Kaç zamandır içimde tuttuğum bir şeydir ama yazmaya bir türlü fırsat olmadı, bir neden olmadı. Şimdi yazmanın tam da zamanı. İki nedenle:
Birincisi: Haberin doğrusunu, bilginin gerçeğini arayan yurttaşın, yaklaşan kışta gelecek doğalgaz faturalarından duyduğu endişeyi yaşayarak sürdürdüğü günlük hayatı içinde belki de çok da fark etmediği bir yasa geçti hafta başında Meclis’ten. Bu yasanın adına kimi, “Dezenformasyon Yasası” dedi, bazılarımız “Sansür Yasası” dedik. Bu yazıda anlatacaklarım işte tam da şimdi yazılmalıydı. Çünkü “yarın” yazarsam, o yasa yürürlüğe girer tam da o yasanın içeriği nedeniyle “dezenformasyon yaptığım” iddia olunup yargılanabilirdim.
İkincisi: Dezenformasyonu gerçekte kim, kimlerle ortak yapar, bunun küçük bir örneğini paylaşmak için şimdi yazıyorum. Siyasetçi nasıl pişirir, onu yayacak olan basın kuruluşlarının bürolarında neler yaşanır, anlatmak istediğim; bunun örneği.
Elbette aslında bunu “Kabataş”tan biliriz. Bir siyasi çıkar, Meclis Grup Toplantısında, “Çok önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklendi” der, sonra bir “gazeteci” çıkar, “İşte Sayın Başbakan’ın sözünü ettiği kişi bu” diyerek. O “çok önemli yakın”ın gelini Zehra Develioğlu röportaj yapar. Develioğlu anlatmaya başlar:
“Bir taraftan, “Bu ülkenin gerçek sahibi biziz anladınız mı ulan” diye bağırıyorlar, bir taraftan tekmeliyorlardı. ‘Kutsal başörtüymüş, görün bakalım kutsalı size neler yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular, vurdular... ‘Asacağız Erdoğan’ı anladın mı’ diye bağırdılar. Hangi birini söyleyeyim, nasıl anlatayım yaptıkları küfürleri.”
Sonra başka “gazeteciler” çıkar ve anlatmaya başlar: Görüntüleri ben de gördüm… Ben de gördüm…. Herkes “köşelerinde gereğini yapmaktadır” ve ortaya “Kabataş vakası” çıkar.
Bu yetmez, siyasi bu kez dört gün sonra Meclis’teki aynı kürsüye yine çıkar, “Camide bira içtiler” der. “Yok içmediler, öyle bir şey olmadı” diye itiraz edilir, siyasi ısrar eder, “Ne olmadı yahu? Bütün görüntüler elimizde. Görürler, görürler merak etmeyin” der. Siyasi bu, der mi der. Ama basın korosu da vokal yapar: Oldu, oldu.
Sonra bir imam çıkar; “Ben din adamıyım, yalan söyleyemem, ben camide içki içen görmedim” der. Öyle kapanır gider mesele. Devam etmesine de gerek kalmamıştır zaten.
ÖĞRETİLMİŞ YÖNTEM
Sabır, konumuza geleceğiz.
Aslında bu durumda, “yadırganacak” bir yön yoktur(!). Talihsiz bir “öğretilmişlik”tir bütün bunlar. 1955’teki radyo bülteninden öğrendiklerimizdir. TRT radyosu “saat 13:00, haberleri veriyoruz” dedikten sonra “Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığını” duyurur. Mithat Perin matbaadaki işçilere seslenir “makinelere kağıt yükleyin”. İstanbul Ekspres ikinci baskısını yapacaktır ve bu “önemli haberi” bir an önce okurlarıyla buluşturacaktır. Ne de olsa Demokrat Parti’ye yakındır. Gazete basılır, çocuklar alır gazeteleri ve İstiklal Caddesi’nde ellerinde sallayarak satmaya başlarlar: Yazıyoor… Yazıyoorr; Atatürk’ün evine bomba atanları yazıyor.
O günlerdeki yurttaş yaklaşan kıştaki doğalgaz faturasını bilmez daha ama odunu – kömürü düşünürken birden alır eline sopaları, taşları; dükkanlara saldırır. Öldürdükçe öldürür. Ve bu olay tarihe 6-7 Eylül olayları diye yazılır.
