Daktilo kullananlar bilir, satırın sonunda “marj noktası” vardır. Satır oraya kadar ilerlediğinde daktilonun kolunu şöyle bir sola doğru çekmezseniz, bastığınız bütün tuşlar o son harfin üzerine gelir. Şimdi öyle mi, bilgisayarda yazıyorsunuz ve satırın sonuna gelince imleç alt satıra geçiveriyor ve devam ediyorsunuz yazmaya.
Çok şeyler değişti eskiye göre. Örneğin eskiden soruşturmalar başladığında veya devam ettiğinde hiç olmazsa, “Olayın bütün yönleriyle araştırılacağı, nereye, kime uzanıyorsa soruşturulup, sorumluların adalete teslim edileceği” ilan edilirdi. Bu çoğunlukla sözde kalsa da en azından öyle denirdi. En azından söylemde marj konmazdı soruşturmaya. Soruşturma şimdiki bilgisayarlar gibi satırın sonuna geldiğinde alt satıra geçerdi, en azından öyle söylenirdi.
Ama bugün soruşturmaya “marj” konulduğuna tanık olmaya başladık. Tıpkı daktilodaki gibi polis, savcı, hakim tuşa vursa da o son vurduğu tuşlar harfi alıp götürüp en son harfin üzerine vuracak, öyle anlaşılıyor.
Evet, Sinan Ateş soruşturmasından söz ediyoruz. İlk bakışta soruşturma oldukça hızlı ilerledi, tetikçisi yakalamadı ama ismi belli oldu. Üst üste gözaltılar, adliyeye sevkler, sorgular tutuklamalar oldu. Göz doyurucu bir soruşturma olarak da kabul edildi. Sınırlı sayıdaki gazeteci öğrendikleri bilgileri aktarmaya, iddiaları ortaya koymaya, muhatap bulamasalar da sorularını sormaya devam ediyordu ama bir kere o hava oluşmuştu: Polis olayın faillerini bir bir yakalayıp adalete teslim ediyordu!
İşte tam bu aşamada, soruşturma makamlarının tepe noktasındaki iki bakan soruşturmaya marj koydu. Tıpkı daktilodaki sonundaki o mandal gibi. Önce, uzun süre sessiz kalan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu dinleyelim:
“Devletin görevi bu işin failini bulup ortaya çıkarmaktır. Şu ana kadar olayın organize edeni dahil olmak üzere, yani azmettireni dahil olmak üzere, taşıyıcıları da dahil olmak üzere bütün araştırma yapıldı. Tutuklanması gerekenler, savcılık, hakim kendi kararıyla bunları tutukladı. Bütün araştırmalar, özel bir ekiple beraber hala yürütülüyor… Bu mesele bütün yönleriyle yapılıyor. Zaten şu ana kadar da olayda, olayın failleri ile ilgili bir bilinmezlik söz konusu değil. Bir kişimiz var, onu da birçok yere baskın yaptık, bulmaya çalışıyoruz. Nasıl ötekisini yakalayıp, getirip adalet teslim ettiysek bunu da bulacağız ve adalete teslim edeceğiz. Bütün bu ifadelerden, bütün bu organizasyondan, bütün hadiseyi de adaletin önüne koymuş olacağız. Ve bu konudaki gerekli kararlar da ortaya çıkmış olacak.”
İçişleri Bakanı Soylu’ya göre o “bir kişimiz” de yakalandıktan sonra bütün organizasyon, bütün hadise çözülmüş olacak. Bakan Soylu satırın sonuna marj mandalını sabitliyor: O “bir kişimiz”.
Soylu’nun bu sözlerini dinleyen polis nasıl hareket eder? O “bir kişimiz”den öteye gitmeyeceğini bilir. Soylu’nun bu sözlerini dinleyen ve adı soruşturma sırasında konuşulan “siyasetçi” İçişleri Bakanı’nın bu sözlerini nasıl okur? Tamam bana gelmeyecekler demek ki. Bana evimde yakalanan Tolgahan Demirbaş’ı sormayacaklar demek ki diye okumaz mı? Soylu’nun bu açıklamalarından sonra Tolgahan Demirbaş evinden çıkan MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’dan daha derin bir oh çeken olur mu?
