı” Şebnem Korur Fincancı’yı az çok.

Kahvedeki yurttaş artık her şeyi biliyordu: Tavla oynarken zar tuttuğunu iddia ettiği rakibine “sana bir fincan lazım” sözünü rahatlıkla Şebnem Korur Fincancı’ya getirebilirdi. Okey masasındaki yurttaş kırmızı 7’liyi ‘altındaki’ rakibine atarken, “al sen komünistsin, kırmızıyı seversin” dedikten sonra konu bir şekilde artık Şebnem Korur Fincancı’ya gelebilirdi. Artık Cumhurbaşkanı konuyu açık açık konuşabilirdi:

“Böyle bir şahsın adı, Türk’le başlayan kurumun başında olmasını milletimizin tüm fertlerini rahatsız ettiğine inanıyorum. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımızın yürüttüğü soruşturmanın sonuçlarına ve mahkemelerin vereceği kararlara göre hem bu kişi ile hem de bu kurumla ilgili adımlar atılacaktır.”

Cumhurbaşkanı’nın sözleri okey masasının ‘yancısı’nı ikna etmeyecek olabilirdi. Onun birilerinden daha duyması gerekirdi. Hem o eskiden beri ülkücüydü, başbuğların söylediklerinden başkasına inanmazdı. O’nu ikna edecek ses de Meclis’ten yükselirdi:

“TTB’nin kapısına kilit vurulmasını tarihi önemde addediyorum. Türk düşmanı bir birliğin isminin başında Türk olamaz. Türk Tabipleri Birliği Başkanı’nın vatandaşlıktan çıkarılması ve vatansız olmaya mahkum edilmesi akla en uygun gelen seçeneklerden birisidir.”

ÖRGÜTSEL DOKÜMAN GEREK

Artık Şebnem Korur Fincancı’nın ifadesi alınabilirdi. Nihayetinde bütün bunlar siyasilerin sözleriydi ve okey masasındaki yurttaş daha sertlerini duymuştu. Oysa ki Fincancı’nın tutuklanması da gerekiyordu. Ve bayrak polise, medyaya geçmişti.

Polis, Şebnem Korur Fincancı’nın kapısına dayandığında Foto Film Şubesi’nin kamerası çoktan kayda geçmiş, elinde mavi eldivenli polis çoktan fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmaktaydı. Kamera evin her bir yerini kayda almaktaydı. Fotoğraf makinesi her bir detayı fotoğraflamaktaydı. O da ne? Bir kitap: Dağın Ardına Bakmak. Yazarı da Kürt.

Polisin kamerası da foto film memurunun fotoğraf makinesi de aradığını bulmuştu. Kitap derhal raftan indirildi, dantel örtülü sehpanın üzerine özenle konuldu ve başlandı kayıt altına alınmaya.

Bu işlem tamamdır. Kamera ve fotoğraf makinesi yeniden ‘aranmaya’ başlar keskin gözleriyle. O da ne bir kutu üzerinde bir takım numaralar var. İçi açılır. İşte tamam: Mermi. Kamera bütün detayları alır. Şebnem Korur Fincancı’nın yerini unuttuğu asker dede, asker baba yadigarı mermiler en net görüntüsünü verir.

BİRAZ DA FON MÜZİĞİ OLMASIN MI?

Foto Film Şube’nin polisleri, işlerini başarıyla tamamlayarak merkeze dönerler ve hafıza kartları bilgisayara takılır. Görüntüler, fotoğraflar “farklı kaydedilip” “masa üstüne” indirilir. Ve başlanır whatsapptan, mailden gönderilmeye: “Alıcı” çubuğunda, şu gazete, bu televizyondaki “gazeteci”lerin adresleri telefonları vardır. Polis, “ileti gönderildi” bildirimini gördüğünde veya karşı tarafın whatsapp’ındaki iki “tik”i mavi olduğunda artık işini tamamlamıştır. Bundan sonrası medyanın işidir.

Haberler dönmeye başlar:

-Şüpheli Korur’un evinde yapılan aramada örgütsel el kitabı, tabanca ve kalaşnikof mermileri ele geçirildi.

Bu, öyle bir “haber”di ki öyle alelade sunulamazdı. Bu görüntülerin altına fon müziği döşemek gerekti. TRT’nin arşivi zengindi. En güzelinden bir “operasyon müziği” bulunmalıydı ve öyle yapıldı. Bir şey unutulmadı ama: Sorumlu yayıncılık! O zaman ne yapmak gerekirdi? Kitabın kapağı “buz”lanmalıydı. Hem öyle yapınca daha “örgütsel” oluyordu.

Ama gelin görün ki unutulan bir şey vardı: O “örgütsel materyal”in tanımı 12 yıl önce TRT’de yapılmıştı. Dün dündür derseniz de o “örgütsel materyal”, onu sayfalarına basan gazetenin sahibi olduğu kitap satış mağazasının rafında hâlâ duruyordu. Ama olsundu, o örgütsel materyaldi. Hem ne de olsa okey masasındaki yurttaş nereden bilecekti TRT arşivini, kitap satış mağazasında ne satıldığını.

Sonuçta okey masasındaki o yurttaş, Valide Sultan Camisi’nden bira şişesinin gerçekten çıkıp çıkmadığıyla da ilgilenmemişti sonuçta. Onun için “Gezici” vandal mıydı, vandaldı. Bu “bilgi” de o yurttaşa yeterdi. Şebnem Korur Fincancı, “terörist sevici” miydi, “terörist seviciydi” o da yeterdi.

Artık Şebnem Korur Fincancı gönül rahatlığıyla tutuklanabilirdi.

DEZENFORMASYONU ELE VEREN TUTANAK

Bu ülkenin gazetecileri olarak biz de Şebnem Korur Fincancı’nın ifade tutanaklarını elimize aldığımızda gözlerimizin ilk aradığı sözcükler, “kitap” ve “mermi” olurdu. Ama yoktu. Savcı, Fincancı’ya ne “O mermiler neyin nesi?” diye sorma gereği duymuş ne de “o kitabı hangi örgüt elemanından aldın?” diye sormuştu. Haliyle ifade metninin hiçbir yerinde mermi de geçmiyordu, kitaptan da bahsedilmiyordu. Gerek de yoktu.

Sonuçta dezenformasyon tam da böyle bir şey değil miydi? “İklim” yaratmak değil miydi “dezenformasyoncu”nun işi? Ata yadigarı mermileri “çatışma” sembolü yapmak değil miydi, kendi tanıttığı kitabı fon müziğiyle, “buz”lu fotoğraflarla “örgütsel doküman” yapmak değil miydi. Ve en nihayet herkes “görevi”ni yapmıştı: Diyarbakır Cezaevi bir seçim öncesinde törenle kapatılırken, oradaki işkenceleri yıllar sonra belgelemek için uğraşan Şebnem Korur Fincancı artık cezaevindeydi.

Köşe Yazıları Haberleri