Ankara’dan Sivas’a bir otobüs kalkar, “dezenformasyoncu” Sivas sokaklarında “Müslüman Kamuoyuna” bildiri dağıtır:
“Bismillâhirrahmânirrahim
Salman Rüşdi köpeği, Müslümanlar’ın çok az olduğu kâfir bir ülkede korkudan sokağa çıkmaya bile cesaret edemezken, onun yerli uşağı Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte, şehrimiz Valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlar’la alay edercesine gezebilmektedir.”
Dezenformasyon o gün de Sivas’ta “can” yakar: Yaktıkta yakar; 33 kişi.
Sözün özü, bu “dezenformasyon” öğretilmişliktir.
BAŞI KOPAN “HANIM KARDEŞİMİZİ “ NASIL ARADIK?
Gelelim bizim hikayemize.
Meydan kalabalık, 15 Temmuz defedilmiş, zaferin kutlanması gerek. Birlik beraberlik gerek. Tarih: 7 Ağustos 2016. Yer: İstanbul - Yenikapı Meydanı. Hıncahınç bir meydan okuyuşu. Siyasi çıkar kürsüye:
“11. Cumhurbaşkanımız Sayın Gül, Parlamentomuzun değerli Başkanı, Sayın AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, Sayın Genelkurmay Başkanımız… Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Sayın Başbakanı”
Kalabalık protokol, “en kalbi duygularla, muhabbetle” selamlandıktan sonra “O gece adeta ölümü öldürerek sokakları, meydanları dolduran milyonlarca vatandaşımız”dan bahseder ve sıra Külliye’ye gelir:
“Vatan Caddesi’nde vücudu ikiye bölünmüş kardeşimi gördüğüm zaman kalkıp da bunu kenara koymak mümkün mü? Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde uçaktan F16’ların yağdırdığı bomba ile başı vücudundan ayrılmış olan hanım kardeşimin başı Kongre Merkezi’nin çatısına uçmuştu. Bunu gördükten sonra biz kalkıp da, ‘Efendim Avrupa Birliği’nde idam yokmuş, Konsey’de yokmuş, şurada yokmuş, burada yokmuş’ diyemeyiz.”
Bu söz, gazete bürolarında çınlar. Gazetenin Ankara Bürosu’ndaki yöneticisi televizyondan kulak kesildiği konuşmayı dinlerken odasından çıkar, bizlere seslenir:
“Arkadaşlar Cumhurbaşkanı Külliye’deki Kongre Merkezi’nin çatısına bir kadın başının kopup düştüğünü söylüyor fark ettiniz mi? Bu kadının kim olduğunu bulup yakınlarıyla konuşalım.”
Gazetenin Ankara Bürosunda bir telaş başlar. Kimi telefonla sarılır; şehit yakınları ve gazilerin oluşturdukları platformlardan “tanıdıklar” aranır. Küllliye’nin telefonları çevrilir. Yok. Bilgi alınamaz: Duymadık, biz de şimdi Sayın Cumhurbaşkanı’ndan ilk kez duyuyoruz. Yok.
Ama olmaz, gazetecilikte “haberi bulamadım” yoktur, bulunacaktır. Dağılır gazete çalışanları dışarı. Herkes bir “kaynağına” gider. Benim de payıma, Ankara Adliyesi düşer. Doğrudan, 15 Temmuz darbe girişiminin soruşturmasını yürüten Başsavcı Vekili’nin odasına: Başsavcım Sayın Cumhurbaşkanımız böyle böyle dedi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Kongre Merkezi’nin çatısında bir kadın başı bulunmuş, bu kadın kimdir?
Başsavcı Vekili şaşırır, “öyle bir şey yok” der ama karşısındaki gazeteci bu bilgiyi Cumhurbaşkanı’na dayandırmaktadır. Başsavcı Vekili biraz da “Ben bir şey mi atlıyorum” telaşıyla soruşturur ama nafile: Yok böyle bir şey. Ne kadın ne erkek.
Büroya dönemem, bu “hanım kardeşimiz”in ismini bulmam gerekir. Başka bir Başsavcı Vekilinin kapısını çalarım. Ne de olsa onun sorumluluk alanı “Adli Tıp”tır. Adli Tıp’a gelenlerin “ciğerlerini” bilir, deneyimlidir. Adliye’nin de “İhtiyar Kurt”udur. Adı da İlhan Ayaz’dır. Sorarım:
-Başsavcım,15 Temmuz’da Adli Tıp’a böyle vaka geldi mi?”
- Hayır Ankara’da öyle bir durum olmadı. Kadın veya erkek başı kopan biri olmadı. Sadece Genelkurmay önünde boynunda oluşan derin kesikle şehit olan bir erkek var. Ama o da dediğim gibi Külliye’de değil, Genelkurmay önünde.