MHP şöyle okumaz mı Soylu’nun açıklamalarını? Soruşturmada sessizliğimiz işe yaradı, Bakan da söyledi, sadece ‘bir kişileri’ kalmış onu da yakaladıktan sonra duracaklarmış, olay kime nereye uzanırsa oraya gitmeyeceklermiş, parti olarak da rahat olalım. En azından şimdilik.
Ama şimdilik rahat olmak gerçek bir rahatlık sağlar mı yoksa seçim sürecinde baş üstünde sallanan bir kılıç hissi mi verir?
Şimdi de soruşturma mekanizmasının diğer tepe noktasındaki isim olan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ı dinleyelim. Bakan Bozdağ yine eskilerden kalma dil alışkanlığıyla “Olayın bütün boyutlarıyla soruşturulduğunu, karanlıkta hiçbir yönünün kalmayacağını ve konunun her yönüyle anlatılacağını” söylüyor ama Bozdağ da daktilonun marj mandalını “bir kişiye” sabitliyor. Kendi cümleleriyle aktaralım:
"Şu ana kadar 13 kişi hakkında tutuklama kararı verildi ve tutuklandılar. 3 kişi hakkında adli kontrol kararı verildi. 1 kişi aranıyor. İnşallah yakın bir zamanda o da kolluk güçlerimiz tarafından yakalanıp adalete teslim edilecek. Bu konuda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve kolluk güçleri büyük bir titizlik ve itinayla soruşturmayı yürütmektedir. Kısa süre içerisinde soruşturmayla ilgili adı geçenlerin tamamına ulaşıldı. Biri de ismi tespit edildi. Bu konu bütün boyutlarıyla soruşturuluyor. Karanlıkta kalan hiçbir yön olmayacaktır. Ve konu her yönüyle aydınlatılacaktır. Bundan da kimsenin şüphesi olmamalıdır. Yargı işliyor. Meselenin üzerine ciddiyetle gidildiği çok açık ortada. Ama buna rağmen bu konu üzerinden de bir istismar siyaseti üretiliyor. Bu da fevkalade yanlış bir şey. Burada kolluğun yapması gerekip, veyahut da yargının yapması gerekip de yapmadığı bir şeyi kimse iddia edemez. Önümüzdeki günlerde de inşallah bu tetikçi olduğu iddia edilen kişi de yakalanıp adalete teslim edilecektir."
Bakan Bozdağ’a göre de soruşturmanın marjı “tetikçi” Eray Özyağcı. O da yakalanınca bütün karanlık noktalar aydınlanmış olacak.
Şimdi Bakan Bozdağ’ı dinleyenler de derin “oh çekmez” mi?
Bu arada dikkat ettiniz mi her iki bakan da “bir kişi”den bahsediyor. Bakan Bozdağ açıkça “tetikçi” diyerek Eray Özyağcı’yı işaret ediyor. İçişleri Bakanı Soylu, bir kişiden söz ediyor.
Bu açıklamaları duyan Tolgahan Demirbaş derin bir “oh çekmez” mi? İsterseniz Tolgahan Demirbaş’ı hatırlayalım. Kendisi Ülkü Ocaklarının eski yöneticilerindendi, Sinan Ateş cinayeti soruşturmasında ilk peşine düşülen isimlerdendi. Gerekçesi de cinayetin organizasyonunda yer almasıydı. Demirbaş, MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un kullandığı evden çıktı. Hatta vekilin, Demirbaş’ı almaya gelen polislere karşı çıktığı ileri sürüldü. Tolgahan Demirbaş, gözaltına alındı ama savcının talimatıyla serbest bırakıldı. Bakanların “tek kişi daha var, sonrası yok” açıklamalarından anlaşılıyor ki kendisini arayan soran yok. Öyle ya “tek kişi” kontenjanını tetikçi Eray Özyağcı’nın doldurduğu kesin. Demirbaş’a biraz sonra bir parantez daha açacağız ama şimdilik “bakanların sözleri” vesilesiyle hatırladık kendisini.
Soruşturma KOM’un kapısından nasıl döndü?
Şimdiye kadar anlattıklarımız, “gelinen nokta”ydı. Peki bu aşamaya nasıl gelindi, soruşturma sürecini neden daktilo satırına benzettik buna bakalım:
Sinan Ateş öldürüldüğü gün Ankara Adliyesi’nin “dış nöbetçi” savcısı Ayhan Ay’dı. Cinayet haberi verilince olay yerine gitti. Deneyimli bir savcıydı, Başsavcı Vekilliği de yapmış biriydi. Ayhan Ay savcıyı Emniyet’ten arayan, Asayiş Şube Müdürlüğü görevlisiydi. Belli ki olaya Asayiş Şube’ye bağlı Cinayet Büro el koymuştu. Açıkçası o aşamada olması gereken de buydu.
Soruşturmada hızla gözaltı kararları alındı. Alınan bu kararlar da hızla uygulandı ve gözaltı işlemleri başladı. Emniyet hızlı gidiyordu ve soruşturmanın yönü belliydi. Ta ki Tolgahan Demirbaş’ın yakalanmasına kadar her şey normal gidiyordu. İşte ne olduysa o aşamada oldu. Belki de güneş çarığı, çarık ayağı sıkmıştı. Asayiş Şube’nin ve savcının, aramanın ancak suçüstü hali gibi olağandışı koşullarda yapılabileceği milletvekili evinden ısrarda aldığı şüpheliyi –ki bu ısrar ancak şüphelinin önemiyle ilgili olabilirdi- birden daha sorgulamadan bırakıvermesinin başkaca bir açıklaması olamazdı.
Savcı ve polis “Tolgahan Demirbaş” marjında durmuş ama daktilonun kolunu sola itip alt satıra geçerek soruşturmayı yürütüyordu. Olayın niteliği, özellikle organize ettiği iddia edilen şüphelilerin profili işin rengini değiştiriyordu. İşte o aşamada "Soruşturmayı acaba Terör Şube mi yürütmeliydi?" sorusu akıllara geldi. Dosya, Adliye’deki Terör savcılarına devredilebilirdi. Emniyet'te de Terörle Mücadele Şubesi yürütebilirdi ama o zaman iş başka yerlere gidebilirdi, kontrol zorlaşabilirdi. İşte o aşamada Adliye'de örgütlü suçlar savcıları akla geldi, Emniyet'te de soruşturmanın Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şubesi'ne devri akla geldi. Hem soruşturma ekibi KOM Şube’den oluşursa orada ekibin başında 15 Temmuz’dan “iyi bilinen” bir isim olacaktı: Şube Müdürü Alp Aslan.
Alp Aslan pek tabi ki soruşturmayı “nereye kadar götüreceğini iyi bilen” deneyimli bir Emniyet Müdürü’ydü. Ta ki 15 Temmuz'dan bu yana. 15 Temmuz’da hazırlayıp yolladığı özel ekip Adil Öksüz’ü, -o dönemde "Önemli şüpheliler doğrudan Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne ve oradan da Ankara Adliyesi'ne getirilecek" denmesine rağmen- Sincan'daki Batı Adliyesi'ne çıkararak elinden kaçırmıştı (!)
Soruşturma KOM Şube'ye giderse bu deneyimli Emniyet Müdürü'ne teslim edilmiş olurdu ve burada soruşturmanın nereye kadar gideceği hesaplanabilirdi ama bu durum başka bir sorunu da ortaya çıkarabilirdi. Soruşturma KOM Şube’ye verilirse organizasyonun bir şemasının çıkarılması gerekiyordu. Şemanın tepe noktasına kimin ismi yazılacaktı? MHP İstanbul yönetimindeki görevinden cinayetten sonra alınıp da önce alınmış gibi gösterilen Ufuk Köktürk mü, yoksa Milletvekili’nin evinden çıkan Tolgahan Demirbaş mı? Şemanın tepe noktasına bu iki isimden biri konulsa özellikle ülkücü kamuoyu “onun da üstündeki”ni sormayacak mıydı?
