Muhtemelen sosyal medyada görmüşsünüzdür, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, hekimlik yemininden "cinsel kimlik, cinsel yönelim ayırt edilmemesi gerektiğine" yönelik maddeyi çıkarttı. Orijinalinden ayrılan metinde, kürtaj karşıtlığı iması da yapıldı. Öğrenciler ise orijinal metni okudular, o sırada önden sahnenin ışıkları kapatıldı, yetmedi perdeler kapandı ve gençler adeta Ölü Ozanlar Derneği filmindeki sıraya çıkma sahnesi gibi bir ortam oluşturup, perdeyi yararak tüylerimizi diken diken etmeyi başardılar. Benzer eylem İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin 22 Haziran'daki mezuniyet töreninde de yaşanmıştı.
Yıl 1983...Suya bu diyen tıfıl halimle lise tiyatro koluna girmişim. Kol, pek havalı. Abiler, ablalar o dönemde tiyatro kolu için değil de Türkiye Cumhuriyeti'nin bekaası için çalışıyorlar gibi geliyor bana, öylesine bir ciddiyet hali. Arada "Siz Mehmet Açar'ı görseniz bu şımarıklıkları yapamaz korkudan altınıza ederdiniz" falan diyerek mtehdit etmekten de geri kalmıyorlar. Hala Açar adını duyunca bir ürperti gelir. Minik bir travma olsa gerek.
Neyse konumuz bu değil...
Yönetmen Yusuf abimiz, ilk önce "Aziz Nesin'in kitaplarından bir seçki yapalım ve onu oynayalım" deniyor. Ben aşırı heyecanlı olduğum için bütün kitaplarımı hemen okula getiriyorum ve zamanın okul müdürü kol odasını basıp bütün "zararlı" kitaplara el koyuyor, bir daha da vermiyor. Ablamın aldığı ve içine çok güzel bir de not yazdığı "Şimdiki Çocuklar Harika" kitabı için hala yanarım.
Neyse konumuz bu da değil...
Dönem malumunuz darbe yılları, idareye "tamam Aziz Nesin'i kabul etmediniz bari şu olsun, bu olsun" gibi alternatiflerle gidiliyor... Ancak nafile, ne önerilse “zararlı”, sürekli reddediliyor. Hani işin boyutunu anlamanız açısından "Kırmızılı Başlıklı Kız"ı oynayacağız desen, "olmaz kırmızı kızılı çağrıştırır" diyerek reddedecekler, o durumdayız. Aslında çok da hava basmayayım ben değilim debelenen, daha büyük sınıftakiler muhattap olanlar… Aynı dönemde anayasa referandumu öncesi "mavi karta zam" haberi Cumhuriyet gazetesinde yasaklanmış, oyunlar mı yasaklanmayacak?
Neyse yavaş yavaş konumuza geliyoruz.
Artık kimin aklına geldiyse birinden "o zaman, hadi Keloğlan’ı oynayalım" fikri çıktı. Eee idare de hemen üstüne atladı tabii ve izinler bir çırpıda çıkıverdi. En nihayetinde hepsinin Keloğlan algısı Rüştü Asyalı filmleriyle sınırlıydı, o “netekim” yıllarında.
Oyunun ana karakteri, köyde annesiyle beraber mütevazi bir yaşam sürdüren Keloğlan, aslında tembel olmadığı halde içinde kıvranıp durduğu yoksulluktan kurtulamayan bir Anadolu gencidir. Açlık ve sefaletten yırtabilmek umuduyla kasabaya yol alan Keloğlan, annesinin tembihi üzerine ve kasabaya niçin gittiğini unutmamak amacıyla “para para para” sözünü tekrar ederek yürür. Bu sırada karşısına çıkan bir Hasandayı kuşu ona akıl verir. Kuşun söyledikleri, adaletsiz gelir dağılımını ve zengin-yoksul arasındaki uçurumu gözler önüne seren eleştirel ifadelerdir:
Kuş: Yoksul oğlan, aptal oğlan, a Keloğlan!
Para para demekle hiç bulunur mu para?
Sen kim oluyorsun ki
Köşe köşe tarlan mı var?
Bağın, bostanın mı var?
Araban, apartmanın mı var?
Hani üstünde başında?
Hani göbeğinde ensende?
Sanki dayalı döşeli bir büroda,
Sanki bir elinde telefon,
Sanki ağzında puro,
Dizinde fino,
Para para para
Senin neyine para, a fıkara!
Dünya tam da böyle bir şeydir işte; bir yanda yoksul köylüler, diğer yanda zengin tüccarlar ve ağalar vardır. Keloğlan- keltoş oğlana kız bile yoktur. Şimdi farklı mıdır, elbette değildir ama oraya girmeyeyim… Keloğlan para kazanmaya Toromanya’ya gider ve olaylar pek güzel gelişir ama yazı uzadı, burada keselim oyunun içeriğini.
Okul idaresi "Keloğlan"ın o kadar da masum olmadığını oldukça geç anlamıştı, çünkü muhtemelen Gülten Akın ismini dahi hiç duymamışlardı. Grup Yorum daha "Büyü"ye beste yapmamıştı. Sahnede masum sanılan Keloğlan, darbe döneminin tam da ortasında mesaj üzerine mesajlar veriyordu. Oyunu canlı izleyen okul yönetimindeki hocalar, bir önceki yazıda da andığım Uçurtmayı Vurmasınlar’ın son sahnesindeki cezaevi müdürü gibi çılgına dönmüşlerdi.
Acaba ne olacak diye düşünürken, darbe yıllarına yakışır biçimde beklenmedik bir hamle yapıp, bizler sahnedeyken elektrik şalterlerini indiriyorlar. Küçücük çocuklarız, ilk aşamada şok geçiriyoruz, tiyatro kolu başkanı Aykut abi “Devam edin devam edin” diye bağırıyor ve salonun yan perdelerini açıyor, gündüz ışığında oyuna devam ediyoruz, sonuna kadar…
Zira uçurtmayı vuramazsın, öğrencilerin yemin töreninde ortaya çıkan nefis iradeyi yok edemezsin, sahneyi karartmazsın.
Aradan tam 39 yıl geçti, Moda Sahnesi karanlıkta oyunlar sahnelerken hepimize ışık oldu. Selçuk Üniversitesi öğrencilerinin her şartta yemin etme kararlılığı herkesin yüreğine su serpti. Mezuniyet törenlerinde açılan pankartlar bizlere cesaret aşıladı. 1983’te Keloğlan oyunu sırasında şalterlerin indirilmesi gibi aslında çok zor şartlarda dahi bir çözüm yolu bulunabileceğini gösteren, içimizi ısıtan somut örnekler bunlar.
Elbette kolay değil biliyorum, hayatın gerçekleri çok daha acımasız ama böylesi bir muhalefetin olduğu bir ortamda, kendiliğinden gelişen bu tarz direniş hikayeleri bizi geleceğe taşıyacak. Gülten Akın’a derin saygıyla, Selçuk Üniversitesi’nin mezunlarına sevgiyle… (Keloğlan/SÜ benzetmesi için Sevgili Emrah Kolukısa’ya çok teşekkürler)