Artık eğitimli olsun, olmasın herkes psikolojik konularda ahkam kesiyor. Ortalık öğrencisinden çok eğitmeni olan “psikoloji uzmanları” ile dolu. Bu kadar uzmanın arasında benim tespitlerim de arada kaynayabilir. Gelin o zaman aşırı özgüven patlaması yaşayan Celal Şengör’den bahsedelim biraz.
Tehlike yıllardır geliyorum diyordu ve geldi.
Fruko-Tamek varislerinin oğlu Celal Şengör Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitimine Şişli Terakki İlkokulu’nda başladı. Ancak 5. sınıfta öğretmenine hakaret ettiği için okuldan atıldı. Daha sonra Beyazıd İlkokuluna'na kaydedildi ve ilkokulu orada tamamladı.
İlkokul bittikten sonra özel okulların sınavlarına girse de hiçbirini kazanamadı. Şengör'ün söylediğine göre torpil ile Işık LisesiOrtaokulu'na girdi.
Ortaokulu burada bitirdikten sonra 1969'ta Robert Kolej'in sınavlarını kazandı. 1973'te mümkün olan en düşük not ortalaması olan D ortalama ile mezun oldu. Kuvvetle muhtemel ilk-orta ve lise eğitiminde parlak bir öğrenci olmamasında Asperger sendromunun etkisi vardı.
Gerçi bu sendromuyla da barışıktı kendisi. Özgüveni yüksek biriydi ve kendini şöyle tarif ediyordu "Ben de hafif Aschberger ile teşhis edilmiş bir insanım. Ve bu özelliğime şükran borçluyum. Otistik olmasaydım bilimde elde ettiğim başarıları elde edemezdim.”
Asıl havasını Amerika’ya gidince buldu.
1972'de Houston Üniversitesi 'nde lisans eğitimine başladı ancak okulun Şengör'e göre kaliteli olmamasından dolayı 2,5 sene sonra (1976) Albany'ye yatay geçiş yaptı. 1978'te Albany'de bulunan New York Üniversitesi'nin jeoloji bölümünü tamamladı.
1981'de İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Maden Fakültesi Genel Jeoloji Kürsü’sünde asistan olarak görev yapmaya başladı.
…
Sonrası ödüller, ünvanlar, başkanlıklar…Dünya çapında bir bilim insanı ve mermer gibi bir özgeçmişe sahip popüler bir profesör. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nde görev yapıyor.
Bizim onu övme şansımız yok lakin o zaten bunu Zlatan İbrahimoviç gibi yerli yersiz yapıyor.
Hep parlak bir bilim insanıydı ama hep rahatsız edici bir özgüveni ve iğneleyici bir dili vardı.
Zeki insanlardan beklenecek tevazudan pek nasibini almamış biriydi ama olsun zeki insanların ihmal edilebilir hezeyanları da olabilir diye dinliyorduk onu.
Hele İlber Ortaylı ile yaptıkları sohbetleri dinleyenler var ki onların girdiği bunalımlara değmeyin gitsin.
Geç saatlerde biten programlarını izleyenler program sonunda genelde “ne boş bir hayat yaşadıklarını” düşünüp koşarak yatağa yüzüstü atlayarak bunalıma giriyorlardı.
Cahildik işte ve yüzümüze çatır çatır vuruluyordu.
Celal Şengör derya deniz her şeyi biliyordu ama dilinin kemiği, özgüveninin ayarı yoktu.
-Ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman dendiğini gördüm!
-E vallahi bir oligarşi yönetmeli bu toplumu. Eğer toplum İsviçre değilse. İsviçre’de demokrasiye karşı değilim. Ama Türkiye gibi toplumlar oligarşi ile yönetilmeli.
-Eğitimsiz grup hiç oy kullanmayacak! Az sayılsın, çok sayılsın falan değil. Hiç oy hakları olmamalı.
-Kenan Evren’nin yaptığı her şeyi onaylıyorum.
-İnsanlara dışkı yedirmek işkence değildir.
-Kanuni salağın tekiydi
…
Böyle uzayıp gidiyor bu hezeyanları.