Hem Asayiş Şube de yürüttüğü soruşturmayı elinden çıkarmaya hiç de niyetli ve istekli değildi. Bu durum da olunca, başlarda biraz hızlı da gitseler de soruşturma Nöbetçi Savcı Ayhan Ay’da ve Asayiş Şube’de kalmalıydı. Hem bu iki ekip de çok da öyle aşırıya(!) kaçmamışlardı. En azından, “Sayın vekil, Tolgahan senin kullandığın evden çıktı, bir zahmet tanık olarak da olsa gelip bildiklerini anlatıver” dememişlerdi. Soruşturmanın en kilit isimlerinden Doğukan Çep’i, dört gün gözaltında tutup başkaca yakalanan olursa onların vereceği ifadelere göre yeni sorularla sorgulama olanağı varken bir günde cezaevine gönderivermişlerdi. Madem adını andık, hatırı kalmasın, Doğukan Çep’i hatırlayalım: Doğukan Çep, şimdi bakanların “son aranan kişi” olarak ilan ettikleri tetikçi Eray Özyağcı’yı Ankara’ya getiren Özel Harekat Polislerini Ankara’ya gönderen “Dodo”ydu. İstanbul Gülsuyu’nda, "adına patentli" Dodo çetesi vardı. 35 yıl ceza almıştı. Firar yıllarında bir ayağı Gürcistan’da bir ayağı İstanbul’daydı.
Bu hatırlatmadan sonra soruşturma birimlerine, savcıya, polise dönelim. Belli ki daha da ileri gitmeyeceklerdi. Hem ileri gidecek olurlarsa Bakan seviyesinde “aradığımız bir kişi kaldı” dendiğinde ne demek istendiğini anlayacak durumdaydılar. Öyleyse hiç soruşturmayı Emniyet’te Organize Suçlar Şubesi’ne, Adliye’de Örgütlü Suçlar Bürosu’na devredip de kamuoyundaki beklentiyi de artırmaya gerek yoktu. Ne de olsa Sinan Ateş bir “asayiş olayı” olarak öldürülmüştü ve soruşturmayı da o Asayiş Şube’ye bağlı Cinayet Büro ile günün nöbetçi savcısı bakardı(!)
Daktilonun, “marj”dan sonra yazamadıkları
Soruşturmada iki bakanın “tek kişi kaldı” açıklamalarıyla satır sonuna marj konduğunu kabul edersek şu kritik soru gündeme geliyor: Eğer soruşturma, “aranan o tek kişiden sonrasına” gitmeyecekse bu durumda, en azından şimdilik, en derin “ohu çeken” kim vardı? Organizatör olarak tanımlanan iki isimden birinin MHP İstanbul İl Yöneticisi Ufuk Köktürk, diğerinin de MHP Milletvekili’nin kullandığı evden çıkan Tolgahan Demirbaş olduğunu düşünürsek bu sorunun cevabı “parti olarak MHP”ydi veya MHP yönetimiydi.
Peki bu durumda soruşturmanın marj mandalına tam da -bu amaç için yapılmamış olsa da- Sinan Ateş’in öldürülmesini azmettiren kişi veya kişilerin istediği yerde basılmış olmuyor mu? MHP, o kişi veya kişilerin isterse -veya önlem alınmazsa- kendisine “ulaşabileceğini” artık bilmiyor mu? Şimdilik o aranan tek kişi de bulunduktan sonra MHP’nin evinin duvarından dönülüyor olabilir ama MHP kendini “evinin kapı kilidi hırsızın elinde” gibi hissetmeyecek mi? Hırsız, evin içindense de olsa, dışındansa da olsa, tam bir “oh çekmek” için o anahtarın ondan alınması gerekmez miydi?
Belki de seçimler yaklaşırken MHP de marj mandalının durdurulduğu yerden, ister istemez memnundu. Sonrasına sonra bakılırdı.