- Nasıl yani başı kopan kadın veya erkek kimse yok mu?
- Yok.
- Başsavcım emin misiniz? Sayın Cumhurbaşkanı böyle dedi.
“İhtiyar Kurt” kendinden tereddüt eder ve telefonla Adli Tıp’ı arar: Böyle böyle bir vakamız var mıydı 15 Temmuz’da?
Başsavcı Vekilinin yüzünden anlarım ki karşı taraftaki ses “yok” diyordur. O telefon görüşmesi devam ederken sessizce yeni soru suflesi veririm:
-Başsavcım, hani saçı uzun bir erkek başı olur da bu Sayın Cumhurbaşkanımıza kadın olarak söylenmiştir, bir de böyle sorsanız.
Başsavcı Vekili öyle de sorar ama “yok”tur.
Çaresiz ve “başarısız” Gazete bürosuna dönerim: Belki diğer arkadaşlar bulmuşlardır da büro rahatlamıştır. Gelirim büroya ama nafile. Artık umutlar da tükenmiş ve biraz da ikna olunmuştur: Böyle biri yok.
O “HANIM KARDEŞİMİZ” NASIL ERKEK OLDU?
Günler geçer, şehit yakınları ve gazilerle röportajlar başlar. Gazetenin “cevval muhabirleri”nden biri seri “şehit yakını haberleri” yapmaktadır. Sonraları Emine Erdoğan’ı takip etmekle görevlendirilen bu cevval muhabirin ismini özellikle vermeyeceğim çünkü Gazeteden ayrılışı laf aramızda biraz olaylı oldu. Bylock söylentileri v.s. gibi. Orası konumuz da değil, işimiz de değil.
Bir Kasım günü hafta sonunda Gazeteye gideriz ve mutat olduğu üzere ilk kendi gazetemizi okuruz. Manşetteki haber, “Külliye’nin başsız şehidi: Cuma Dağ”
Şaşkınlığımız bir kat daha artar. Nasıl? İkinci bir başı kopan şehit mi varmış?
Gazeteciliğimizin deneyiminden utanırız(!). Atlamışız. Biz de 15 Temmuz sürecini takip ettiğimizi sanıyoruz, dünkü muhabir başı kopan “hanım kardeşimiz”den sonra başı kopan ikinci şehidi bulmuş ve ailesiyle konuşmuş. 19. Sayfayı çeviririz ve haberi okumaya başlarız:
“'Bir kardeşimin kopan başı (Dikkat: Hamın kelimesi yok oluyor) bina çatısında bulundu. Hangi insani yapı kalkıp kendi halkına uçaktan bomba yağdırarak böyle bir vahşeti yapabilir.’ Cumhurbaşkanı Erdoğan, FETÖ’nün 15 Temmuz’da yaşattığı en büyük vahşetlerden birini bu sözlerle özetliyordu. Erdoğan’ın Yenikapı mitinginde ve birçok toplantıda andığı şehidin Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde cuntacıların helikopterden açtığı ateş sonucu başı koparak vefat eden Cuma Dağ (39) olduğu ortaya çıktı…”
Ve benimle birlikte gazetecilik orada donup kalıyordu: Cevval muhabir, Erdoğan’ın “hanım kardeşimiz” ifadesindeki “hanım”ı kesmiş, onun yerine Cuma’nın başını koymuştu. Kadın erkek olmuştu. Dezenformasyon mu demiştik?
Devam edelim.
Olabilirdi, muhabir gençti, hırsları vardı, hata yapabilirdi. Hata olmadığı “hanım kardeşimiz” ifadesindeki “hanım”ı ayıklamasından belli beydi ama olsundu. Görülen şeylerdi bunlar gazetecilikte.
Gazete o dönemde bizleri teşvik etmek için “ayın haberi” ödüllerini verirdi ve bunu bize her ayı takip eden ayın başında mail yoluyla duyururdu. Biz de o mailleri saklardık. Bu ödülden aldığımız üç-beş lira da sonraki ayın maaşında bordromuzda görünürdü.
Mail geldi. Ayın haberi ödülü: Külliye’nin başsız şehidi Cuma Dağ.
Sonrasında Cuma Dağ’ın eşi Rukiye Dağ’ın yaşadıkları bu yazımızın konusu değil. Merak eden arşivlerden okuyabilir.
Yazı bu kadar. Dezenformasyon mu demiştiniz?