Saçma veya tahammülü güç düşünceler de olsa hemen hepsini “düşünce özgürlüğü” içinde değerlendirebiliriz. Sonuçta evrensel olarak düşünce özgürlüğü, “devletin ya da bazı kişilerin hoşuna gitmeyen, rahatsız edici, şok edici düşünceleri, eylemleri de kapsar.” diyordu bu işin kitabı.
Delidir ne dese yeridir sevimliğinden yavaş yavaş işin şirazesi kaymaya başlamıştı.
Kılıçdaroğlu ile yediğini yemekten hemen sonra düşüncelerini basınla nobranca paylaşacak kadar temel nezaket kurallarından kopmuştu. Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, Türkiye burjuvazisinin en seçkin üyelerinden Celal Şengör şöyle diyordu daha birkaç gün önce yemek yediği Kılıçdaroğlu için;
“Ben Kemal Kılıçdaroğlu ile bir öğle yemeği yedim. Yanından ayrılırken çok üzüntülü ayrıldım. Çok samimi söylüyorum. Dedim 'Atatürk'ün partisinin başı buysa vah yazık. Gittik gürültüye. Ama halk onu seçiyor, bir dakika. Sakın vah vah bu adamlar aptallar da... Öyle değil, biz seçiyor ya... Biz de aptalız”
Tüm bunları dikkate almayıp bilim insanlığını dikkate alarak geçip gidebilirdik ama geçen hafta yaşanan rezalet bugüne kadar ağzından dökülenlere sonunda somut olarak tüy dikti.
Videoya alınan mülakatında asistanı kız öğrencinin eteğini nasıl kaldırıp, poposuna şaplağı nasıl patlattığını büyük bir zevkle anlatıyordu. Gururla “Bunu ona babası bile yapamaz” diyordu.
Emek vermeden, aileden gelen zenginlikten kaynaklı aşırı özgüvene bağlı narsistik halleri ile akademik faşizan ruh birleşince işte böyle dışkımsı (Kendisinin yedim dediği) bir şey oluyor.
Yazının başında demiştim haddimi aşıp psikolojik tespitte bulunacağım diye.
Hoş görün bunca pislik içinde haddimi aşmamı.
Prof. Şengör’deki uygunsuz sözler artık eyleme dönmüştü ve malum video sosyal medyaya düştü.
Normalde akademi dünyasında “me-too” ifşası olacak ve bir “kadının beyanıyla” çok da dikkate alınmayacak berbat istismar videosunu Celal Şengör kendisi çekmişti bir mülakat esnasında.
Özgüven ve şuursuzluk koşar adım finişe varmıştı.
Bir an düşünün; Celal Şengör’ün videoda bahsettiği kızın babasısınız. Hadi öfke kontrolü içinde ne yapacağınızı kısaca bir hayal edin. Aslında o kız öğrenci yapmalıydı aklınızdan geçen şeyleri ama kadınlar özsavunma konusunda henüz çok tutuk davranıyorlar memlekette.
Akademisyen Agah Hazır’ın dediği gibi “Celal Şengör, kendini, 19 yüzyılda bir Prusya akademisinde profesör sanıyor. İlgi alanları, bilime yüklediği anlam, o sığ pozitivizminden de belli zaten. Bu yüzden, öğrencinin fiziksel olarak terbiye edildiği, haddi aşanların 'Karzer'lere atıldığı gelenek ona doğal geliyor.”
Hem dayağı, hem tacizi savunan bu kafa insanlığın ve özellikle akademik hayatın en az 100 yıl gerisinde kaldı. Bu yapılanı günümüz faşizan kafasıyla bile açıklamak mümkün değil.
Gidip poposuna şaplak atmak gibi garip bir kısas fantazimiz de olmadığına göre ne yapılmalıyız bu özgüven patlaması yaşayanlara karşı?
Sözünü hükümsüz kılıp onu entelektüel hayatta rezil etmek yani son dönemin moda deyimiyle “medeni ölü” saymak en ideal çözüm sanırım. Görev yaptığı akademi ne mi yapacak? Hiç merak etmiyordur eminim kimse. Onların KHK’lı meslektaşlarını yok farzetmek gibi daha mühim işleri vardır eminim.
Kaynaklar: